29 Aralık 2019 Pazar

Turbo devletçilik

Ülkemizde kalkınma odaklı büyük projelerle özdeşleşen ve bu uğurda iktisadi sisteme müdahale etmeyi görev kabul eden bir siyasi iktidar var. Bu projelerin içinde yol, köprü, hastane, havaalanı gibi, (çoğunun yapımını ve işletmesini özel sektör üstlense de) aslen kamu malı olan inşaat yatırımları ağırlıkta. Bunların yanında devlet birçok sektöre teşvikler, krediler ve yasal düzenlemeler gibi araçlarla yön veriyor. Mali sektör, reel sektörü ve devleti olabildiğince uygun şartlarda finanse etmesi için sıkı denetim altında. Ayrıca devlet muhtelif sebeplerle oluşan toplumsal muhalefeti bastırıyor ve böylece ülke kaynaklarının daha rahat kullanılmasını sağlıyor. Özetle günümüz Türkiye'si, iktidarın hedefleri doğrultusunda hızla kalkınmak için yoğun devlet müdahalesi uygulanan bir düzene sahip.

Kamu malı özelliği taşıyan harcamaların piyasa şartlarında yeterince yapılamaması, en temel piyasa başarısızlıklarındandır. Böyle bir durum varsa, devlet doğrudan ya da dolaylı olarak bu yatırımların yapılmasını sağlamak durumunda. Örneğin, projeler tek tek tartışılabilir ama, Türkiye genelinde havaalanları yapılması, gerek yurtiçi yolcu taşımacılığına, gerekse dış turizmin gelişimine önemli katkı yapmıştır. Öte yandan piyasanın çözemediği iktisadi sorunların devlet müdahalesiyle otomatik olarak çözüleceğini varsaymamalıyız. Hatta kimi ekonomik kararların toplumun genelinin faydasına değil de, iktidara yakın veya lobisi kuvvetli kesimlerin dar çıkarlarına hizmet edebileceğini de dikkate almalıyız. Dolayısıyla, ülkemiz kaynaklarının kullanımını belirleyen her tür politika sorgulamaya açık olmalı.

Daima hatırlamamız gereken şey, ekonomide kaynakların sınırlı olduğu ve bu yüzden tercih yapmanın gerektiğidir. Mesela devlet desteğiyle bir otomobil markası yaratılacaksa, burada önemli olan bunu gerçekleştirmek için nelerden feragat edileceği ve buna değip değmeyeceğidir. Bu marka uzun vadede destek olmadan uluslararası rekabette ayakta durabilecek mi? O sektörde ve tedarik zinciri boyunca diğer yurtiçi sektörlerde yeni iş olanakları ve kalıcı istihdam yaratacak mı? Teknolojik gelişme ve yenilik üretimine yol açacak mı? Yoksa ekonomik getirisi şüpheli olsa da kitleleri heyecanlandırıp kenetlemek için büyük maliyetlere katlanmaya değer mi? Bunlar uzun uzun düşünülmesi, çalışılması ve tartışılması gereken sorular.

Ülke kaynaklarının nasıl kullanılması gerektiği konusunda herkesin farklı fikri olabilir. Ülkemizdeki en önemli eksiklik, ortaya atılan projelere veya (ihale yöntemleri gibi) gerçekleştiriliş şekillerine itiraz hakkının oldukça kısıtlanması. Örneğin çoğu inşaat projesi doğaya vereceği zarar sebebiyle az ya da çok tepki görüyor. Elbette kalkınmadan da vazgeçemeyeceğimize göre, çevre hassasiyetlerini ve kalkınma ihtiyacını bir şekilde dengeleyebilmeliyiz. Demokratik toplumlarda siyasetçilerin ve toplumsal kesimlerin dahil olduğu tartışma, müzakere, demokratik eylem, yargı yolu gibi süreçlerle bu kararlar alınıyor ve uygulanıyor. Bizde ise geleneksel medyada dengeli bir tartışma ortamı kalmadı. İtiraz etmek olağan bir hak olarak görülmüyor ve ihanet suçlamasına varan ölçüsüz tepkiler doğurabiliyor. Hele protesto için bir yürüyüş falan düzenleseniz engellenebilir, göz altına dahi alınabilirsiniz. Yargı ise nadiren idarenin aleyhinde karar alabiliyor.

Ülkeyi yöneten siyasi irade elbette çoğunluğun desteğiyle iktidara geldi, fakat bireylerin ve azınlık grupların seslerini duyurma ve haklarını arama imkanının kısıtlanması da ciddi bir özgürlük ve adalet problemi. Dahası, ömrü çok uzun olan, kamuda büyük finansal yükümlülükler yaratan, hatta (Kanal İstanbul gibi) kimisi coğrafyayı ilelebet değiştirecek projelerde sadece bugünkü kuşakların değil, daha doğmamış kuşakların da hakkını düşünmek zorundayız. Biz bu dünyadan göçeceğiz ama bu yapılar etkileriyle beraber kalacak. Bugün öngöremediğimiz olumsuz sonuçlar doğarsa, o zaman bunun hesabını kim verecek? Dolayısıyla, bugün önceliğimiz hızlı karar almaktan ziyade, toplumun tüm kesimlerinin görüşlerini dikkate alarak sağlam adımlar atmak olmalı.

23 Kasım 2019 Cumartesi

Evrimsel Biyoloji ve İktisat

İktisatla biyolojinin ne alakası olabilir? Birisi sosyal bilim, diğeri doğa bilimi. Lakin evrimsel biyoloji konusunda öğrendiğim bir çok şey bana fazlasıyla tanıdık gelmiştir. Örneğin evrim teorisinin kilit parçalarından biri olan doğal seleksiyon kavramının, klasik iktisatçılardan Thomas Malthus'un insan nüfusu ve büyümeye dair görüşlerinden etkilendiği anlaşılıyor. Zaten Charles Darwin, Türlerin Kökeni (On the Origin of the Species) adlı kitabında Malthus'a doğrudan atıf da yapmıştır. Richard Dawkins'in gen odaklı evrim teorisini anlattığı Gen Bencildir (The Selfish Gene) adlı kitabını ise neredeyse bir iktisat kitabı gibi okumuşumdur. Evrimin mekanizmasını genlerin yönettiği stratejik rekabet ve işbirliği üzerinden üzerinden açıklayan kitap, baştan sona fayda maliyet analizi ve oyun teorisi uygulamaları içeriyor.

Malthus, tarımsal üretiminin doğrusal, nüfusun geometrik hızla artmasından hareketle, bir noktada gıda üretiminin daha fazla insanı besleyemeyecek duruma geleceğini savunmuştur. Bu durumda nüfus artışı ve büyüme nihayetinde duracak, durağan bir ekonomik düzen oluşacaktır. Aslında modern zamanlardaki hızlı büyüme ve nüfus patlamasına kadar insan topluluklarında aşağı yukarı bu olmuştur. İnsanlar başta dünyaya yayılıp yeni kaynaklar arayarak çoğalmışlar, bulamadıkları noktada birbirleriyle savaşmışlardır. Sonunda kıtlık, savaş, çocuk ölümleri ve salgın hastalıklar insan nüfusunu sınırlamıştır. Darwin, Malthus'un nüfus prensibinin tüm canlılarda geçerli olduğunu söyler. Besin, ışık, barınak gibi doğal kaynaklar için rekabet eden canlılar nüfus baskısı yaşadıklarında, küçük farklılıklar sebebiyle ortama daha iyi uyum gösterenler üstün gelecek, kaynaklardan mahrum kalanlar yok olup gidecektir. Buna doğal seçilim (natural selection) denir. Milyonlarca yıldır, dünya üzerindeki her bir noktada, en küçüğünden en büyüğüne tüm canlılarda, sürekli yaşanan küçük değişikliklerle işleyen bu mekanizmanın, canlılardaki çeşitliliğin belirleyicisi olduğu savunulmuştur.

Dawkins ise, doğal seçilimdeki kritik birimin, bireyin kendisi veya bireyler topluluğu değil, canlıların genetik yapıtaşını oluşturan genler olduğunu savunur. Buna göre, var oldukları canlıları, kendi kopyalarının soydan soya aktarılmasını sağlayacak şekilde programlayan genler evrimsel açıdan başarılıdır. Örneğin, aile bireyleri birbirlerine fedakarlık gösterdiğinde (veya duruma göre göstermediğinde) ya da bir canlı başkasına karşılıklılık ilkesiyle iyilik yaptığında, genin amacına hizmet etmiş olur. Dawkins teoriyle işbirliği, fedakarlık gibi davranışların canlılarda evrimsel olarak nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışır.

Bencil gen teorisinde, her davranışın genin bekası açısından bir getisi ve götürüsü vardır. Örneğin, eşeyli üreyen canlılarda bir yavrunun genlerinin yarısı anneden, yarısı babadan gelir. Aynı anne-babadan gelen her bir kardeşin genleri yüzde 50, kuzenlerin genleri yüzde 25 oranında aynıdır. Akrabalar uzaklaştıkça paylaşılan gen oranı da azalır. Kendisini akrabaları için (mesela bir avcı hayvan karşısında) feda eden bir canlı, eğer yeterince çok sayıda yakın akrabasını kurtarmışsa istatistiksel olarak genin devam etme ihtimalini güçlendirmiştir. Bu, akraba seçilimi (kin selection) denen fedakarlık davranışını açıklar. Öte yandan, akraba seçilimi doğrultusunda hareket eden bir canlı, genin bekasına yaramayacak durumlarda (mesela yabancılar için) tek taraflı fedakarlık yapmayacaktır. Ancak yabancılarla karşılıklı fedakarlık (reciprocal altruism) esasına dayanan işbirlikleri geliştirmek mümkündür. 

"Sen benim sırtımı kaşı, ben de senin" anlayışıyla gelişen dayanışmalar, oyun teorisi çerçevesine açıklanabilmektedir. İlginçtir, kitapta bu sırt kaşıma işinin hayvanlar için gerçek manada önemli olduğu anlatılıyor. Bazı hayvanlar başlarının arkasında yer eden (bit, pire gibi) asalakları başkalarının yardımı olmadan ayıklayamıyor. Dolayısıyla birbirlerine yardım etmeleri herkesin menfaatine. Ancak arada başkalarının yardımından faydalanan ama kimseye yardım etmeyen fırsatçılar çıkarsa, doğal seçilim mantığı içerisinde onlar avantaj sağlar ve çoğalırlar; sonunda da dayanışma çöker. Oyun teorisindeki tutuklular ikilemine (prisoner's dilemma) benzeyen bu durumun, tekrarlı oyunlarda çaresinin olduğunu biliyoruz. Nitekim kitapta da hayvanların birbirlerini hatırladığı durumlarda, sadece geçmişte kendilerine yardım etmiş bireylere yardım edip diğerlerini dışlayarak dayanışmayı sağlayabildiği anlatılmış.

Bunları okurken, "bir de iktisatçıları gerçekçi varsayım yapmıyor diye eleştirirler" diye düşünmüştüm. Anlatımda genler kişileştirilip canlıları stratejik davranmaya programlayan aktörler olarak sunuluyor. Oysa gen elbette bilinçli bir varlık değil, cansız moleküllerden oluşan bir DNA parçası. Ama evrimin mekanizması, şartlara en iyi uyum sağlayan genin çoğalıp gelecek kuşaklara aktarılmasına imkan verdiğinden, sanki bir bilinci var da bu yönde çaba gösteriyor gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Bu da bana iktisat teorisindeki aktörlerin davranışlarını andırıyor. İş dünyasının pratiğini bilen insanlar dönüp iktisat kitaplarındaki basit firma teorisine baktıklarında, "Ama firmalar gerçekte böyle çalışmaz ki!" derler. Anlamadıkları şey, iktisat teorisinin firmaların pratikteki yönetimiyle ilgili olmadığı, piyasaların işleyiş mekanizmasını ortaya koyup bunun ekonomik sonuçlarını tahmin ettiğidir. Yani "rasyonel firma" bizim "bencil gen"imizdir. Firmanın pratikteki kültürü nasıl olursa olsun, rekabet ortamında var olabiliyorsa bir şeyleri doğru yapıyor demektir. Doğruyu verimli bir kurumsal yapı oluşturarak mı, başkalarını taklit ederek mi, atadan dededen gelen yöntemlerle ya da yöneticilerin içgüdüleriyle mi buldukları bizi genellikle ilgilendirmez. Ayrıca rekabet edemeyip piyasadan elenenlerle de işimiz olmaz. İktisat teorilerine böyle bakmak lazım.

Sonuç olarak, iktisat kendisine çok uzak görünen alanlarla bazı noktalarda epey benzeşebiliyor. Bakalım daha nelerle karşılaşacağız.

22 Kasım 2019 Cuma

Alanında iş bulamayanlar

Youtube'da +90 kanalında, "Alanında İş Bulamayanlar" adlı bir röportaj dizisi yayınlanıyor. Burada gençler eğitimini aldıkları alanda, arzu ettikleri işi bulmada yaşadıkları zorlukları anlatıyor. İlgi duyanlara tavsiye ederim (linki burada). Videolarda genel olarak öne çıkan birkaç noktayı burada değerlendirmek istiyorum.

İş bulamayanların bir kısmının sıkıntısı yapısal değil, konjonktürel. Yani bu kişiler aldıkları eğitim kötü olduğu veya yanlış yönlendirildikleri için değil, kriz döneminde iş olanakları az olduğu için iş bulamıyor. Bu  her ülkede zaman zaman yaşanır ve sadece yeni mezunların değil, herkesin sorunudur. Bizde özellikle inşaat sektörü çok etkilendiği için, ilgili mesleklerde (inşaat, çevre ve benzeri mühendislikler, mimarlık vs.) iş arayanlar daha da zor durumda. Bu durum karşısında gençlerin alternatif işler aradığı, imkanı olanın yurtdışında eğitim fırsatları kolladığı görülüyor. Mantıklı olan da bu, fakat sonuç almak zor. Maddi açıdan sıkıntıda olanlarınsa, geçici bir işte şartların iyileşmesini beklemekten başka seçeneği yok. Ümit edelim de ekonomide büyüme çabuk gelsin ve istikrarlı olsun. İşgücüne talep arttığında bu sorunlar hafifleyecektir.

Eğitimde ve işgücü piyasasında elbette yapısal sorunlar da var. Videolarda varlığından haberdar olmadığım kimi üniversitelerden veya bölümlerden mezunlar vardı mesela. Devlet bir kararla çok sayıda üniversite açıp birkaç yıl içinde binlerce ilave derece dağıtabilir. Fakat eğitimde kalitenin yükselmesi (ki bu konuda gençlerden şikayetler var) ve mezunlara uygun iş alanları açılması zaman alır.

Röportajlarda dile getilen meselelerin içeriği ve önemi farklılık gösteriyor. Üniversite okumuş bir gencin zorunluluktan seyyar satıcılık yapması trajik bir şey. Önüne çıkan imkanları uygun bulmadığından iş aramaya devam edenler de elbet sıkıntıdadır. Öte yandan psikoloji mezununun insan kaynakları uzmanı olması gibi örnekler daha farklı. Böyle kişiler belki ideallerindeki işe girememiştir, fakat sahip oldukları kimi beceriler iş hayatında değer bulmuştur. Hayalindeki mesleği yapmamak bir insan hikayesi olarak değerli olsa da, bu işsizlikle ya da eksik istihdamla eşdeğer bir sosyal sorun olamaz. (Hatta alanı dışında çalışmayı çok geniş alırsak, bankacıların hemen hepsi buna girebilir. Bu da meseleyi sulandırır.)

Röportajlarda  yeni mezunlar sıkça, meslek sahibi olmamanın yarattığı eksikliği dile getiriyor. Bu bence yanlış bir algı. Mesela iktisat okuyan otomatikman iktisatçı olmaz. Üniversite eğitimi insana başka yerde öğrenilemeyecek akademik bilgi, kültür ve becerileri kazandırır. Bu bilgileri kullanarak ekonomik araştırma veya analiz yapmak ise iş üzerinde öğrenilir. Hatta iktisat özelinde kariyer yapacaklar için lisans eğitimi de muhtemelen yetmez. Nerede çalışacağına ve hedefinin ne olduğuna bağlı olarak yüksek lisans ve belki doktora yapmak gerekir. Yani okul bitirmek insanın mesleki gelişimin sadece ilk adımıdır.

Genel olarak yakınılan bir konu da, iş ilanlarında özel sektörün tecrübeli eleman araması; yetiştirmek üzere eleman arayanlarınsa az para verip (hatta kimisi onu da vermeyip) çok çalışma beklemesi. Tecrübeli eleman ilanı veren işverenin belli ki beklentisi farklıdır; gelip ilk günden çalışmaya başlayacak ve oradaki ihtiyacı karşılayacak birine bakar. Bunda işverenin günahı yok. İkinci konuda ise, gençler yakınmakta haklı, ama maalesef insan çok, iş az olunca böyle oluyor. Birçok yeni mezun tecrübe kazanmak için bu şartları kabul ediyor ki, pratikte daha iyi bir çıkış pek yok. Sonuçta buralarda somut deneyimler kazanmak, daha sonra daha iyi bir işe sıçramaya yardımcı olabilir. (Bunun dışında, başlangıç maaşı tatminkar bile olsa, yeni mezun için meslek edinmek ve kendini geliştirmek her zaman ön planda olmalıdır.)

Bunun haricinde birçok genç devleti hala umut kapısı olarak görüyor. Lakin her sene yüzbinlerce yeni insanın işgücüne katıldığı ülkede, devlet bunların en fazla ne kadarını istihdam edebilir?

Son olarak, (videolar bolca kesilip biçilmiş olsa da) gençleri genel olarak dertlerini anlatmada ve sebeplerini sorgulamada başarılı buldum. İstihdam problemi bir yana, yüksek öğretime erişimin kolaylaşmasının daha nitelikli yurttaş yetiştirme gibi bir faydası da var.

30 Eylül 2019 Pazartesi

Ödemeler dengesi nereden nereye...

Türkiye'nin ödemeler dengesinde 2000'lerin başından beri kayda değer ne olmuş? Cari işlemler dengesi, sermaye giriş çıkışlarının miktarı ve kompozisyonu, döviz rezervleri nasıl değişmiş? Açıklanamayan sermaye hareketlerinin (net hata ve noksanın) etkisi ne kadar? Bu sorulara cevap bulmak için aşağıdaki grafiği çizdim. Üzerine de birkaç kelam etmek istiyorum.

Öncelikle çizimi açıklayayım. Grafikte 2001'den bu yana 12 aylık toplam cari işlemler açığını onun finansman kalemleriyle birlikte gösteriyoruz. Cari açık kırmızı çizgiyle, diğerleriyse üst üste binmiş sütunlarla temsil ediliyor. Finansman tarafında net değerler gösteriliyor. Resmi rezervlerde, TCMB'nin yabancı varlıkları alması dışarıya sermaye çıkarmak olduğundan rezervin arttığı dönemlerde yeşil sütunlar eksiye dönüyor. Rezerv varlıkların satılması ise finansal kaynak yarattığından, bu durumda yeşil sütunlar artıya geçiyor. Yatırımlar doğrudan yatırım ve diğer (borç ve hisse) olarak ayrılıyor. Yabancılar Türkiye'de bir şirkete en az yüzde 10 hisse payıyla ortak olduğunda veya bir gayrimenkul satın aldığında doğrudan yatırım olarak kabul edilir. İlk grupta bunlar var. İkinci grupta ise tahvil alım satımı, kredi ve mevduat, hisse senedi yatırımı gibi yollardan ülkeye giren net finansman görülüyor. Hisse senetlerinin payı küçük olduğundan, borç ve hisse grubundaki harekette aslında borç belirleyici. Elbette borçlanmanın çeşidi, vadesi gibi detaylar da önemli, ama grafiği sadeleştirmek ve konuyu fazla dallandırmamak için oralara girmiyoruz.

Grafiği yorumlamaya geçmeden, 2000 öncesinde durum neydi, kısaca ona değinelim. 2000'lere kadar ödemeler dengesinde zaman zaman çıkan krizler dışında fazla bir aksiyon yok. Zaten 1980'lerin sonuna kadar sermaye hesabı serbest değildi. Özel sektörün ve bireylerin yabancı varlıklara yatırım yapması, yabancılardan borçlanması diye bir şey yoktu. O dönemlerde ülke döviz geliri kadar ithalat yapardı. Gelirler düşer (mesela ihraç mallarının fiyatı azalır) veya giderler yükselirse (mesela petrol pahalılaşırsa) dengenin bozulduğu olurdu. O zaman merkez bankasının belirlediği döviz kuru yükseltilerek (yani devalüasyon yapılarak) denge sağlanırdı. Sermaye hesabı serbest kaldıktan sonra yurtdışından borçlanarak cari açık vermek de kolaylaştı. 90'lı yıllarda (94 krizi, 98 Asya krizi gibi) bazı kayda değer olaylar var ama, ödemeler dengesindeki asıl hareketlilik 2000'lerde yaşandı. Grafiğimiz de bu dönemi yansıtıyor.


Burada ne gözlemliyoruz? Bir defa, 2000'li yıllarda daha önce görülmemiş büyüklükte sermaye girişleri ve cari işlemler açıkları kaydedildi. 2011 senesinde cari işlemler açığı milli gelirin yüzde 10'una kadar yaklaşırken, yakın zamanda (borç ve hisse grubundaki) spekülatif yatırımların çıkışıyla cari açık yüksek bir seviyeden hızla kapandı. 

İkincisi, sermaye girişleri yakın zamana kadar büyük ölçüde borçlanma olarak gerçekleşti. Doğrudan yabancı yatırımlar ise 2005-2008 arasında en yüksek seviyeye ulaştıktan sonra geriledi. Yarıya yakını gayrimenkul olsa da, hala yıllık 10 milyar dolara yakın doğrudan yatırım çekiyoruz.

Üçüncüsü, yeşil bölgelerin dağılımından anlaşılacağı üzere, resmi rezervler sermaye hareketlerine karşı kısmen dengeleyici olarak kullanıldı. 2002-2008 ve 2010-2014 dönemlerinde girişler yüksekken, gelen sermayenin bir bölümü çeşitli kanallardan merkez bankasına aktarıldı ve bununla rezerv varlıklar (yabancı para, tahvil, altın vb.) alındı. Son senelerde sermaye girişinin yavaşladığı ve tersine döndüğü dönemlerde ise biriken rezerv varlıklar kullanılarak, oluşan kaynak ihtiyacı bir nebze olsun karşılanmaya çalışıldı.

Dördüncü nokta, net hata ve noksan kalemi son senelerde finansmanda giderek daha fazla ağırlık kazandı. Haberlerde buradaki girişlere kaynağı belirsiz para dendiğini görürüz. Böyle denince yasadışı kazanılan ya da ülkeye sokulan para akla geliyor. O da vardır, lakin böyle olmak zorunda değil. Mesela bir şirketin yurtdışında bulunan hesabını kullanarak yabancı bir bankaya borcunu ödediğini düşünelim. Borç ödenmesi ödemeler dengesinde çıkış, mevduatın kullanılması giriş olarak kaydedileceği için nette sermaye hesabında değişim olmaması lazım. Ancak mevduat TCMB'nin gözlemleyemediği bir ülkedeyse, giriş kaydı olmayacağından işlem net hata noksanı etkileyecektir. Bunun haricinde son yıllarda merkez bankası yurtdışındaki altınlarını ülkeye getirdiğinde, bu da teknik sebeplerden bu kaleme yazıldı. Ayrıca dış ticarette eksik/fazla rapor edilen değerler, istatistiki hatalar ve daha aklımıza gelmeyen bir sürü şey bu kalemi etkileyebilir.

Genel olarak, ödemeler dengesindeki hareketlerde küresel gelişmeler ve Türkiye'deki değişimler etkili oluyor. 2008'e kadar olan yıllar, dünyada ihracatla büyüyen (Çin, Almanya ve petrol üreticileri gibi) ülkelerin büyük tasarruf fazlası yarattığı ve bunun tasarruf açığı olan ülkelere akarak küresel dengesizlikleri büyüttüğü bir dönemdi. Dünyada yüksek getiri arayan sermaye, o dönemde IMF programı ve AB üyelik süreci doğrultusunda reformlar yapan Türkiye'ye yöneldi. Hem doğrudan, hem spekülatif yabancı yatırım arttı; cari işlemler açığı genişledi. Bu süreç 2008 küresel krizinde bir süre sekteye uğradıktan sonra, kriz sonrası değişerek devam etti. Dünyada merkez bankaları para politikalarını görülmemiş ölçüde gevşetince, düşük faiz ortamında getiri arayan spekülatif sermaye tekrar gelişen ülkelere yöneldi. Türkiye bir süre bundan faydalansa da 2013 sonrasında küresel eğilim tersine döndü ve gelen para zamanla azaldı. Türkiye'nin yaşadığı siyasi çalkantılar, diplomatik krizler, jeopolitik tehditler ve ekonomi yönetimindeki hatalar da tuz biber oldu. Spekülatif sermaye son dönemde gürültülü bir şekilde çıktı. Dış finansmanın ucuz ve bol olduğu zamanlarda hızlı büyüyen, tüketen, yatırımlarını artıran Türkiye ekonomisi, finansman kesilince daraldı.  

Peki dış borçlanma ne getirdi, ne götürdü? Bunlar Türkiye'de yaşayan herkesin hayatına dokunduğu için çok açık. İşini büyütmek, (konut, araba, eşya gibi) bir şey satın almak ya da bir ihtiyacını görmek için kredi kullanan, hatta kredi kartıyla vade farkı ödemeden taksitli alışveriş yapan herkes bundan faydalandı. Zira bekleyip tasarruf etmek yerine, bir başkasının tasarrufundan yararlanıp tüketim veya yatırım isteklerini hemen gerçekleştirdiler. Dış borçlanma, kredi kullananlar için sadece yurtiçindeki tasarruf sahiplerinin değil, başka ülkelerin tasarruflarına da erişme imkanı sağlayarak finansmanı bollaştırdı ve ucuzlattı.

Borçlanma elbette bir takım riskler de getiriyordu. Yakın dönemde Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeler bunların çok dikkate alınmadığını ve iyi yönetilemediğini ortaya koyuyor.  Örneğin, faizi düşük diye yabancı parayla borçlanan ve maliyetine katlanmamak için sigorta (hedging) yaptırmayan firmalar kur riski almaktaydı. Devlet buna karşı düzenleme yapmakta geç kaldı ve döviz kurları patladığında şirketlerin borçları da katlandı. Sonra, uzun dönemli yatırımlarını kısa vadeli borçlanıp çevirerek finanse eden firmalar vade (faiz) riski almaktaydı. Sermaye hesabının serbest olduğu bir ekonomide, küresel faizlerde veya ülke risk priminde artış olması yerel faizlerin de artmasını gerektirir. Bizde buna enflasyon beklentisinde bozulma ve vatandaşın döviz tercih etmesi de (dolarizasyon) eklendi. Merkez bankası geçen sene Türk lirasını savunmak için kallavi faiz artışları yapınca, bu risk alan firmaları vurdu. Ayrıca finansmanda risk alınmasa bile, düşük faiz döneminde verimsiz projelerin fonlandığı ve varlık fiyatlarının şiştiği de görülüyor. Geldiğimiz noktada enerji ve inşaat sektörleri başta olmak üzere, ekonomide milyarlarca liralık batık kredi olduğu ortaya çıktı. Tam zararı henüz bilmiyoruz.

Peki bundan sonra ne olacak? Uzun dönemde çözülmesi gereken çok sayıda sorun var. Ekonomik açıdan regülasyonların etkinleştirilmesi, üretimde verimliliğin ve tasarrufların artırılması, ihracatın geliştirilmesi gerekiyor. Siyasi açıdansa iç ve dış ilişkileri istikrarlı, kurumları güvenilir bir ülke olduğumuzda, (olumlu bir yan etki olarak) dış finansman sorunlarımızın da hafifleyeceğini düşünüyorum. Kısa vadede ise gözümüz dünyadaki büyük merkez bankalarının yaptığı parasal gevşeme adımlarında olacak. Bu politikalar gelişen ülkelere spekülatif sermaye akımlarını artırabilir ve bizden sermaye çıkışını tersine çevirebilir. Bu elbette yapısal sorunları çözmeyecek, hatta cari dengeyi tekrar açığa döndürüp riskleri besleyecek. Ancak Türkiye gibi 20 senedir cari açık vererek büyüyen bir ülke, ha deyince ihracat yapıp tasarruf ederek büyüyen bir ekonomiye dönüşemez. Borçlanma maliyetlerinin düşüp miktarın artması, bir süre büyümeyi canlandırıp politika yapıcılara zaman kazandırabilir. Umalım ki bu süre yapısal sorunların çözümü yolunda çalışılarak kullanılsın.


6 Eylül 2019 Cuma

Büyümenin oynaklığı

Türkiye uzun dönemde bakıldığında, Avrupa'nın ortalamada en hızlı büyüyen ülkelerinden biri. Bu durum son ekonomik krize kadar kimileri için gurur kaynağıyken, kimileri için doğru olamayacak bir istatistik hilesi ya da sürdürülebilir olmayan bir eğilimdi. Ekonominin bir başka özelliğiyse çok dikkat çekmiyor. Türkiye aynı zamanda büyüme hızı çok değişken bir ekonomi.

Aşağıdaki grafikte, Türkiye'nin mevsim ve takvim etkileri arındırılmış çeyreklik GSYH büyüme hızları, 10 senelik ortalama (yüzde 1.4) ve bunun etrafındaki bir standart sapmalık (+/-1.6 puan) bant görülüyor. Ortalama büyüme hızı gayet iyi. Yüzde 1.4'lük çeyreklik artış dört çeyrek boyunca korunursa, yıllık yüzde 5.7 yapar. Nüfus artış hızını düşünce, bu kişi başına yüzde 5'e yakın bir reel büyümeye denk gelir ki, Allah bereket versin. Ancak aradaki dur-kalk hareketler kötü. Yer yer görülen uç değerlerin yanı sıra, (grafikte ölçek geniş olduğu için fark edilmeyebilir) orta bölgede bile çeyrekten çeyreğe 1 puan civarı ve hatta üzeri oynamalar yaygın. 
AB ülkeleriyle karşılaştırınca, (büyümede olduğu gibi) oynaklık bakımından bizi bir tek İrlanda geçiyor. Aşağıdaki grafikte Eurostat verilerine göre, AB ülkelerinin çeyreklik büyüme oranlarının 2010'dan bu yana standart sapmaları görülüyor. Çok uluslu şirketler için merkez olan İrlanda'nın milli geliri zaman zaman bunların operasyonları sebebiyle çılgın hareketler yapıyor. 2015'te İrlanda'nın GSYH'si bir anda %20 küsür sıçramıştı mesela (link). Ancak onun dışındaki ülkelerde büyümenin oynaklığı bize göre daha düşük görünüyor.
Türkiye ekonomisindeki büyük dalgalanmalar; dış finansmana bağımlılık, küresel sermaye hareketleri, iç ve dış siyasi riskler, risklerin azaldığı dönemlerdeki toparlanma ve uygulanan ekonomi politikalarıyla ilişkili görünüyor. Bunların dışında, kayıtdışı ekonomi gibi yapısal sorunlar, bayram tatillerine bağlı  işgünü kaybı gibi  ekonominin temelleriyle ilgisiz sebepler ve istatistiki unsurlar da genel olarak oynaklığı etkilemiş olabilir.

Oynaklık ekonomideki belirsizliklerle ilişkili olduğundan, az olması makbul. Ayrıca ekonomistler ve politika yapıcılar açısından verilerin yorumlanmasını ve buna dayanarak karar almayı güçleştiren bir etmen. Zira büyüme hızındaki değişim temel iktisadi gelişmelerden mi, yoksa bir takım geçici sebeplerden veya istatistiki sorunlardan mı kaynaklanıyor tespit edemiyorsak,  uygun politikayı da geliştiremeyiz. Misal, dönüp 2016 yılına baktığımızda, üçüncü çeyrekteki küçülme darbe girişimi ve (Rusya'yla kriz, terör gibi) bir takım jeopolitik gelişmelere bağlı geçici bir olay gibi görünüyor. Fakat o tarihte böyle görülmedi ve derin bir resesyon riski olduğu düşünüldüğünden, güçlü bir genişlemeci ekonomik program uygulandı. Bunun da sonraki dönemlerde ciddi yan etkileri oldu.

Ufak dalgalanmaları analiz etmek daha da zor. Bugün bir çeyrekte büyüme beklenenden bir puan daha yüksek ya da düşük gelse, o kadar değişken bir seride bunun tek başına ne kadar anlamı olur? O yüzden sağlıklı bir analiz için, GSYH verilerini daha geniş bir veri seti (sektörel göstergeler, krediler, istihdam vb.) ile beraber, orta-uzun dönemli eğilimleri dikkate alarak, iktisat teorisi çerçevesinde değerlendirmekte fayda var. Örneğin, böyle bakınca bu hafta başında açıklanan 2. çeyrek GSYH verilerinde, yatırımların hızla düşmesini anlayabiliyorken, tüketim harcamaları büyümesinin hızlanmasını bir mantığa oturtamıyorum.

Burada çeyreklik baktık ama yıllık büyüme oranlarına da bakınca nitelik olarak pek bir şey değişmiyor. Zaten mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH'deki oynaklık asıl seriden kaynaklanıyor. Ayrıca büyümenin oynaklığı yüksek ülkelerde, arındırılmış verilerde geriye dönük revizyonların da büyük olduğu görülüyor. Orhan Karaca bu konuyla ilgili Türkiye'de 2018-2. çeyrek büyümesinin zaman içinde 1 puana yakın aşağı revize edildiğini yazmıştı (bkz.). Betam da geçmişte büyüme revizyonlarının büyüklüğü konusunda bir rapor yayımlamıştı (bkz.). AB ülkelerinin geneliyle karşılaştırınca, bizdeki revizyonlar hakikaten büyük duruyor, ancak İrlanda'yla karşılaştırınca küçük kalıyor. Örneğin, ALFRED veri tabanından aldığım geçmiş yayınları gösteren aşağıdaki grafikte (bu da linki), İrlanda'da 2016'da büyümenin yönünü değiştiren ve 8 puana kadar ulaşan revizyonlar olduğu görülüyor. Demek ki beterin beteri var.


12 Ağustos 2019 Pazartesi

İktisat ve Etik: Smith, Bentham, Rawls ve Sen

Tarihi Adam Smith'e uzanan modern iktisat, felsefeden ayrılan bir disiplin olarak başlamıştır. Ahlak felsefesi olan etik, bugün de özellikle kamu politikaları ve kalkınma alanlarında iktisatla iç içedir.  Nedir iktisattaki belli başlı etik konular? Kısaca bahsedelim.

Adam Smith ve ticaret


18. yüzyılda yaşamış İskoç filozof ve iktisatçı Adam Smith, insanların kişisel menfaatleri doğrultusunda hareket ettiğine, fakat aynı zamanda başkalarına da empati duyduğuna inanır. Ekonomik düzenin nasıl işlediğine ve ulusların refahının nasıl artırılacağına dair görüşlerinin temelinde bu yatar. Fırıncı ürettiği ekmeği piyasada satıp kazancıyla ihtiyaçlarını satın aldığında sadece kendisi kazanmaz. Karnını doyuran müşteri, ücretini alan işçi ve fırıncıya mal ve hizmet sağlayan diğer üreticiler de kazanır. Herkes kendisi için çalışır ama toplumsal faydayı doğuran bireylerin bencilliği değil, karşılıklı menfaat prensibiyle piyasada serbestçe ticaret yapmalarıdır. Dolayısıyla ekonomik refah için tekellerin kırılarak rekabetin sağlanması, ticaret üzerindeki engellerin kaldırılması, tarafların haklarını güvence altına alan bir kurumsal düzen kurulması şarttır. Ayrıca toplum içinde çatışmaları önleyip huzur ve refah içinde yaşamak için, adaletin ve hayırseverliğin (bugünkü dilde sosyal dayanışmanın) gelişmesi de gereklidir. Özetle, Adam Smith hürriyet, adalet, ticaret ve sosyal dayanışma vurgusu yapar.

Faydacılık ve sosyal refah

18-19. yüzyıl İngiliz filozoflarından Jeremy Bentham'a uzanan faydacılık (utilitarianism), en çok insana en fazla fayda sağlamayı savunan bir etik teorisidir. Bir şey topluma fayda sağlıyorsa iyidir, zarar veriyorsa kötüdür prensibine dayanır. Faydacılar mutluluğu ölçülebilir kabul edip eylemlerin sonuçlarına (mutluluk veya acının şiddeti, süresi, etkilediği insan sayısı gibi) çeşitli faktörlere göre sayılar vermek suretiyle matematiksel hesaplar dahi yapmışlardır. İktisat okuyan herkesin bildiği fayda (utility) fonksiyonları kaynağını buradan alır. Lakin modern iktisatta artık insanların mutluluğunu ölçülmeye çalışmıyoruz. Fayda fonksiyonları bireylerin tercih sıralamalarını matematiksel olarak ifade etmek için kullanılan araçlardır. Pozitif iktisadi analizde, bir talep eğrisinin nasıl ortaya çıktığını tasvir etmekten öte işlevleri yoktur. 

Normatif analizde ise, toplumun toplam (ya da ortalama) refahını maksimize etme fikri bir refah kriteri olarak geçerlidir. Gelirin maliye politikası yoluyla bölüştürülmesini ele alalım. Zengin birinden 1000 lira alıp fakire versek, zengin etkilenmez ama fakir bu parayla birçok ihtiyacını görür. O zaman faydacı perspektiften, zenginlere vergi koyup parayı fakirlere harcamak toplam refahı artıracaktır. Bu da gelir eşitsizliğini azaltacak politikalar uygulamayı meşrulaştırır. Elbette vergiler de refah kayıplarına yol açtığından, eşitsizlikleri azaltmak ve verimliliği korumak arasında bir denge tutturmak gerekir. (Optimal vergilendirme konusunu şurada uzun uzadıya anlatmıştım: link)

John Rawls ve eşitlikçilik

20. yüzyıl Amerikan filozofu John Rawls, adalet ölçütlerinin belirlenmesinde "bilinmezlik perdesi" (veil of ignorance) fikrini ortaya atar. Toplumda hangi haklar ve özgürlükler tanınsın? Kimden ne kadar vergi alınsın, para nereye harcansın? Nereye nükleer santral, baraj, altın madeni vb. kurulsun? Böyle sorulara bugün herkes kendi menfaati ve hassasiyetine göre farklı cevap verir. Ancak dünyaya gelmeden ve kimin ne durumda (nerede, hangi meslek ve statüde, zengin ya da fakir) olacağı bilinmeden sorulsaydı, ne cevap verirdik? Rawls'a göre önemli olan bu.

Böyle düşününce, gelirin bölüşümü konusunda faydacı yaklaşım bana makul görünüyor. Zira zengin mi fakir mi olacağımızı bilmeseydik; muhtemelen ortalama gelirin yüksek, gelir eşitsizliğinin düşük olduğu bir ülkede doğmayı tercih ederdik. Ancak Rawls bununla tatmin olmuyor. Çünkü toplumsal faydayı artırmayı hedefleyince, çoğunluğun iyiliği için azınlıkların feda edilmesinin önü açılabilir. Bölge, sınıf, meslek, ırk, etnik köken gibi türlü özellikleri sebebiyle bazı zümreler diğerlerinin gerisinde kalabilir. Bu yüzden Rawls, bilinmezlik perdesinin ardında olunduğunda, toplumun en alt kademesinin refahını artırmanın daha makbul bulunacağını savunur. Bu da daha eşitlikçi bir toplum düzeni ortaya koyar. 

Aslında Rawls'un teorisi gelir ve servet gibi maddi değerlerle sınırlı değildir. İnsanların sahip olduğu fırsatlar, hak ve özgürlükler de "temel değerler" (primary goods) olarak refahın belirleyicisi kabul edilmiş ve bu konularda da eşitlik ilkesi benimsenmiştir.

Amartya Sen ve kapasite yaklaşımı

Günümüz filozofu ve Nobel ödüllü Hintli iktisatçı Amartya Sen'in de Aristo felsefesindeki insanın işlevi  (function of man) tezine dayanan, kapasite yaklaşımı adlı bir teorisi var. Aristo iddia eder ki, şu hayatta her şeyin olduğu gibi insanın da bir işlevi vardır ve onun için iyi olan buradan kaynaklanır. Nedir bu işlev? Akılcı prensipler doğrultusunda aktif bir hayat sürmektir. Elbette bu düşünce tartışılır, ama Amartya Sen ikna olmuştur ki işlev edinmeleri için insanlara imkan sağlanmasını savunmuştur. Mesela eğitim almak, meslek sahibi olmak, sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmek gibi şeyler insan için işlevken, bunlara dilediği gibi ulaşması için ona sağlanacak fırsat ve özgürlükler kapasite (capability) olarak adlandırılır. 

İşlev ve kapasiteler insana maddi refah da getirir ama onun ötesinde başlı başına değerli şeylerdir. Bu yönüyle toplumsal refahı maddi sonuçlar üzerinden tanımlayan ve bu sonuçların nasıl ortaya çıktığını önemsemeyen yaklaşımlardan ayrılır. Örneğin, faydacı bakış açısından iyi kazanç sağladıktan sonra bir insanın doktor mu, kabzımal mı olduğunun bir önemi yokken, Sen'e göre seçme şansına sahip olmak bile değerlidir. O yüzden bu yaklaşımda fırsat eşitliği başta olmak üzere, birçok hak ve özgürlük iktisadi kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilir.

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Reel faiz nedir?

Reel faiz, enflasyon etkisinden arındırılmış faiz oranıdır. 100 liramız var diyelim ve önümüzde iki seçenek olsun. Parayı bugün tüketebiliriz ya da gelecek sene tüketmek üzere bankaya mevduat olarak yatırırız. Bankanın açıkladığı faiz (buna nominal faiz denir) yüzde 20 ise, seneye yatırdığımız anaparayla birlikte 120 lira geri alacağız demektir. Bu arada tükettiğimiz mal ve hizmetlerin fiyatı da artacak. Diyelim bugün birim fiyatı 1 lira olan bir mal, bir senede yüzde 15 zamlansın ve fiyatı 1.15 liraya çıksın. Bu durumda, bugünkü 100 liramızla 100 birim tüketebilecekken, tasarruf edersek seneye elimize geçecek 120 lirayla 104.3 (=120/1.15) birim tüketiriz. Dolayısıyla, mevduatın alım gücümüzde yarattığı artış (reel faiz oranı) yüzde 4.3 olur. (Tasarrufumuzu vadeli mevduat yapmak yerine nakitte tutsaydık, nominal getirimiz olmayacak ve paramız 100 lirada kalacaktı. Ancak enflasyon yüzünden paramızın alım gücü 87'ye (=100/1.15) düşecekti. Yani yüzde 13 reel kaybımız olacaktı.)

Formüle dökersek; i nominal faiz, r reel faiz, p enflasyon oranı ise, 1+r=(1+i)/(1+p) olur. Bu formülü içler dışlar çarpımı yapıp sadeleştirirsek, r+p+r.p=i haline gelir. Enflasyonun düşük olduğu bir ekonomide r.p değeri çok küçük olacağından, bunu sıfır kabul edip yaklaşık olarak i=r+p veya r=i-p yazabiliriz. Ders kitapları enflasyonun düşük olduğu ülkelerde yazıldığından, reel faizin bu şekilde nominal faizle enflasyonun farkı olarak tanımlandığını görürüz. Bu hesap yapmamızı kolaylaştırır, fakat yukarıdaki örneklerdeki gibi, enflasyon yükseldikçe hata payı büyür.

Pratikte ekonomistler analiz yaparken, enflasyon ölçüsü olarak genelde ulusal tüketici fiyat endeksini (TÜFE) alır. Geçmişte (t-1 zamanında) yapılan tasarruf kararının (t zamanında) gerçekleşen reel getirisi hesaplanacaksa, geçmişte (t-1) belirlenmiş faizden bugünkü (t-1'den t'ye) enflasyon oranı çıkartılır. Eğer bugün (t) yapılacak tasarrufun beklenen getirisi hesaplanacaksa, formülde bu sefer bugünkü (t) faizle gelecekteki (t+1) enflasyonun beklentisi kullanılır. Tasarruf (ya da tersi, borçlanma ve yatırım) kararları geleceğe yönelik yapıldığından, beklenen reel faizin ne olduğu iktisadi analiz açısından daha önemlidir.

Enflasyon beklentisi için çeşitli göstergeler vardır. Ülkemizde merkez bankasının her ay yaptığı beklenti anketi kurumsal şirketlerde çalışan ekonomistlerin beklentilerini yansıtır. Ayrıca tahvil faizleri gibi piyasada oluşan fiyatlardan, finansal piyasalarda işlem yapanların enflasyon beklentisi türetilebilir. Ekonomik aktörlerin beklentilerini gerçekleşen enflasyonu dikkate alarak oluşturduğu varsayılarak, enflasyon beklentisinin yerine son dönemin enflasyon gerçekleşmesinin alındığı da olur.

Son olarak bir uygulama yapalım. Aşağıdaki grafik Türk lirası mevduatların bir senelik beklenen ve gerçekleşen reel faizlerini gösteriyor. Burada nominal faiz olarak TCMB'nin 1-3 ay vadeli ortalama TL mevduat faizi verilerinin ay sonu değerlerini aldım. Türkiye'de mevduatların ortalama vadesi 1 ayın biraz üstünde olduğundan, yıllık getiri hesaplamak için aylık oranların bileşkesini almak gerekiyor. Gerçekleşen faiz ve enflasyon değerleri zaten belli. Beklenen değer içinse, son faiz oranının bir sene aynı kalmasının beklendiğini varsaydım. Enflasyon beklentisi olarak da, TCMB aylık anketindeki 12 ay sonrasının beklentisini aldım.

Grafikten görüleceği üzere, tasarrufunu TL mevduata koyanların reel getirisi (kırmızı çizgi) son senelerde gerileyip eksilere kadar düşmüş. Bunun sebebi gerçekleşen enflasyonun, beklentilerden sürekli yüksek çıkması. Bu durum geçmişte tasarruf edenlerin aleyhine, borçlananların lehine çalıştı. Bunun da elbette sonuçları oldu. Sadece enflasyon beklentileri yükselmedi, beklenen reel faiz (mavi çizgi) de yukarı geldi. Ancak bu oranlar da yeterli gelmemiş olmalı ki, bireylerin enflasyondan korunmak için tasarruflarını giderek daha fazla döviz ve altın gibi araçlarda değerlendirdiği görülüyor.

Şimdi zor bir durumdayız. Zira yabancıların Türkiye'ye sermaye getirmediği bir ortamda, büyümeyi sağlayacak sermaye yatırımları için kendi tasarruflarımıza bağımlıyız. Dolayısıyla reel faizin piyasa koşullarında yükselmesi yatırımı caydırırken, para politikası ve finansal regülasyon yoluyla cebren düşürülmeye çalışılması ise tasarrufu caydırıp alternatif araçlara kaymasına yol açar. Dahası parasal genişlemenin fazla zorlanması taze bir enflasyonist etki yaratıp kısır döngü yaratabilir. Bakalım bu durumdan nasıl çıkacağız.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Pigou vergisi

Bu sene Türkiye'de alıverişlerde kullanılan plastik poşetler parayla satılmaya başlandı. Maliyeti çıktıktan sonra geliri devlete kalacak şekilde, poşet başına 25 kuruş alınıyor. Vatandaşa yabancı geldi ve tepki de topladı ama bu aslında iktisadi gerekçesi olan, dünyada yaygın bir uygulama.

Eskiden alışveriş yaparken kullandığımız poşet sayısına dikkat etmiyorduk. Poşetleri yarısına kadar dolduruyor, hatta fazla fazla alıyorduk. Bunu yaparken kendi rahatımızı düşünüyorduk; fakat plastik poşetler doğada kendi kendine yok olmadığından, çoğunluğun bu şekilde davranması çevre kirliliğine yol açıyordu. Poşetler paralı olduktan sonra, insanlar daha çok dikkat ediyorlar. Aldıkları poşetleri tamamen dolduruyor, gerekmedikçe ek poşet almıyor, hatta yanlarında alışveriş çantası getiriyorlar. 25 kuruşluk bir maliyet, çevreye zararlı alışkanlıkların terk edilmesinde etkili olmuş görünüyor.

İktisatta bu tip uygulamalara, İngiliz iktisatçı Arthur Pigou'ya atıfla, Pigou vergisi denir. Pigou vergisi, çevre kirliliği gibi, iktisadi faaliyet sırasında istenmeden ortaya çıkan ve toplumsal zarara yol açan etkileri (iktisat tabiriyle dışsallıkları) önlemede kullanılır. Vergi ortaya çıkan toplumsal zararı, sebep olan taraflara yansıtmaya yarar. İktisat jargonuyla, dışsal maliyet böylece içselleştirilir. Maliyeti gören tüketici alışkanlıklarını değiştirir, firmalar daha çevre dostu yöntem ve teknolojiler benimsemek zorunda kalır.

Biz Pigou vergisiyle naylon poşetler yoluyla tanıştık ama potansiyel uygulama alanı çok geniş. Belki de en önemlisi, karbon salınımını azaltmak üzerine dünyada yaygın olarak uygulanan, karbon vergileri. Petrol ve kömür gibi fosil yakıtlar yandığında çıkan karbon içerikli gazlar, sera etkisi yaratarak dünyada küresel ısınmaya yol açıyor. Bu yüzden, tüketicilerin daha çevre dostu ürünleri tercih etmesi, firmaların daha temiz teknolojilere ve enerji alanlarına yatırım yapması için birçok ülkede kirlilik yaratan ürün ve sektörlere ek vergiler getiriliyor; çevre dostu ürünler destekleniyor. Bildiğim kadarıyla, ülkemizin vergi sisteminde bu amaca göre dizayn edilmiş özel bir mekanizma yok. Ancak çok uzak olmayan bir gelecekte onunla da tanışabiliriz.

Tabii, karbon salınımında sorun küresel olduğu için, çözüm uluslararası koordinasyon gerektiriyor. Dünyanın en büyük ve çevreyi de en çok kirleten ülkesi olan ABD bu işe öncülük etmeli ve diğer ülkeler eşgüdüm içinde gerekli önlemleri almalı. Aksi takdirde ülkelerin bireysel çabası küresel ısınmayı durdurmada etkili olmaz. Dolayısıyla burada sorun daha çetin.

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Acemoğlu bizi kurtarır mı?

Daron Acemoğlu'nun Türkiye'de giderek daha çok gündeme geldiğini görüyorum. Son yıllarda ülkemize geliyor, sunumlar yapıyor, röportajlar veriyor, Türkiye ekonomisini ve siyasi sistemini ilgilendiren yorumlar yapıyor. Ulusların Düşüşü (Why Nations Fail) adlı kitabı kitapçılarda çok satanlar arasına girdi. Hatta geçen yıl Türkiye'de yeni rejimin ilk bakanları belli olacakken, basında ve sosyal medyada kendisinin ekonomi bakanı olacağı fantezisi bile konuşuldu. Tabii, hikaye fos çıktı. Yakın zamanda Eksi Sözlük'te gördüm; Acemoğlu'nun Ali Babacan'la görüştüğüne ve onun başlatacağı hareket içinde yer alacağına dair türlü spekülasyonlar yapılıyordu. Hiç tanınmamış bir insanı birkaç ay içinde İstanbul belediye başkanlığına kadar getiren ve geleceğin lider adayı yapan toplumsal dalga, sanki Acemoğlu'na da yeni bir Kemal Derviş rolü biçiyor.

Bu konudaki görüşümü söylemeden önce, bilmeyenler için kendisini kısaca tanıtayım. Daron Acemoğlu, şu linkteki kalabalık CV'sinde görüleceği üzere, MIT'de profesör olan çok üretken ve başarılı bir iktisatçı. 2005'te John Bates Clark Medal adlı kırk yaşının altındaki "genç" iktisatçılara verilen ödülü aldı ki, geçmişte bunu başaran ve performansını koruyan kişilerin daha sonra Nobel de aldığı görülüyor. Dolayısıyla Türkiye vatandaşı çok sayıdaki üst düzey iktisatçı arasında, önümüzdeki on yılda bu ödülü almaya en yakın aday Acemoğlu gibi görünüyor.

Acemoğlu, ilgi alanı oldukça geniş olmakla birlikte, daha çok iktisadi kalkınma ve politik iktisat alanlarında çalışan bir akademisyen. İsmini duyunca aklıma ilk "kurumlar" gelir. (Son zamanlarda bir de "robotlar" gelmeye başladı.) Acemoğlu eğitim, yatırım, yenilik, müteşebbislik gibi kalkınmayı destekleyen iktisadi faaliyetlerin teşvik edildiği, yağma ve rant kollama gibi kalkınmaya ket vuran davranışların engellendiği ülkelerin zengin olacağını; bunu sağlayamayan ülkelerinse fakir kalacağını söyler. Hangisinin olacağı, rekabeti koruyan ve piyasa ekonomisinin verimli işlemesini sağlayan ekonomi politikalarının ve düzenleyeci mekanizmaların var olup olmamasına bağlıdır.  Bunlara iktisadi kurumlar denir. Ancak iktisadi kurumlar siyaset tarafından şekillendirildiğinden, Acemoğlu kalkınmada asıl belirleyici olanın siyasi kurumlar olduğunu savunur. Yani mesela, dar bir zümrenin çıkarını kollayan bir siyasi düzende rekabetçi piyasa ekonomisi zor çıkar. Böyle bir ortamda yandaşlar için yüksek kar getiren tekeller oluşturulması, vergi gelirlerinden belli kesimlere lüzumsuz sübvansiyonlar sağlanması gibi zararlı uygulamalar yaygın olur. Bu yüzden Acemoğlu ekonomik refahı artırmak için demokrasinin, hukukun, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi gerektiğini savunur.

Şimdi Acemoğlu'ndan ülkemiz nasıl faydalanabilir, ona dönelim. Bir defa, hiç bize özel bir şey yapmasa bile, mevcut çalışmaları ülkemize de hitap ediyor. İktisatçılar Acemoğlu'nun kendi alanlarında yazdığı makaleleri eskiden beri takip ediyor. Ulusların Düşüşü adlı kitabı ise, genel kitlenin de okuyup istifade edebileceği bir eser. Bunların üzerine, zaman zaman gelip ülkemizde sunumlar yapıyor, röportajlar veriyor. Bu bile halihazırda önemli bir fayda.

Onun ötesinde Acemoğlu gibi bilim insanları ülkemizin sorunlarını ele alan ve kamu politikalarına yön verebilecek özel çalışmalar yapsalar harika olur. Mesela geçen sene referandumla resmen başkanlık sistemine geçtik; ancak uygulamada, yerleşmiş bir düzeni masabaşında tasarlanan bir sistemle şıp diye değiştirmek mümkün değil. Dolayısıyla bu anayasa ortaya çıkacak sorunlara ve siyasi güç dengelerine göre muhtemelen uzun yıllar boyunca evrilecek. Bu sürecin rasyonel bir şekilde yürütülmesi ve siyasi kurumların hukuk, özgürlük ve ekonomik refah sağlayacak şekilde düzenlenmesi için, Acemoğlu'nun somut önerileri varsa, şahsen duymak isterim. Bunun dışında, teknolojik gelişme, işgücü verimliliği, beşeri sermaye gibi uzmanı olduğu konularda da ülkemize özel önerileri varsa, onları da öğrenmek isterim. 

Sorun şu ki, Acemoğlu gibi iktisadın en güncel meseleleriyle meşgul birinin, en verimli döneminde böyle dar kapsamlı meselelere ayıracak ne kadar zamanı ve enerjisi olabilir? Ayrıca açık konuşalım, ülkemizde bilimsel faaliyete destek değil köstek olan bir ortam var. Toplumsal sorunlara dair tespit ve eleştiriler iktidara muhalefet olarak kabul edilirken ne yapılabilir? Kaldı ki son senelerde değerli bilim insanlarımız sıra sıra ülkemizden ayrılıyor. Elimizdeki değerleri koruyamazken, başkalarından medet ummak da abes kaçıyor.

Peki bilimsel faaliyetin ötesinde, Acemoğlu Türkiye siyasetinde bilfiil rol alır mı? Bugün için, değerleriyle uyuşmayan bir iktidarda görev almaz herhalde. Geleceği ise bilemeyiz. Dünyada akademisyenlerin zaman zaman elini taşın altına koyma hissiyle kamu görevi üstlendiğini görüyoruz. Bugün Trump ayrı telden çalıyor ama, geçmişte ABD başkanlarının ekonomi danışmanları genellikle bu şekilde ülkenin saygın iktisatçıları arasından seçilirdi. Joseph Stiglitz, Ben Bernanke, Greg Mankiw, Martin Feldstein ilk aklıma gelen isimler. Daron Acemoğlu'nun da böyle bir ideali varsa ve tercihini vatandaşı olduğu iki ülkeden ABD yerine Türkiye lehine kullanırsa, bundan ancak memnun olurum. Fakat henüz böyle bir işaret yok. Olursa da, bu görev bakanlıktan ziyade danışmanlık şeklinde olabilir diye düşünüyorum. Zira ÖTV oranlarını belirlemek; kamu çalışanının maaşına, emeklinin bayram ikramiyesine zam yapmak; EYT'lilerin, atanamayan öğretmelerin dertlerini dinlemek gibi pratikte bir bakandan beklenecek birçok şey ona uygun değil. 

Siyaset elbette kamu görevi almadan veya organize bir oluşuma girmeden de yapılabilir. Dünyada basın, tv ve sosyal medya yoluyla fikir mücadesi yapan birçok iktisatçı var. Dışarıda Paul Krugman, içeride Mahfi Eğilmez ilk aklıma gelenler. Türkiye kökenli bir başka yıldız iktisatçı Dani Rodrik de, ilmi konuların yanında Twitter'da bazen Türkiye ekonomisi ve siyasetiyle ilgili paylaşımlar yapıyor. Acemoğlu'nunsa belli ki o taraklarda bezi yok.

Sonuç olarak, Daron Acemoğlu çok değerli bir iktisatçı ve umarım çalışmalarıyla dünyaya ve ülkemize daha çok faydası olur. Lakin kendisinin de vurguladığı gibi, ulusların yükselişinde ve çöküşünde belirleyici olan, kişiler değil, kurumlar. Dolayısıyla, sorunlarımıza çözüm ararken kişilere odaklanmak yerine, üniversiteler başta olmak üzere ülkemizin yetişmiş insan kaynağını barındıran yapılara sahip çıkmamız gerek. Yoksa işimiz zor.

1 Haziran 2019 Cumartesi

GSYH, trend ve döngü

Dün açıklanan 2019 ilk çeyrek GSYH verilerine dair ekonomist yorumlarına bakınca, resesyona girdik, girmedik, çıktık gibi farklı tespitler gözüme çarptı. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğundan, geçen sene resesyon nedir diye (şurada) kısa bir yazı yazmıştım. Bugün de kendi baktığım resmi paylaşmak ve ekonomiye dair birkaç yorum yapmak istedim.

Aşağıda mevsimsellikten arındırılmış GSYH serisi, onun ortasından geçen bir eğilim çizgisi (trend) ve GSYH'nin bu trendden sapma oranı (döngü-cycle) görülüyor. Aslında iki ayrı grafik ama tek resme sıkıştırdım. GSYH ve onun eğilimi yukarıdaki kısımda çizili ve sağ eksende logaritmik olarak görülüyor. Logaritmik değerler arasındaki fark yaklaşık olarak yüzdelik sapma oranına eşit, o da aşağıda yeşil renkle çizili ve değeri sol eksenden (-0.05=-%5 gibi) okunuyor. Trend çizgisini Hodrick–Prescott filtresi yöntemiyle çizdim. Farklı yöntem ve varsayımlarla değerler değişiyor ama inişler ve çıkışlar şeklen benzer çıkıyor.
 
Ne görüyoruz burada? Son senelere bakarsak, 2016 üçüncü çeyrekte (15 Temmuz dönemi malum) eğilimden tek seferlik negatif bir sapma olmuş, fakat bu hemen telafi edilmiş. Sonrasında 2017'de kamu harcamalarının ve kredilerin genişletildiği bir dönem geliyor ki, burada ekonomi eğilimin üzerinde büyüdüğünden sapma pozitife dönmüş. Genişlemeci etkiler zayıflayınca ve ardından sermaye çıkışı ve parasal sıkılaştırma gelince, geçen sene döngü tersine dönmüş. 2019 ilk çeyrekte ise GSYH trende paralel artmış. Bu yüzden eğilimden sapma daha fazla büyümemiş. Bu kadarına bakınca son açıklanan verideki tek olumlu nokta, ekonominin serbest düşüş aşağı gitmemiş olması gibi görünüyor. Yoksa önceki daralmayı kısmen de olsa telafi edecek bir iyileşme henüz mevcut değil.

Bunların ötesinde bence asıl önemli husus, ekonomik veriler bize olacağı değil, şimdiye kadar ne olduğunu gösteriyor. Üstelik onu da gecikmeyle gösteriyor. Ocak-Mart döneminin GSYH verilerini biz 31 Mayıs'ta öğrendik. Sonrasında Nisan-Mayıs aylarında ne olmuş, GSYH ile ilişkili (güven endeksleri, banka kredileri, dış ticaret verileri gibi) bir takım göstergeleri takip ederek kestiriyoruz. Onun ötesinde ne olacağı ise ekonomiyi yöneten kurumların uygulayacağı politikaların yanı sıra, iktisadi aktörlerin kararlarını etkileyen birçok iç ve dış gelişmeye de bağlı. Reel sektörün borç sorunu, yüksek risk primi sebebiyle yurtdışı finansman maliyetlerinin artması, ülkeye doğrudan yabancı yatırım çekilememesi, artan işsizliğin yaratacağı toplumsal sorunlar, siyasi konjonktürün etkileri gibi türlü mesele çözüm bekliyor.

Çok düştük, dibi gördük dememek lazım, beterin beteri var. Trend orada bir şekilde döneceğiz diye de düşünmemek lazım. Sonra bir bakmışsın trend eğilmiş. Bir de tabii karamsar olmamak lazım. Sabırlı ve rasyonel politikalarla çözülemeyecek sorunumuz yok. İnşallah çözeriz deyip bağlayalım.

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Kişisel gıda harcamaları deflatörü

Enflasyon, sabit gelirliler başta olmak üzere vatandaşın refahıyla doğrudan ilişkili bir gösterge olduğundan her zaman tartışma konusudur. Bu tartışmaların bir kısmı enflasyon kavramını anlamamaktan ve hayat pahalılığıyla birbirine karıştırmaktan kaynaklanır. Örneğin geçmişte çok pahalılanmış bir malın fiyat artışının durması onun ucuzladığı anlamına gelmez. Aynı şekilde enflasyonun düşmesi, genel fiyat artışının yavaşladığını ifade ederken, tüketim malları genelinde ucuzlama olduğu anlamına gelmez. Ayrıca, alım gücü konususunda, fiyatlar kadar gelirlerin artışı da önemlidir. Alım gücümüzün artması için gelirimizin tükettiğimiz malların değerinden hızlı artması gerekir.

Bir diğer tartışma konusu da istatistikler üzerinedir. İstatistiklerin güvenilirliğine dair zaman zaman yükselen kuşkuları sağlam delillerle desteklenmedikçe dikkate almıyorum. Onun dışında, veriler güvenilir olduğunda dahi herkesi tatmin edemez. Resmi fiyat endeksleri ortalama vatandaşın tüketim kalıpları dikkate alınarak hazırlanır. Haliyle farklı coğrafi bölgelerde yaşayanların, toplumun farklı kesimlerinin, hatta geniş gruplar içindeki her bireyin, istek ve ihtiyaçları doğrultusunda dikkate aldığı fiyatlar farklı olacaktır. Alt gelir grubundaki insanlar için temel gıda ürünleri ve barınma gibi ihtiyaçlar önemliyken, üst gelir grupları için otomobil, elektronik eşya, tatil gibi kalemler önem kazanır. Ayrıca, mesela herkes yemek yer ama aynı şeyleri yemez; dolayısıyla ana endeks gıda gibi alt başlıklara ayrılsa bile, bu genel endeksler herkesin tüketim harcamalarındaki değişimle uyuşmaz.

O zaman ne yapacağız? Olabildiğince fazla veriye bakacağız, içlerinden amaca uygun olanlarını bulup analiz edeceğiz. Hatta gerekiyorsa ve mümkünse kendi verimizi toplayacağız. Örneğin, TÜİK sadece fiyat endeksleri yayınlamakla kalmıyor; ürün ve coğrafi bölge detaylarında fiyat verileri de paylaşıyor. Bundan bağımsız olarak İstanbul Ticaret Odası, Türk-İş gibi kurumlar belli kesimlere yönelik, yerel fiyat verileri açıklıyor. Bunlarla yetinmeyen birçok şirket eminim piyasada kendi araştırmasını yaptırıyordur. Hatta gelişen ve giderek daha fazla erişilebilir olan teknoloji sayesinde, araştırmacıların interneti kullanarak birçok fiyat verisi toplaması da mümkün.

Ben de bugün kendi söküğümü dikmeye ve kişisel gıda enflasyonumu bulmaya karar verdim. İnternetten düzenli olarak yaptığım market alışverişimlerimin pdf formatındaki faturalarını Excel'e atıp işleyerek, kişisel bir gıda harcaması deflatörü elde ettim. Sabit bir ortalama fiyat kullanarak aylık alışverişlerim için bir reel harcama tutarı hesapladım ve sonra nominal harcama tutarını bu reel tutara bölüp endeksledim. Bu yöntem TÜİK fiyat endekslerinde kullanılan ve sabit bir ürün sepetinin değerinin zaman içindeki değişimini ölçen Laspeyres yönteminden farklı. Yine de sonuçlar arasında bir ilişki olması beklenir. Hesapladığım kişisel gıda harcamaları deflatörü TÜİK'in gıda ve alkolsüz içecek grubu endeksiyle beraber aşağıda görülüyor. Faturaların eksik olduğu birkaç ayı kesik çizgiyle gösterdim. Endeksi Nisan 2018'de TÜİK gıda endeksiyle eşit olacak şekilde düzenledim ki, son bir senedeki kişisel enflasyonumu bununla karşılaştırabileyim.
Sonuca göre, TÜİK'in gıda sepeti son bir yılda %32 artarken, benim endeksim %26 artmış. Ayrıca endekslerin aylık artış oranları arasında da pozitif bir korelasyon var. Bununla beraber, endeksler arasında yer yer belirgin ayrışmalar var. Son bir senede, kişisel deflatörüm başta ulusal gıda fiyatlarından hızlı artarken, son aylarda daha yavaş artmış görünüyor. Bu ayrışmalar bir ölçüde yöntem, ölçüm ve kapsama dair meselelere, belki hesaplamada yapmış olabileceğim basit hatalar gibi ilginç olmayan sebeplere dayanıyor olabilir. Ayrıca ülke ekonomisinden bağımsız, kişiye özgü faktörler de ayrışmalarda belirleyici olmuştur. Bunların dışında, yüksek fiyat artışlarının belli ürünleri daha az tüketmeme yol açtığını düşünüyorum. Dolayısıyla, tüketim davranışımdaki bu değişiklik sebebiyle, harcama deflatörü sabit bir sepetin değerindeki değişim ölçen TÜİK endeksine göre son aylarda daha az artmış ve yıllık enflasyon bu yüzden daha düşük çıkmış olabilir.

20 Nisan 2019 Cumartesi

Uzun dönemde maliye politikası

Türkiye'de temel maliye politikası göstergelerinin uzun dönemli gelişimine baktım. Dikkate değer bulduğum birkaç resmi burada paylaşmak istiyorum. Hem yakın tarihimizdeki ekonomik gelişmeleri daha iyi anlamamıza, hem de geleceğe dair çıkarım yapmamıza faydalı olabilir. Veri kaynaklarımız, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı (eski kalkınma bakanlığı, daha da eski DPT), Hazine ve Maliye Bakanlığı ve TÜİK.

En çarpıcı bulduğum grafik, bütçedeki faiz harcamalarının GSYH'ye oranı. 1990'lar boyunca yükselen bu oran 2001'de yüzde 17'ye yaklaştıktan sonra gerilemiş ve en son 2018'de yüzde 2 olmuş. 2019 için devletin hedefi yüzde 2.6.  Nedir bu oranın temel belirleyicileri? Kamu borçlanmasının faiz oranı (reel faiz, risk primi, enflasyon), vadesi, para birimi ve kur hareketleri. Ülkede belirsizlik arttıkça, enflasyon ve risk primi yükseldikçe faiz oranları yükselir, vadeler kısalır, yabancı parayla borçlanma artar. Vade kısaldıkça borçlar daha sık ve giderek daha yüksek faizle döndürülmeye başlar ve bu da fasit daire gibi maliyeti yükseltir. 1990'larda Türkiye'de bu oldu. Daha sonra 2000'lerde uygulanan IMF destekli istikrar programıyla fasit daire tersine döndü. Faiz oranları düştü, giderek vadeler uzadı ve TL ile borçlanma arttı. Üstüne 2008'deki küresel kriz sonrası dünyada para bollaşınca, bizim için borçlanma koşulları daha da iyileşti.
2001'den sonra faiz harcamalarının düşmesinin iki önemli sonucu oldu. Bütçe dengeleri iyileşti ve borçlanma gereği azaldı. Böylece kamu borcu milli gelire göre geriledi. İkincisi, faiz dışı harcamalar için devlet bütçesinde yer açıldı. Bütçe açığındaki daralmayı aşağıdaki grafikte görüyoruz. İstikrar programının uygulanmasıyla başlangıçta bazı yıllar GSYH'nin yüzde 5'ini aşan faiz dışı fazla verildi. Faiz harcamaları da azalınca, bütçe açığı hızla daraldı. Borç yükü hafifledikçe çok sıkı maliye politikasına gerek kalmadığından, faiz dışı fazla 2006'dan sonra düşürüldü. Genel trendin haricinde, 2009'daki küresel kriz döneminde maliye politikasının aktif olarak kullanıldığı ve bütçe açığının geçici olarak genişlediği de görülüyor. Sonraki dönemde faiz yükünün azalmaya devam etmesi, bütçe açığının bugüne kadar makul seviyelerde tutulmasını sağladı.
Gelir ve harcama verilerilerine baktığımızda, faiz harcamalarındaki düşüş sayesinde toplam harcamaların azaldığı, faiz dışı harcamaların mali duruşun da gevşemesiyle düzenli şekilde arttığı görülüyor. Bütçe gelirinin GSYH'ye oranında ise anlamlı bir değişim yok. Yani devlet özel sektörün vergi yükünü hafifletmeyi değil, kamunun ekonomideki ağırlığını artırmayı tercih etmiş. Yol, köprü, okul, hastane, havaalanı gibi yatırımlar; devlet çalışanlarının maaşları, kamu tüketimi ve transferler gibi harcamalar milli gelirden giderek daha çok pay almış. 
Peki bundan sonra ne olacak? Bugün ekonomide yaşanan daralmanın nereye kadar gideceğini ve ne zaman tersine döneceğini henüz bilmiyoruz. İşler iyiye gider, büyüme hızı tez zamanda normalleşirse sorun yok. Bütçe açığı bu sene ve muhtemelen gelecekte de hedeflendiği gibi milli gelirin yüzde 2'sine yakın bir yerde kalır. Elbette uzun vadede dünya faizleri yükselirse, faiz dışı harcamalar ve bütçe dengesi buna göre belirlenecektir.

Öte yandan yaşadığımız daralma uzun sürer ve derinleşirse, 2009'daki gibi bir mali genişleme uygulanması muhtemeldir. Hatta yapısal sorunları aşmak için, kamu bankalarına ek sermaye koymak, hazinenin garanti verdiği kimi borçları üstlenmek, gerekirse kritik görülen sektörlerde özel firmaları kurtarmak gibi maliyetli önlemler de gündeme gelebilir. Faiz dışı harcamaları ve borçlanmayı artıracak böyle tedbirler elbette faiz yükünü de artıracaktır. Ancak geçmişte uygulanan mali disiplin sayesinde, kamu borç stokunun (GSYH'nin yüzde 30'u civarında) düşük seviyelerde bulunması ve vadesinin de geçmiş krizlere göre bir hayli uzun olması bir avantaj. Kamu maliyesindeki bu hareket alanı verimli kullanılırsa ve (risk priminin yükselmemesi açısından) iktisadi aktörler maliye politikasının rasyonel olduğuna ikna olursa, bütçe açığında kalıcı bir bozulma ve kamu borcunda sürekli bir artış olmadan kriz atlatılabilir. Tabii bunu başarmak ekonomi yönetimine düşüyor.

Özetle, optimal maliye politikası ekonomi büyürken mali disiplini koruyarak zor zamanlar için mali alan yaratmayı, daralırken de bu alanı kullanmayı gerektiriyor. Ülkemizin geçmiş deneyimleri de bunun ekonomik istikrarla yakından ilişkili olduğunu teyit ediyor.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Yabancı yatırımcı bakana ne sorar?

Hazine ve maliye bakanımız geçen hafta Türkiye'de bir ekonomi planı sundu. Sonra uluslararası bir toplantı için Amerika'ya gitti ve planını bir de orada finansal sermayeye anlattı. İçerideki sunumda soru alınmadı. Zaten uzun zamandır, en azından kameralar önünde, devlet yetkilileri zor sorularla muhattap olmuyor; itirazı olanları dinleyip onları ikna etmeye çalışmıyor. Ecnebi içinse durum farklı. Türkiye ekonomisinin dış finansmana acil ihtiyacı olduğundan, yetkililerimiz her mecrada sıklıkla yabancı yatırımcılarla bir araya geliyor; kimisiyle bire bir görüşüp sorularını cevaplıyor. Hal böyle olunca burada sorulmayan soruların bir kısmı (yabancıların takip ettiği ve ilgilendiği kadarıyla) orada gündeme geliyor. Biz de oradan sızan haberler ölçüsünde bilgileniyoruz. Son toplantıyla ilgili de Reuters ajansı, Albayrak yatırımcıları ikna edemedi diye haber (link) geçti.

Konuşmanın içeriğine dair detay verilmese de finans piyasalarını takip eden biri için nelerin sorulduğunu tahmin etmek güç değil. Önem sırası kişiden kişiye değişebilir ama muhtemelen şunlar öne çıkmıştır:

-Senelerdir savaş, terör, darbe girişimi, OHAL, siyasi gerilim, referandum, bir sürü seçim falan derken ülke riskiniz yükseldi. Türkiye'yi normalleştirmek için ne yapacaksınız?

-Uzayan seçim dönemi yüzünden bütçe disiplinini bıraktınız. Bütçe açığını geçici tedbirler sınırlıyor. Bir de üstüne ekonomi daralmaya başladı. Makroekonomik varsayımlarınızda ve bütçe hedeflerinizde revizyon olacak mı? Bununla tutarlı nasıl bir maliye politikası izleyeceksiniz?

-Rusya'dan S400 alıyorsunuz, hayırlı olsun, fakat ABD yaptırım uygulayacağını söylüyor. Buna karşı Türkiye'nin siyasi planı nedir? Yaptırım gelirse, ekonomik etkilerini hafifletecek bir planınız var mı?

-Geçenlerde geldik dolarımızı sattık, ülkenizden hisse senedi, tahvil aldık. Sonra baktık TL değer kaybediyor, böyle giderse zarar edeceğiz, riski dengeleyelim (hedging yapalım) dedik. Siz bir şey yapmışsınız, vadeli işlemler piyasası karışmış. Para takası (swap) faizleri uçmuş gitmiş. Biz de satabileceğimizi satıp kaçtık. Şimdi ne değişti de tekrar gelelim?

-Döviz kuru ve faiz artışı derken, reel sektörde birçok şirket battı, batmayacak şirketler bile zor duruma düştü. Sağlıklı şirketi batıktan ayıracak, birinciye destek olup ikinciyi tasfiye edecek bir plan hazırladınız mı?

-(Önceki soruyla bağlantılı olarak...) Kamu bankalarına devletin sermaye koyacağı açıklandı. Özel bankaların sermayelendirilmesi için de önlemler alındı. Bu sayede bankalar daha fazla kredi verebilecek, çok güzel. Fakat bu krediler kime gidecek? Firmalara yönelik bir plan yoksa, kredileri büyütmek ileride batıkları da büyütmez mi?

- Finansal göstergelerde (bilumum faizlerde, döviz kurlarında, merkez bankası rezervlerinde vs.) anormal hareketler gözleniyor. Para politikası ve finansal regülasyon şeffaf yürütülmüyor mu?

Ve saire, ve saire... Tabii bunlar dış basında da yer alan, finansal çevrelerin umurunda olan mevzular. Bir de onların doğrudan ilgilenmediği ama ülkenin istikrarını ve refahını ilgilendiren bir sürü şey var. Onların da sorulacağı ve cevaplanacağı günler gelir inşallah.

23 Şubat 2019 Cumartesi

Kamu hizmetlerinden memnuniyet

TÜİK her sene Türkiye genelinde yaşam memnuniyeti araştırması yapıyor. 2018 yılı sonuçları da bu hafta yayımlandı (link). Araştırmada kamu hizmetlerinden memnuniyetle ilgili bir bölüm de var. Burada insanlara altı kamu hizmetinden (sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, adliye, asayiş ve ulaştırma) ne düzeyde memnun oldukları sorulmuş ve dört seçenek verilmiş: memnun, orta, memnun değil, fikri yok.

Aşağıdaki grafik her bir hizmet için yıllara göre memnun olduğunu söyleyenlerin oranını gösteriyor. Sağ uçtaki değerler 2018 sonuçları. Buna göre kamu hizmetlerinden memnuniyet %56-75 arasında değişiyor. En düşük memnuniyet eğitim ve adliyede, en yüksek ise ulaştırma ve asayişte. Fakat adliyenin özel bir durumu var. Vatandaşın mahkemelere işi daha az düşüyor demek ki, diğer kamu hizmelerine göre fikri olmayanların oranı (%26, eğitimde %9) daha yüksek. Zaten adliye alanındaki memnuniyet artışı fikri olmayanların (2011'de %43'müş) azalmasından kaynaklanmış.

Fikri olmayanları dışarıda bırakınca, insanların uzak arada en az memnun oldukları alan eğitim çıkıyor. Burada son yıllarda da bozulma var. Memnun değilim diyenlerin oranına bakınca daha net görülüyor. Eğitimden memnun olmayanların oranı 2017'de tam 7 puan artmış, 2018'de buradan 2 puan aşağı gelmiş.
Özetle, bu araştırmaya göre Türkiye'de kamu hizmetlerinden genel bir memnuniyet var. Bunun yanında eğitimdeki sorunların son yıllarda belirgin rahatsızlık yarattığı da anlaşılıyor.

10 Şubat 2019 Pazar

Tanzim satışlar

Türkiye'de uzun senelerdir gıda giyatları genel tüketici fiyatlarının üstünde artıyor. Artan nüfusa, turist sayısına ve tarım ürünleri ihracatına karşın üretimin yeterince artmaması fiyatları baskılıyor. Sorunun çözümü için birkaç yıl önce, merkez bankasının liderliğinde kamu kurumları bir komite oluşturdu. Bir takım politikalar geliştirildi ama pek bir ilerleme sağlanamadı. Bu senenin Ocak ayı itibarıyla gıda fiyatları bir yıl önceye göre neredeyse yüzde 30 arttı. Gıda dışındaki enflasyon da son bir senede hızlandı ama bu kadar olmadı. Dolayısıyla gıda ürünlerinde, ülkenin genel enflasyonundan ayrı bir arz problemi olduğu anlaşılıyor. Üretim bugünden yarına kolay artmayacağından ve ithalata da sıcak bakılmadığından, gıda harcamalarını düşürmek amacıyla alternatif yollar aranıyor.

Gündeme gelen son uygulama tanzim satışlar. Tanzim satış, dar gelirlilere devletin sağladığı bir çeşit sübvansiyondur. Devlet (genellikle belediye) anlaştığı üreticiden doğrudan aldığı ürünü tüketiciye düşük fiyattan satar. Ben küçükken İzmir'de Tansaş vardı böyle. Sonra devir değişti; Tansaş önce süpermaket zincirine döndü, sonra satıldı ve kaybolup gitti. Şimdilerde bu uygulama yeniden başlıyor. Her ekonomi politikasında olduğu gibi, bunun da arzulanan faydalarının yanında istenmeyen yan etkileri de çıkacaktır. Basit bir varsayımsal örnek üstünde fikir jimnastiği yapalım.
Temsili bir semt pazarı düşünelim. Talep tarafında, en fazla bir kilo domates almak için pazara gelen 1000 kişi olsun. Her birinin domatese ödeyeceği fiyatın bir sınırı bulunsun; kimisi 10 liraya domates alirken, kimisi 2 lirayı çok görüyor olsun. Bu fiyat sınırının da tüketicilere 1-10 lira arası tam sayı olarak, monoton dağıldığını varsayalım: 100 kişi 1 lira, 100 kişi 2 lira ...100 kişi 10 lira gibi. Arz tarafında pazara sabah 500 kilo mal geldiğini kabul edelim, akşam geri gitmeyecek. Fiyat arz ve talep koşullarına göre belirlendiğinde, fiyatlar akşama kadar dengesini bulacak ve tüm mallar satılacaktır. Bu varsayımlar altında, pazarda fiyat 6 lira olduğunda, 6-10 lira arasını makul bulan 500 kişi domatesleri alır ve böylece pazardaki 500 kilo domates satılıp biter. Bu bizim serbest piyasadaki denge noktamız.

Ertesi hafta devletin pazarın bir köşesinde tanzim satış noktası kurduğunu düşünelim. Üreticiden doğrudan 350  kilo domates toplayan devlet bunu pazarda 4 liradan satışa çıkarsın. Toplam domates arzı değişmediği için, pazarcıya satacak 150 kilo domates kalıyor. (Devlet aracıyı devreden çıkarıp destek vererek fiyatı aşağı çekebilir. Ama ülke genelinde gıda gibi arzı kısa vadede esnek olmayan ürünlerin miktarının bollaşması zor.) Pazarcı akıllı davranırsa ve etrafta zabıta da yoksa domates fiyatını düşürmek için acele etmeyecektir. Zira talep geçen haftaki gibiyse, pazarda 4 liradan domates almak isteyen 700 kişi olacak. Bunlara tanzim satış noktasında adam başı anca yarım kilo domates satılabilir. O zaman filesi boş kalan alıcılar ne yapacak? Geri kalan yarım kiloyu piyasa fiyatından almaya çalışacak. Peki piyasa fiyatı ne olacak? Pazarda halihazırda domatesin kilosuna en az 8 lira verip yarım kilo almaya hazır 300 kişi ve satılacak 150 kilo ürün var. Demek ki 8 lira fiyat belirlenirse tüm mallar satılır. O zaman yeni denge bu olacak.

Tanzimin piyasaya etkisi ne oldu? Normalde piyasa fiyatından (örneğimizde 6 lira) alışveriş yapamayacak bir grup insan, daha düşük bir bedelle (4 liraya) kısıtlı da olsa ürünü satın alabildi. Normalde alışveriş yapacak insanlar ise, ihtiyaçlarının yarısını ucuza sağladılar. Fakat 4 liraya toplam talep yüksek olduğu için tamamı karşılanamadı. Toplam arz sabit olduğundan, piyasada satılan miktar azaldı ve fiyat yükseldi. Domatese en yüksek değer biçenler yarısı tanzimden (kilosu 4 liradan), yarısı piyasadan (8 liradan) olmak üzere, bir kilo domatesi 6 liraya sağlamış oldu. (Bunun piyasa fiyatına tam denk gelmesi tesadüf. Sayıları farklı alsak, duruma göre karlı ya da zararlı çıkabilirlerdi. Tanzim satış noktasında kuyruk beklemeye üşenenlerinse vay haline.) Bir de domatese en fazla 6-7 lira değer biçen 200 kişilik bir grup var ki; bunlar eskiden 6 lira verip 1 kilo domates alıyorlardı. Şimdi tanzimden 4 liraya yarımşar kilo domates aldılar, fakat fiyat 8'e çıkınca piyasadan alamadılar. Az ama ucuz alışveriş yaptılar.

Özetle, bu uygulama en çok dar gelirliye yarıyor. Tüketicilerin tamamını dikkate alırsak, örneğimizde eskiden 500 kilo domatese, kilosu 6 liradan 3000 lira ödeniyordu. Şimdi (350x4+150x8=) 2600 lira ödeniyor. Tüketici genel olarak karlı çıkıyor. Fakat bu fayda nereden kaynaklanıyor? Önemli olan bu.

Tanzim satışa gerekçe olarak, devlet fırsatçıların fahiş fiyat uyguladığını öne sürüyor. Örneğimizdeki ürün tüm maliyetlerin üstüne makul bir satıcı karı ile piyasa koşullarında 4 liraya satılabilecekken, 6 liraya satılıyorsa, ortada rekabet eksikliğine işaret eden bir durum olabilir. O durumda devlet müdahale ederek bunu düzeltmeye çalışabilir. Hatta gördüğümüz üzere, sadece tanzim satış yapılması fiyatları indirmediğinden, zabıta denetimi yapmanın piyasayı düzenleyeceği de söylenebilir. Bu durumda, tüketicinin yaptığı tasarruf, satıcıların fahiş karının elinden alınmasından kaynaklanıyordur ve toplumsal refah perspektifinden olumludur. Ancak bu durumda dahi, yapılan müdahalenin üretimi artırıp ürünleri bollaştırmadığına dikkat edilmeli. Yani, meselenin kökenine yönelik bir çözüm getirmiyor.

Karşı tez ise, etkin politika üretemeyen devletin, esnafı günah keçisi ilan edip günü kurtardığı şeklinde. Eğer böyleyse, yani rekabet eksikliği yoksa ve fiyat arz yetersizliğinden piyasa koşullarında yükselmişse, devletin yaptığı kamu kesesinden zararına satış yapmak olur. Bu da bir grup esnafı piyasa dışına itmekle kalmaz, tüketicilerin kendilerinden toplanan vergilerle sübvanse edildiği çarpık bir sisteme yol açar. İleride sorunları daha da ağırlaştırır.

Mesele fazlasıyla siyasi olduğundan spekülasyona ve çarpıtmalarra açık. Neyse ki fiyat müdahalesi sonuçlarını hızlı gösterir. Düzelme mi, bozulma mı olacağını tez zamamda alenen göreceğimizi düşünüyorum.