19 Mayıs 2016 Perşembe

Helikopter fantazisi

Helikopter para, aslen para teorisinde kullanılan bir metafor. Bazı teorik modellerde paranın karşılıksız basılıp insanlara dağıtıldığı varsayılır. Herhalde işe biraz renk katmak için, buna parayı helikopterden atmak denmiş. İlk kullanan meşhur parasalcı iktisatçı Milton Friedman. Pratikte tabii ki para politikası böyle uygulanmaz. Ancak meramını anlatmak için, gerçekçilikten uzaklaşmak pahasına teoriyi sadeleştiren iktisatçılar böyle varsayarlar. 

Şimdilerde küresel kriz sonrası toparlanamayan ekonomilerde, para basılıp insanlara karşılıksız dağıtılması ciddi ciddi konuşulmaya başlandı. Yalnız burada şöyle temel bir problem var. Dünyanın hiçbir yerinde merkez bankasının mali otoriteyi yok sayarak, insanların cebine kafasına göre para koyabileceğini sanmam. Bir yasal boşluk varsa bile, öyle politika yapılmaz. Bu uygulanacaksa, yasal zemini oluşturulmalı ve mali kurumları yöneten siyasi iktidarın gözetiminde yapılmalı. Bu durumda basılan para vergi iadesi ve sosyal transferlerle vatandaşa dağıtılabilir ya da belki kamu tüketimine harcanabilir. Aslında bunların hepsi, merkez bankalarının bağımsız olmadığı dönemlerde hep yapıldığı gibi, kamu açığı verip finansmanın merkez bankası kaynaklarından sağlanmasıyla eşdeğer. Geçmişte bizim gibi ülkelerin başına yüksek enflasyonu bela eden bu uygulamanın, düşük enflasyondan muzdarip ülkelerde kurtarıcı olacağı umuluyor. 

Mesele şu ki, devletler mali genişlemeye hazır olsalar, bunu bugüne kadar tahvil ihraç ederek yapabilirlerdi. Merkez bankalarının tahvil alımları sayesinde uzun vadeli faizler günümüzde çok düşük seviyelerde; hatta bazı ülkelerde ekside. Bu ortamda devletler ucuza borçlanma fırsatından yararlanıp özellikle altyapı yatırımlarına para harcayarak ekonomilerini canlandırmaya çalışabilirlerdi. Bunu yapmadılarsa iki sebebi var. Bir, geçmişte alınan borçlardan dolayı kamunun borçluğu yüksek. İki, genişlemeci maliye politikasının önünde siyasi engeller var. 

Merkez bankası yükümlülüğü olan parayı kamu borcuna dahil etmezseniz, helikopter yoluyla belki birinci sorunu şeklen aşarsınız; lakin genişlemeci maliye politikalarına olan direnç yerinde duracak. Düşük faizler tasarruflarımızın getirisini düşürüyor diye itiraz eden, borç krizinde Yunanistan'ı inim inim inleten Almanlar şimdi karşılıksız euro basılıp harcanmasına elbette razı gelmeyecekler. Amerika'nın muhafazakarları da bunu zinhar kabul etmezler. Dolayısıyla, kimse heveslenmesin, bu iş yaş. 

17 Mayıs 2016 Salı

Merkez bankası iletişimi 

Ekonomi politikalarında, bilhassa da merkez bankacılığında iletişimin özel bir anlamı var. Ben de konunun önem kazanması üzerine biraz literatürü karıştırıp bilgilerimi tazelemek ihtiyacı hissettim. Bu yazıda bunlardan faydalanıp bir özet geçeceğim. 

Merkez bankası iletişiminin başlıca iki işlevi var. Birincisi siyasi. Para politikası gibi herkesin refahını doğrudan etkileyen bir şey son 20-30 yılda, ekonomik istikrarı artırmak adına atanmış bürokratlardan oluşan merkez bankalarına devredildi. Siyasi iktidar tarafından yasal bir çerçeve çizildikten ve hedefler belirlendikten sonra, bu doğrultuda hangi politika araçlarının nasıl kullanılacağına merkez bankaları "bağımsız" olarak karar vermeye başladılar. Buna karşılık bu bürokratların da ellerindeki araçları en doğru ve etkin biçimde kullandığını anlatması, demokratik ülkelerde şeffaflığın ve hesap verebilirliğin bir gereği olarak kabul edildi.

İletişimin biz ekonomistleri daha yakından ilgilendiren iktisadi işlevi ise beklenti yönetimi. Bütün finansal varlıkların (hisse senedi, tahvil, türev araçlar vb.) fiyatları beklentilere göre belirlenir; bankaların kredi ve mevduat faizleri buna göre fiyatlanır; nihayetinde reel ekonomideki tüketim, tasarruf, yatırım kararları buna göre alınır. Dolayısıyla merkez bankasının doğrudan kontrol edebildiği kısa vadeli faizlerin çok sınırlı ve kısa süreli bir etkisi varken, ekonominin seyriyle ilişkili olarak kısa vadeli faizlerin nasıl bir yol izleyeceğinin öngörülmesinin daha büyük ve kalıcı bir etkisi olur. Bu yüzdendir ki, mesela kısa vadeli faizlerde indirim yapıldı diye tahvil getirileri, kredi faizleri otomatikman aşağı gelmez. Ama enflasyon beklentilerinde, risk algısında ve reel faizi belirleyen (içerdeki tasarruf ve yatırım iştahı ile dışardan sermaye girişi gibi) temel etmenlerde bir değişim varsa ve kısa vadeli faiz indirimi buna paralel yapılıyorsa, o zaman tüm vadelerde faizlerin aşağı geldiğini görürüz. Makroekonomik istikrarla çelişkili faiz indirimleri ise, beklentilerin bozulmasına sebep olarak, arzu edilenin tersine uzun vadeli piyasa faizlerinin yükselmesine yol açar. Simetrik olarak faiz artırımı için de tersi geçerli. 

Beklenti yönetiminin günümüzde özellikle zengin ülkelerde ayrı ve önemli bir işlevi var. Bu ekonomilerde kısa vadeli faizler sıfır civarında hatta yer yer negatif olduğundan, gerektiğinde para politikasını gevşetmek teknik olarak zor. O yüzden alternatif olarak, miktarsal genişleme (quantitative easing) gibi politika araçlarının yanında, sözle yönlendirme (forward guidance) diye iletişim bazlı bir yöntem de kullanılıyor. Merkez bankalarının geleceğe dair faiz, miktarsal genişleme beklentileri veya varsa taahhütleri, bunlarla ilişkili makroekonomik projeksiyonları; başkanların konuşmalarında, para politikası karar metinlerinde ve toplantı özetlerinde açıklanan ve açıklanmayan bilgiler, öngörülere dair kullanılan çoğu muğlak ifadeler hep bu beklenti yönetimi stratejisinin bir parçası. 

Tabii sözle yönlerdirmeyi yapmak söylemesi kadar kolay değil. Burada geleceğe ilişkin belirsizlikler güçlük çıkarıyor ve neyin, ne kadar, nasıl söylenmesi gerektiği gerektiği deneme yoluyla öğreniliyor. Dolayısıyla kesin olarak yerleşmiş kurallar yok ve çok hassas bir uygulama da mümkün değil. Bu da merkez bankası mesajlarının farklı yorumlanmasına, yanlış anlaşılmalara ve beklenmedik piyasa tepkilerine yol açabiliyor. Örneğin üç sene önce zamanın Fed başkanı Bernanke parasal genişlemenin yakında sona ereceğini pat diye söyleyince, dünya piyasaları uzun süre çalkalanmıştı. Bugün olsa muhtemelen farklı bir şekilde mesajını verirdi. Yani sözle yönlerdirme ihtiyatla kullanılması gereken bir yöntem. Merkez bankasının kısa vadeli faizleri serbestçe belirleyebildiği durumlarda ise buna fazla bel bağlamamak lazım. 

Beklenti yönetiminde çok temel bir kredibilite (inanılırlık, güvenirlik) problemi de vardır. Örneğin günümüzde enflasyonun beklentilerden düşük olduğu zengin ülkelerde enflasyonun yükselmesi konusunda, bizim gibi ülkelerde ise düşmesi konusunda bir inanırlık sorunu görülüyor. Bizde hedef yüzde 5 olsa da, ekonomistler enflasyonun yüzde 7'den aşağıda kalıcı olacağını tahmin etmiyor. Bu ayrışmanın bir sebebi pek ala görüş farklılığı olabilir ve eğer öyleyse, merkez bankası elindeki büyük araştırma imkanlarını da kullanarak bu farklılıkları azaltabilir. Ancak inanırlığı zedeleyen bir zaman tutarsızlığı olgusu da var ki, bunu aşmak çok daha zor. 

Zaman tutarsızlığı merkez bankacılığının fıtratında olan bir şey. Enflasyon beklentilerini çıpalamak için bir enflasyon hedefi belirlemek kolay. Ancak merkez bankası daha sonra pek ala hedefle tutarsız bir politika uygulayabilir. Bunun en tipik şekli, seçime giden bir ülkede herkes enflasyonun düşürüleceğini beklerken, iktidara bağlı merkez bankasının para politikasını gevşetmesi şeklinde olur. Böylece seçim öncesi geçici bir ekonomik genişleme yaratılabilir. Ancak insanlar saf değillerse o durumda merkez bankasına güvenmezler ve enflasyonda yükseliş beklerler. Para politikası yine gevşetilir ama artan büyümeden çok enflasyon olur. O zamanlar enflasyon hedefi diye bir şey olmasa da, böyle dalgalanmaları ülkemizde 90'larda çok görmüştük. 

Bağımsız ve enflasyon odaklı merkez bankası kavramı zaman tutarsızlığı sorununu hafifletmek için düşünülmüş, faydası da olmuş. Bizde de 2001 krizi sonrası yapılan reformlarla merkez bankasına bağımsızlık verilmesinin, enflasyonun düşmesine ve makroekonomik istikrarın iyileşmesine önemli katkısı oldu. Ancak bunun faydası da bir yere kadar. Niye? Bir defa, para politikasına yönelik siyasi etkiler tamamen ortadan kalkmıyor. Bizde var olan faiz indirimi talepleri ve bunları yeterince yerine getirmeyen eski başkan ve yardımcılarının gönderilmesi bunun tipik bir örneği. Tabii siyasi baskı sadece bize özgü bir şey değil. Avrupa Merkez Bankası'nın (ECB) gevşek para politikası da Almanya'da tepki topluyor mesela. Tasarruf eden, orta yaş üzeri nüfusu fazla olan Almanya'da faizlerin düşük olması istenmiyor. ECB bağımsız bir kurum olsa da, bağımsızlığının gelecekte siyasi adımlarla veya yargı yoluyla kısıtlanmayacağının bir garantisi yok. Dahası, ECB içinde karar alıcı kuruldaki kimi üyelerin siyasetin etkisinde kalmayacağının, kurul içinde dinamiklerin zamanla değişmeyeceğinin de garantisi yok. Hatta gelecekte euro diye bir para birimi de ortada olmayabilir. Amerika'ya baksak, yarın Trump başkan olsa ya da Çay Partili meczuplar kongreden Fed'in yetkilerini kısıtlayan bir kanun çıkarsa çok şey değişebilir. 

Ayrıca mesele sadece merkez bankasına siyasi müdahale de değil. Ülkenin iktisat kültüründe neye (fiyat istikrarına mı, yoksa başka bir şeye mi) öncelik verildiği, (para ve maliye politikaları, finansal regülasyon, devlet bankalarının faaliyetleri gibi) farklı kamu politikaları arasında ne derece eşgüdüm olduğu gibi şeyler de hedeflerin inanırlığına etki eder. Enflasyonu düşürmeye çalışırken, hükümet fiyatların zaten çok oynak olduğu gıdada ithalatı engeller ihracatı teşvik ederse mesela, merkez bankası buna ne yapsın? Geçmişte bunu ülkemizde yaşadık. Bir süredir ekonomik kurumlar arasında koordinasyonu artırmak için çalışmalar yapılmaya başlandı ama etkisini zamanla göreceğiz. 

Küresel kriz sonrası, gelişen ülkelerde oluşan olağanüstü durumu da iletişim konusunda dikkate almak lazım tabii. Bu dönemde gelişmiş ülkelerinin genişlemeci para politikaları sonucu dünyada likiditenin bollaşması ve gelişen ülkelere paranın akması ekonomi politikalarında farklı ihtiyaçlar doğurdu. Bu dönemde bizim merkez bankamız da (finansal istikrar, döviz kuru istikrarı, iç talep yönetimi, siyaseten sürdürülebilirlik gibi) bir çok şeyi aynı anda gerçekleştirmek için karmaşık politika araçları oluşturdu ve para politikasını neredeyse günlük olarak yönetmeye başladı. Bankaların likidite maliyetinin yarın ne olacağının belli olmadığı, hangi politika aracının ne etkisi olacağını uygulayıcılarının bile deneyerek çözmeye çalıştığı bir ortamda, merkez bankamızın ileriye dönük inanılır mesajlar vermesi çok mümkün değildi. Herhalde bu sorunun onlar da farkındalar ki geçen seneden bu yana para politikasını sadeleştirmek istediklerini söylüyorlar ve bazı adımlar da atıyorlar. Ne kadar ileri gidebileceklerini de zaman gösterecek. 

Merkez bankamızın son dönemdeki sadeleştirme adımlarından bahsetmişken, bu doğrultudaki faiz indirimlerini ekonomist, yazar çizer, yorumcu takımının ekseriyetle para politikasında gevşeme olarak okuduğunu da söylemek lazım. Merkez bankası ekonomistlerinin yayınlarına itibar edeceksek, bu hamlelerin en azından bankaların kısa vadeli ve değişken faizli ticari kredilerini teşvik etmesi beklenir. Buna karşın mevcut durumda merkez bankamızın gevşemeyi zinhar kabul etmiyor ve yalnız sadeleştirmeden bahsediyor olması dikkat çekici. Para politikası iletişiminde kararların bir boyutunun öne çıkarılabildiğini zamanında bir yerde okumuştum. İngiltere'de bir dönem faiz artırımları ulusal parayı savunmak için diye sunulurmuş. Lakin ne kadar etkili olmuş bilmiyorum. 

Özetlersek, beklenti yönetimi anlamında iletişim, etkin kullanılabilirse para politikasında faydalı olabilir. Ancak sözle müdahalelerin çok kesin ve hassas olamaması ve inanırlık konusunda engeller bulunması bu kapasiteyi sınırlar. Ülkemiz özelinde, para politikası araçlarının sadeleşmesi ve ekonomik kurumlar arasında koordinasyonun artırılması gibi adımlar elbette yararlı olur. Fakat iç ve dış belirsizliklerin yüksek olduğu ve siyasetin etkisinin güçlendiği bir durumda, merkez bankasının orta ve uzun vadeli mesajlarına çok fazla önem verilmesini beklemem.

Merkez bankası iletişimi konusunda yazılmış detaylı akademik çalışma arayanlar başlangıç olarak şunları okuyabilirler: Woodford (2005) ve Blinder ve diğerleri (2008).