16 Aralık 2018 Pazar

Asgari ücret hakkında

Asgari ücret bir fiyat kontrolü politikasıdır. Devlet düşük gelirlileri desteklemek üzere piyasaya mühadale edip denge noktasından yüksekte bir ücret tabanı belirler. Bu fiyatta işverenin maliyeti yükseldiğinden genellikle vasıfsız işgücüne talep düşer; çalışanların refahı ise, işverenler ve işsizler aleyhine artar. Dolayısıyla daha eşit bir bölüşüm için üretim ve istihdamdan bir miktar feragat edilir.

Asgari ücret dünyada hep gündemde olan, iktisatçıların çokça çalıştığı bir konu. Özellikle Amerika'da yerel yönetimlerin asgari ücreti merkezden bağımsız yükseltebilmesi, zamların farklı bölge ve sektörlerdeki etkilerini tespit etmeye imkan sağlıyor. Sonuçlarsa muhtelif. Kar marjının yüksek ve makineleşmenin düşük olduğu sektörlerde, işçi maliyetlerinin artması istihdamı fazla etkilemiyor (misal). Öte yandan kar marjı düşük olan küçük işletmelerde ve makinelerin insanı ikame edebildiği sektörlerde istihdam kaybı oluyor. Asgari ücretin istihdamı pozitif etkilemesi ise, istisnai bir durum. (Kapsamlı bir literatür taraması için bkz.)

Ülkemizde ise dikkatimi çeken, merkez bankası ekonomistlerinin 2004'teki büyük asgari ücret zammının etkilerini analiz eden bir yayını var (bkz.) . Makale o dönem zammın ardından kayıtdışı istihdamda artış tespit etmiş ama toplam istihdamda değişiklik olmamış. Ayrıca asgari ücretin piyasada geçerli ücretlere referans olarak onları da etkilediği bulunmuş. Bundan seneler önceki büyümenin hızlı olduğu bir dönemi ele alan tek bir çalışma bugün ne kadar aydınlatıcıdır, tartışılır. Ancak başka pek bir şey yok. Asgari ücretin ülkemizde işsizlik, büyüme, enflasyon gibi en temel göstergeleri bile ne kadar etkilediği net değil.

Şu sıralar Türkiye'de işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan bir komisyon gelecek senenin asgari ücreti için toplantılar yapıyor. Ekonomik koşullar yüzünden işleri zor. Bir yanda enflasyon yüksek; diğer yanda üretim daralıyor, işsizlik artıyor. Enflasyonun altında bir zam, çalışanların yaşam standardını düşürecek; yüksek bir zam ise ekonomik daralmayı hızlandırıp işsizliği yükseltebilecek. Kırk katır mı, kırk satır mı? Karar siyasi, hükümet tercihini yapacak.

Doğaldır, milyonlarca insan şu an gelecek ay ne kazanacağının ya da ne maaş ödeyeceğinin derdinde, ötesini düşünmüyor. Fakat biz iktisatçılar düşünmek zorundayız. Çünkü insanımızın on yıl sonraki refah seviyesini asgari ücret politikası belirlemeyecek; kurumsal yapının güçlenmesi, yatırım ortamının iyileşmesi, bilim ve teknolojinin gelişmesi, çalışanların bilgi ve becerilerinin artması gibi şeyler belirleyecek. Dolayısıyla ilgimizi bu noktalara yoğunlaştırmakta fayda var.

8 Aralık 2018 Cumartesi

Döviz kuru şoku ve sonrası

Ağustos'ta ülkemiz ciddi bir döviz kuru şoku yaşadığı sıralarda geçmişte benzer deneyimler yaşayan iki ülkeyi (Brezilya ve Rusya'yı) örnek göstermiş ve şöyle demiştim:

"Yapısal sorunların üstüne, siyasi riskler ve küresel finansal hareketler geldiğinde, döviz kurlarında hızlı ve büyük dalgalanmalar olabiliyor. Merkez bankaları bu duruma faiz artırarak cevap veriyor. Bu süreçte büyümede geçici bir yavaşlama olması ve bunun sosyal sorunları büyütmesi kaçınılmaz. Ancak istikrar odaklı bir yaklaşımla, bir süre sonra işler normale dönüyor. O yüzden temel prensiplerden şaşmamak, moralleri de bozmamak lazım."

Aradan geçen zamanda ekonomi politikalarında çokça tartışmalı karar alındı, ama ekonomi yönetiminin genel olarak "temel prensiplere" bağlı kaldığını gördük. Merkez bankası faiz artırarak parasal sıkılaştırma yaptı; diğer kurumlar da bunu destekleyici mali ve düzenleyici tedbirler aldı. Neticede önce döviz kurlarındaki yükseliş durdu; ardından ABD ile ilişkiler düzelip ciddi bir risk unsuru kalkınca Türk lirası değerlendi. Enflasyondaki yükseliş de kesildi; hatta düşüş oldu. Bu arada üretim ve yatırım faaliyetleri yavaşladı, işsizlik artışa geçti. Bunların hepsi iktisat teorisi ve geçmiş deneyimlerle uyumlu gelişmeler. 
Peki bundan sonra ne olacak? Eğer ekonomi politikalarında ciddi bir sapma ya da içeride/dışarıda büyük bir olay olmazsa (maalesef bu konularda çok rahat olamıyoruz), bir süre daha böyle gidecek. Grafikte görüleceği üzere, enflasyon ve faiz buralara çok aşağılardan geldi (ki aslında geldikleri seviyeler bile yüksekti). Dolayısıyla enflasyonun döneceği daha çok yol var. Enflasyon düşerse faiz de onu izleyecek. Bu arada ekonomideki daralmanın bir süre devam etmesi muhtemel. Ardından enflasyon ve faizler gerileyip beklentiler düzelince üretim tarafında da toparlanma başlar.

Tabii söylemesi kolay, yapması zor. İstikrar politikaları uygulanırken sosyal sorunlar ağırlaşır. Bir-iki sene hızlı büyümeden feragat edecek politikalar, genç nüfusa iş yaratmakta ve toplumun refah artışı taleplerini karşılamakta yetersiz kalacaktır. Yok eğer göstergeler biraz düzelince makroekonomik politikalar ölçüsüzce gevşetilirse, aynı sorunlar ileride daha da büyümüş olarak karşılaşımıza çıkar. Dahası, istikrar politikaları kararlılıkla uygulandı; enflasyon, bütçe ve cari işlemler dengeleri makul seviyelere geldi diyelim. Ondan sonra dengeleri bozmadan yüksek hızlı büyümenin sağlanacağının da garantisi yok. Uzun dönemli kalkınma bambaşka bir mevzu.

Özetle, finansal çalkantılar karşısında çok kötümser olmanın alemi olmadığı gibi, bunlar geçince ihtiyatı elden bırakmanın da alemi yok. Ülkemizde ekonomik istikrarı sağlamak, sürdürülebilir ve yüksek bir kalkınma hızı yakalamak, refahı gelişmiş toplumlar düzeyine çıkarabilmek için önümüzde uzun bir yol ve yapacak çok iş var.

16 Kasım 2018 Cuma

İstihdam teşvikleri yetmediğinde...

TÜİK'in işgücü verilerinde çok dikkat çekmeyen ilginç bir gelişme var: kamu çalışanı sayısındaki artış. Aşağıdaki grafik kamu sektörü istihdamını gösteriyor. Buna göre geçen sene bu zamanlar 3.6 milyon olan kamu çalışanı sayısı bu sene 4.3 milyona çıkmış. Yani özel sektöre türlü istihdam teşvikleri sunan devlet bunu yeterli görmemiş; bizzat kolları sıvayıp insanları işe almaya başlamış. Aynı dönemde Türkiye'nin toplam istihdam sayısı yaklaşık yarım milyon artmış. Bu kamu sektörünün yarattığı istihdamdan daha düşük; dolayısıyla özel sektörde çalışan sayısı aslında düşmüş. Kamu devreye girmese ekonomideki toplam istihdam düşecek, işsizlik oranı çok daha fazla artacakmış. 

Devletin işsizlik sorununu kısa vadede bir miktar hafiflettiği görülüyor. Bunun ne derece yerinde bir politika olduğu tartışılır. Ancak daha önemlisi, taşıma suyla değirmen döndürmeye benzeyen bu yöntemin uzun süre sürdürülmesi zor. Dolayısıyla ekonomik büyüme tez zamanda hızlanmazsa ciddi bir işsizlik sorunu bizi bekliyor demektir.


29 Ekim 2018 Pazartesi

Tahmin yapmak zorunda mıyız?

Bir şaka duymuştum, "iktisatçı, yaptığı tahminin neden yanlış çıktığını en iyi açıklayan kişidir" diye. Merkez bankamız bu hafta iktisatçılığın bu anlamda gereğini yerine getirecek ve enflasyon raporunda tahminlerinin neden saptığını anlatacak. Enflasyondaki sapmada para politikasının uygulayıcısı olarak merkez bankasının ayrı bir sorumluluğu var. Fakat onun haricinde de, makroiktisatta isabetli tahmin yapabilmek başlı başına çok zor bir şey. Mesela Türkiye'de enflasyonu öngörebilmek için döviz kurlarına ne zaman ve nasıl bir şok gelebileceğini iyi kötü kestirmek gerekiyor. Dahası anormal bir şok gelip dövizle alakası olan olmayan her şeye zam gelince, kurlar ve enflasyon arasında var olan ilişki de bozuluyor. Bunları öngören, enflasyonun bu sene yüzde 20'yi geçeceğini bir sene önceden bilen kaç iktisatçı vardı acaba?

Bu işler zorsa neden tahmin yapılıyor? Bazı durumlarda tahmine ihtiyaç var. Mesela, kurumlar orta vadeli gelir ve giderlerini öngörüp bütçe hazırlarken; yatırımcılar uzun vadeli yatırım planlarının karlılığını hesaplarken (büyüme, enflasyon, döviz kurları gibi) bir takım ekonomik parametrelere ihtiyaç duyar. Geleceğe dair karar almaktan kaçamayacağımızdan, bunlar için iktisadi açıdan makul ve tutarlı değerler belirlemek zorundayız. Bu değerlere aslında varsayım demek belki daha doğru, çünkü bunlar belirlenirken gerçekleşecek sapmaların yol açacağı sonuçlar da dikkate alınmalı. Yani mesela bir havaalanının işletmesini alacak şirket 25 senelik talep tahmin edecekse, zarar riskini azaltmak için ihtiyatlı davranıp ülkenin beklenen büyümesini biraz düşük kabul edebilir. Sektöründe pazar payını agresif şekilde büyütmek isteyen bir firma ise tersine iyimser olup risk alabilir.

Aynı şekilde merkez bankası, maliye, hazine gibi kamu kurumlarının yayınladığı tahminler kamu politikalarının planlaması için girdi olur. Bunların ayrıca uygulanacak politikalar hakkında yol gösterme gibi önemli bir işlevi de var. Bu yüzden tahminler ne kadar sapsa da, para politikasına dair işaret bulmayı uman ekonomistler merkez bankasının enflasyon raporlarını takip etmekten vazgeçmiyorlar. 

Bazı durumlarda ise tahminler gereksiz, hatta yanıltıcı olabiliyor. En bariz örnek, yine merkez bankasının enflasyon için yayınladığı tahmin aralığı (şurada değinmiştik). Tahminin kendisinin tutmasa bile bir anlamı var dediğim gibi, fakat bu aralığın açıklamaya bilimselmiş havası vermekten başka bir işlevi kalmadı.

Onun dışında raporlarda, basında, televizyonda açıklanan türlü tahminlere iddaa kuponu gibi değil de, onu üreten ekonomistin görüşlerinin bir parçası olarak bakmak lazım. Gerekçelerini anlarsak ondan faydalanıp kendi öngörülerimizi oluşturabiliriz. Tahmin piş, ağzıma düş yok.

16 Eylül 2018 Pazar

Ekonomik krizde miyiz?

Gündelik hayatta kriz lafını gelişigüzel kullanıyoruz. İktisatta ise krizin belirli anlamları var. O yüzden, netleştirmekte  ve içinde bulunduğumuz durumu tespit etmekte fayda var. Türkiye ekonomik kriz mi yaşıyor? Ne durumdayız? Başımıza daha ne gelebilir?

İktisatta krizler çeşit çeşit. Ağustos'ta yaşanan sert kur artışları pek ala döviz kuru krizi olarak nitelenebilir. Ekonomiye dair algı ve beklentilerin hızla bozulması (iktidara göre ise kasıtlı bir manipülasyon) Türk lirasından kaçışa ve ciddi değer kaybına yol açtı. Bu, döviz borcu olanların zarar yazması ve ülkece alım gücümüzün düşmesi açısından kötü bir gelişme. Fakat iş bu kadarla kalırsa bir felaket değil. Zira kur artışının, yerli üreticinin ithal mallarla rekabet etmesini ve ihracat yapmasını kolaylaştırmak gibi telafi edici etkileri de var. (90'larda İngiltere yaşadığı döviz kuru krizinden ekonomisi büyüyerek çıkmıştı mesela. Fakat gelişen ülkelerde durum genelde farklı oluyor.)

Bir sonraki aşamada, ülkemizin karşı karşıya olduğu tehlike ödemeler dengesi krizi. Türkiye'de özel sektörün ve devletin önümüzdeki bir sene içinde vadesi gelen yaklaşık 180 milyar dolarlık dış borç ödemesi var. Ayrıca cari açık veren (yani döviz gelirimizden fazla harcayan) bir ülke olduğumuzdan bunun üstüne ek borçlanma da yapmamız gerekiyor. Eğer özel sektör vadesi gelen borçlarının yerine yeterince borçlanamazsa, o zaman ciddi sıkıntı yaşayabiliriz. Dışardan aldığı borçla içerde kredi dağıtan bankalar, bu durumda kredilerini azaltmak zorunda kalır. Krediler daralınca, iktisadi faaliyet de azalır; ekonomi küçülür, istihdam ve yatırım düşer, işsizlik artar. (Aslında böyle durumlara karşı ülkeler döviz rezervi tutar ve gerektiğinde kullanır. Ancak bizde, bankaların TCMB'de tuttuğu mevduat ve geçenlerde Katar'dan gelen destek dahil, döviz ve altın hepi topu 90 milyar dolar rezerv var. 6 aylık ihtiyacımızı bile karşılamıyor.)

Kredi derecelendirme kurumlarının Türkiye devletinin ve şirketlerinin kredi notlarını art arda düşürmesi ve risk primlerinin çok yükselmesi, dış finansman arayan şirketlerimizi zorlayacak. Ümit edelim ki merkez bankası ve bakanlıkların aldığı önlemler borç verenlere güven versin, şirketlerimiz yurtdışından makul fiyatlarla ve yeterince borçlanabilsin. O zaman ekonomi çabuk toparlanabilir. (Elbette kriz pas geçse bile, cari açık ve onun finansmanıyla ilgili yapısal problemler devam edecek ve gelecekte tehdit oluşturmayı sürdürecek. Kalıcı çözüm için gidilecek daha çok yol var.)

En kötü ne olabilir? Dış finansmanda çok ciddi kesinti olursa, şirketlerin ve hatta bankaların mali yapıları bozulabilir. Döviz borçlusu şirketler kur artışından zaten çok kötü etkilendi. Kur artışını durdurmak için para politikası sıkılaştırıldı; faizler yükseldi, döviz borçlusu olmayan firmalar da zarar gördü. Şimdi birçok şirketin bankalara borcunun tekrar görüşülmesi ve yapılandırılması gerekecek.  En kötü senaryo, bankaların kaynak bulamayıp yapılandırma yapamaması ve kurtarılabilecek firmaların bile batması durumunda olur. O durumda geri ödenmeyen krediler dönüp bankaları bir daha vuracağından iş bankacılık krizi (finansal kriz) halini alabilir. Sonuçları da acılı olur. (En son 2001'de finansal kriz yaşadık ve ondan sonra alınan önlemler sayesinde bugün bankalarımız şoklara karşı oldukça dayanıklı durumda. Ancak onların da bir kırılma noktası vardır muhakkak.)

Özetle, sarsıldık ama yıkılmış değiliz. Ulusal paramıza ve varlıklarımıza olan güveni güçlendirebilirsek bu durumdan az zararla çıkabiliriz. Ancak bundan sonra yapılacak yanlışların bedeli de ağır olacaktır.

1 Eylül 2018 Cumartesi

Arjantin ekonomisi bize ne söylüyor?

Son zamanlarda dünya basını Arjantin ve Türkiye'yi kader birliği içinde gösteriyor. İki ülkenin parasından da kaçış var, döviz kurları ve faizler sert şekilde artıyor, enflasyon yükseliyor; genel olarak makroekonomik vaziyet kötü. Arjantin'de (sonrasını bilemiyoruz ama) şimdilik çalkantı daha büyük. Hükümet tek başına istikrarı sağlayamayınca IMF'den destek istedi ve Haziran'da bir program başlatıldı. Fakat çalkantı şu ana kadar durulmadı. En son bu hafta içinde merkez bankası politika faizini bir seferde 15 puan birden artırıp yüzde 60'a çıkardı. Bu da yetecek mi bilinmez.

Aynı anda benzer şeyler yaşadığımızdan, doğal olarak ilgimizi çekiyor. Ülkemizde uygulanacak ekonomi politikaları ve IMF desteğine başvurulması gibi konularda Arjantin'in deneyimlerinin örnek gösterildiğini sık sık göreceğiz. Bu yüzden bu ülkenin ekonomisi nereden nereye gelmiş bir de kendim görmek istedim. Belli başlı makroekonomik ve finansal göstergelerin 20 senelik gelişimini çıkardım. 

İlk grafik yıllık ekonomik büyüme ile cari işlemler ve bütçe dengelerini gösteriyor. 2008 küresel krizi öncesindeki dönemde göstergeler güçlü görünüyor. Burada büyüme yüksek; bütçe ve cari denge fazla veriyor. Onun haricindeki dönemlerde istikrarlı ve yüksek büyüme yok. Bütçe dengesi ve cari denge paralel bir şekilde düşüyor. Son senelerde büyük açıklar verilmiş. Bütçe açığının GSYH'ye oranı 2017'de yüzde 6.5, cari açığın oranı yüzde 5'e yakın gerçekleşmiş. Kamu borcunun GSYH'ye oranına ayrıca baktım, yüzde 52.6 görünüyor. Bu aslında yüksek bir oran değil. Fakat bildiğim kadarıyla borcun büyük kısmı dolar cinsinden ve geçişmişte temerrüt (default) sabıkası olduğundan ülke uluslararası borçlanma yapmakta zorlanıyor. IMF desteği zaten en çok bunun için lazım.

İkinci grafik kısa vadeli faiz, son bir senedeki kur artışı ve enflasyonu gösteriyor. Kur hareketleri çok daha dalgalı olduğundan onu tek başına sol eksende gösterdim; diğerleri sağ eksende. Döviz kurlarının bir senede 4 katına çıktığı (yüzde 300'e yakın arttığı) dönem var geçmişte. Kur artışının düşük göründüğü dönemler sizi aldatmasın, diğer grafiklerle ölçek farkından öyle görünüyor. Yoksa yıllık kur artışı yüzde 10'un altına kalıcı olarak inmiyor. Özellikle 2013'ten itibaren çok yüksek değerler var. Turuncu çizginin 30 Ağustos 2018'deki (Perşembe) değeri yüzde 87 mesela. Ayrıca artışın yavaşlamasının kurun düşmesi demek olmadığına da dikkat etmek lazım. Artış pozitif oldukça, para sürekli değer kaybediyor.

Döviz kuru grafine bakınca şöyle düşündüm. Yerel paranın (peso) tarihsel olarak bu kadar oynak ve değer kaybetmeye eğilimli olduğu bir ülkede insanlar o paraya güvenebilir mi? Normal bir ekonomideki gibi, 3 puan daha faiz alacağım diye o paraya yatırım yapar mı? O yüzden ufak bir parasal sıkılaşma ve faiz artışı paraya istikrar sağlamaya yetmiyor demek ki. Çok daha vahşi tedbirler gerekiyor.

Yeşil grafiğe göre kısa vadeli (15 günlük) piyasa faizi Nisan 2002'de yüzde 90'a vurmuş. Temmuz 2018'deki grafiğin son değeri yüzde 47. Son durumda bu 60'ın üzerine çıkacak. Bu faizlerle reel yatırım olmayacağından bunun büyümeye faturası da ağır olacak. Nitekim ilk grafiğe bakarsak GSYH 2002'de yüzde 11, faizlerin bir ara yüzde 36'ya kadar yükseldiği 2016'da yüzde 2 küçülmüş. Buradan çıkarttığım sonuç, paraya olan güvenin zayıflamasına baştan izin vermemek lazım, sonra toparlamaya çalışmanın maliyeti çok büyük oluyor.

Son olarak enflasyona dair iki kelam etmek istiyorum. IMF'nin rapor ettiği yılsonu tüketici enflasyonlarını gösteren mavi çizgi genelde yüzde 10 civarındayken, seri 2015'te kesintiye uğruyor. Daha sonra 2016'da Arjantin istatistik enstitüsü yeni bir endeks başlatmış ve bu 2017'den itibaren enflasyonun (mor kısa çizgi) yüzde 25'ten 30'lara gittiğini gösteriyor. Daha da yükseleceği aşikar. Enflasyonun yüksek olmasını geçtim; serinin kesintiye uğraması çok daha vahim. Çünkü bu dönemde Arjantin'in yayınladığı enflasyon verilerine kimse itibar etmiyor. IMF hiç yayınlamamayı seçmiş, kimi kurumlar da kendilerine göre alternatif enflasyon ölçüleri geliştirmiş. Bizde çok şükür, TÜİK istatistikleri en fazla yöntem açısından eleştiriliyor. Onun haricinde verilerde çarpıtma yapılmadığına güveniyoruz. Böyle de kalması için kurumun bağımsızlığı, şeffaf ve hesap verebilir olması çok önemli.

Makroiktisatta deney yapma şansımız yok. O yüzden başka ülkelerin (eş zamanlı ya da tarihsel) deneyimleri, koşullar arasındaki farklılıklar dikkate alınmak kaydıyla, bize değerli bilgiler sunuyor. Herhalde merkez bankamız başta olmak üzere ülkemizin kurumları ve iktisatçıları da bu deneyimleri ciddi şekilde analiz edip sonuçlar çıkartıyorlardır. Bunların ekonomi politikalarına nasıl yansıyacağını göreceğiz. 

Ek: Yazıyı gönderdikten sonra hatırladım, bahsetmekte fayda var. Arjantin 2002 Ocak ayına kadar para kurulu (currency board) denen katı sabit döviz kuru rejimini uyguluyordu. Burada pesonun değeri bir dolara sabitlenmişti ve piyasadaki peso miktarı merkez bankasının döviz rezervine dayandırılmıştı. Bu rejim ülkeden döviz çıktığında piyasadaki yerel miktarını düşürüp faizlerin sert şekilde yükselmesine yol açar. Döviz kuru sabit, enflasyon düşük kalır ama sermaye çıkışının bütün yükü büyümeye düşer. Bir de kurun sabitlendiği paranın (dolar) değerlenmesi durumunda, dış ticaret dengesi bozulur. Grafiklerde de görülüyor, Arjantin'de de 2002 öncesi tam bunlar olmuş. Olayları tetikleyen unsurlar ise, 90'ların sonundan itibaren gelişen ülkelerde yaşanan krizlerin bulaşıcı etkileriyle (contagion) beraber, bütçe açığı ve kamu borcu problemleri olarak gösteriliyor. Grafiklerden de görüleceği üzere para kurulunun terk edilmesi sonrası, paranın çok ciddi değer kaybetmesi ve enflasyonun yükselmesi pahasına ekonomik büyümede ve cari dengede toparlanma sağlanmış. Ancak yapısal sorunların sürdüğü ülkede iyileşme uzun vadede kalıcı olamamış. 

19 Ağustos 2018 Pazar

İktisadi durgunluk/resesyon nedir?

Güzel Türkçemizde iktisadi durgunluk/daralma/gerileme olarak kullanılan resesyon kavramı, ekonomik faaliyetlerin bir süre belirgin şekilde azalmasını ifade eder. Ekonomi haberlerinde zaman zaman GSYH'nin en az iki çeyrek art arda düşmesinin resesyon olarak kabul edildiğini okuruz. Bu çoğu durumda makul bir kriter ama her zaman bu kadar kesin sınırlar çizilemiyor. Örneğin birbirini izleyen üç çeyreğin ilkinde ve üçüncüsünde ciddi küçülme yaşayan bir ekonomi, ikinci çeyrekte az da olsa büyüse orada durgunluk yok mu diyeceğiz? O yüzden resesyon tespit etmek muhakeme de gerektiriyor. ABD'de bu konuda, ulusal iktisadi araştırma kurumu olan NBER otorite kabul ediyor. Kurum içinde ekonomik döngüleri takip eden bir kurul var. Bu kurul, GSYH büyümesinin yanı sıra, istihdam, reel gelir gibi birçok göstergeye de bakıp iktisadi döngünün hangi evresinde (durgunluk mu, genişleme mi) olunduğuna hüküm veriyor.

Bizde ise iktisadi döngü konusunda otorite olan bir kurum yok. Ancak iktisatçılar kendi yargılarını kullanarak durgunluk dönemlerini tespit ediyorlar. Zaman zaman da bu tabir gelişigüzel kullanılıyor. Ben de TUİK'in yayınladığı mevsimsellikten arındırılmış çeyreklik GSYH serisine baktım ve hangi dönemlere resesyon denilebileceğini kendimce tespit etmeye çalıştım. 
Çok basit bir şekilde ekonominin birkaç çeyrek boyunca belirgin daralma yaşadığı dönemleri yukarıdaki grafikte işaretledim. Burada dört zaman dilimi var. İlki 1998'de Asya ve Rusya krizi zamanlarına, ikincisi 2000-01 finansal krizlerine denk geliyor. 2007'de de nispeten küçük bir daralma yaşanmış. Sonrasında 2008 küresel krizi geliyor. Grafiği özellikle logaritmik çizdim ki, tepe noktasından dipe ne oranda küçülme yaşanmış karşılaştırabilelim. Böyle bakınca 2001 ve 2008 dönemlerinin birbirine benzer olduğunu ve ekonominin 4-5 çeyrek boyunca toplamda yüzde 12-13 küçüldüğünü görüyoruz. Bu dönemlerin sonrasında da çabuk bir toparlanma var.
Bu basit yaklaşımla en önemli dip noktaları tespit edebiliyoruz. Ancak bunların dışında da büyümenin çok tatminkar olmadığı dönemler ve kısa süreli daralmalar var. Biraz inceleyerek bunların hangilerinin durgunluk kabul edilebileceğine dair fikir yürütebiliriz. Bunun için GSYH serisini en basit lineer trendinden arındırıp üstteki grafiği çizdim. Grafik trendin ne kadar üstünde ya da altında olunduğunu gösteriyor. Bizim için önemli olansa, çizginin arttığı bölgeler ortalamadan hızlı, azaldığı bölgeler ise yavaş büyümeyi (sert düşüş varsa küçülmeyi) işaret ediyor. Buradan büyüme ne zaman, ne süreyle ve ne kadar hızlanmış ya da yavaşlamış daha iyi anlayabiliyoruz. Bunu veri olarak alıp ekonomik durgunluk hakkında hüküm vermek bize kalmış. 

İkinci grafikte seçtiğim dönemler büyük ölçüde öncekilerle örtüşüyor. Bir fark, 1999'da büyümenin yavaş olduğu dönemi de burada 1998 resesyonuna ekledim. İkinci fark ise, 2015'in ikinci yarısında başlayan ve 2016 üçüncü çeyrekteki belirgin küçülmeyle biten dönemi de işaretledim. Yakın zamanda olduğundan objektif davranamamış olabilirim. Ancak en azından, öncekilerin dışında yakın zamanda resesyon olarak kabul edilmeye en yakın dönem 2015-16 gibi görünüyor.


11 Ağustos 2018 Cumartesi

Döviz kuru şokuna iki örnek

Ekonomimiz çalkantılı bir dönemden geçiyor. Sene başında 3.80 civarında olan dolar kuru çılgın bir şekilde artarak Cuma itibariyle 6'nın üzerine çıktı. Buradan geri gelse bile, yaşanan finansal oynaklığın reel ekonomi açısından ciddi sonuçları olacak. Buraya nasıl geldik konusunu şimdilik atlayalım, bundan sonra ne olabilire bakalım. Bu amaçla bizimle aynı ligde kabul edilen ve yakın geçmişte kur şoku ve yüksek enflasyon yaşamış iki ülkeyi aldım: Brezilya ve Rusya. (Grafiklerde sağ eksen dolar kurunu, sol eksen enflasyon, para politikası faizi ve GSYH büyümesini gösteriyor.)

Brezilya

Brezilya, petrol üreticisi olarak 2014'te petrol fiyatlarının hızla düşmesinden etkilendi. Artan bütçe açığı ve yavaşlayan büyüme sosyal sorunları büyüttü. Yolsuzluk skandalları, büyük sokak hareketleri, siyasi çalkantılar yaşadı. Elbette ABD para politikası, 2015'teki Çin kaynaklı riskler gibi küresel gelişmelerden de çok etkilendi. 2014'ten 15'e para birimi real dolar karşısında sert şekilde zayıfladı. 2013'ten itibaren enflasyon daha yüzde 6'lardayken, enflasyon hedefi yüzde 4.5 olan merkez bankası faizi 11'e çekmişti. Daha sonra döviz kuruna şok geldi, enflasyon yüzde 11'lere çıktı, faiz 14'lere yükseltildi. Sonrasında sıkı para politikasının etkisi ve dünyada iyileşen finansal koşulların desteğiyle bu seneye kadar real istikrarlı gitti. Enflasyon hedefin dahi altına inerken, faizler de ona paralel düşürüldü; büyüme toparlandı. Bu sene Brezilya herkes gibi ABD faiz artırımlarından etkileniyor. Aman aman bir büyüme performansı yok fakat çalkantılı dönemi atlatmış görünüyor.

Rusya 

Rusya da petrol ve doğalgaz ihracatçısı olarak, petrol fiyatlarındaki düşüşten çok etkilendi. Ayrıca 2014'te Kırım'ı ilhak ettikten sonra AB ve ABD'den ciddi yaptırımlar gördü. Hala da türlü diplomatik sorunlar yüzünden yaptırım görüyor. 2014 ortasından 2015 başına kadar ruble karşısında doların değeri ikiye katlandı. Doğal kaynakları sağ olsun, Rusya'nın güçlü döviz rezervleri vardı ama döviz satışları rublenin değer kaybını durdurmadı. Merkez bankası 2014 başında yüzde 5.5 olan faizini yılın sonunda 17'ye kadar çıkardı. Sonrası genel olarak Brezilya'ya benzer. Bir fark, Rus merkez bankasının faizi artırırken de indirirken de daha agresif olması. Bugün, Rusya ciddi yapısal sorunları olan (bunlara para politikasının yapacağı bir şey yok) büyüme potansiyeli düşük bir ülke, ama o da çalkantılı dönemini atlattı.

Buradan ne çıkartabiliriz? Yapısal sorunların üstüne, siyasi riskler ve küresel finansal hareketler geldiğinde, döviz kurlarında hızlı ve büyük dalgalanmalar olabiliyor. Merkez bankaları bu duruma faiz artırarak cevap veriyor. Bu süreçte büyümede geçici bir yavaşlama olması ve bunun sosyal sorunları büyütmesi kaçınılmaz. Ancak istikrar odaklı bir yaklaşımla, bir süre sonra işler normale dönüyor. O yüzden temel prensiplerden şaşmamak, moralleri de bozmamak lazım.

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Bilimsel zemin sorunu

Hazine ve maliyenin başına geçen Berat Albayrak, bir bakandan bekleneceği üzere çeşitli kesimlerle toplantılar yapmaya başladı. Medyada çıkan haberlere göre, önce banka yöneticileriyle bir araya geldi; sonra da bir grup kıdemli ve medyatik ekonomistle buluştu. Başka kesimler ve isimlerle de sırayla görüşecektir. İcraata geçmeden önce, ekonomide ve medyada ağırlığı olan kişilerle konuşmak, onları dinleyip politika önceliklerini sıraya sokmak faydalı olmuştur. Ancak özellikle iktisatçılarla politika yapıcılar arasındaki ilişkinin, herkesin en fazla 10-15 dakika konuşacağı toplantılarla sınırlı kalmaması gerektiğini düşünüyorum.

Bu blogda 2009'da yazdığım bir yazıda, küresel krizin hemen ardından ABD'deki bir akademik konferansta sunulan birkaç makaleden bahsetmiştim. John Taylor, Martin Feldstein gibi saygın iktisatçılar, krizden çıkışta maliye politikalarının rolünü ele almışlardı. Bunlardan bahsederken, keşke bizim ülkemizde de iktisadi meseleler bilimsel düzlemde, iktisat teorisi ve veriye dayanan nitelikli çalışmalar üzerinden tartışılsa diye içimden geçirmiştim. Farklı kesimlerden araştırmacıların katılımıyla yeni fikirlerin üretildiği böyle ortamlarda, iktisat politikalarının daha sağlıklı oluşturulabileceğini düşünmüştüm. Haklarını yemeyelim, ülkemizde TEPAV, BETAM gibi kurumlar güncel iktisadi araştırma ve analizler yapıp kamuoyuyla paylaşıyorlar. Koç Üniversitesi ve TÜSİAD'ın Ekonomik Araştırma Forumu, bir iktisadi fikir platformu olarak faaliyet gösteriyor. Kamu kurumları arasında da TCMB'nin yaptığı araştırmalar, hem iktisat politikalarının uygulanmasına ve geliştirilmesine, hem de kamuoyunun aydınlatılmasına yarayan bilimsel bilgiler üretiyor. Böyle iyi örneklere karşın, iktisadi tartışmaların her zaman tatmin edici olduğunu ve ekonomi politikalarını olumlu yönlendirdiğini söylemek zor.

Bir hayli politize olan ve komplo teorileriyle harmanlanan döviz, faiz, enflasyon ilişkilerine hiç girmeyelim. Onun yerine, geçen seneden beri uygulanan türlü maliye politikası tedbirlerini ele alalım. Büyümeyi canlandırmak üzere kamu harcamaları artırıldı, vergilerde indirimler yapıldı. Bunların kimisi geçici, kimisi kalıcı oldu. Pek çok sektöre teşvik sağlandı. Genişlemeci maliye politikaları makro olarak bütçe açığını genişletirken ekonomik büyümeyi hızlandırdı. Bu kadarını herkes gördü. Ancak mikro olarak her bir politika adımının (istihdam, üretim, yatırım, gelir dağılımı vs. bakımından) ekonomik sonuçları birbirinden farklı. Peki genel denge etkilerini de dikkate alan ve politika hedeflerine verimli şekilde ulaşılıp ulaşılmadığını analiz eden bir araştırma yayınlandı mı? Ben rast gelmedim. Oysa hangi politikaların maliyetinden büyük kamusal fayda ürettiğini, hangilerininse parayı sokağa attığını bilmemiz önemli. Çünkü bir defa, harcanan vergi verenlerin parası ve kamunun hesap verme yükümlülüğü var. İkincisi, yarın bütçe açığı daraltılacağı zaman en verimsiz politikadan vazgeçerek işe başlamak akılcı olacaktır.

Sonuç olarak, ekonomi politikalarının daha bilimsel zeminlerde tartışılması gerekiyor. Bunun için iki şey yapılabilir. Kısa vadede, merkez bankası örnek alınarak kamu kurumları içindeki araştırma kadroları geliştirilebilir ya da dışarıdan akademisyenlere daha fazla proje verilebilir. Böylece maliye politikası ve regülasyon konularında yapılan araştırma sayısı ve niteliği artırılabilir. Uzun vadedeyse, ülke genelinde bilimsel bilgi üretiminin ve fikir alışverişinin geliştirilmesi lazım. Sonuçta mesele eğitime ve iktisadi araştırmanın miktar ve kalitesine dayanıyor. Bir de, şartlar serbestçe tartışmayı, eleştirmeyi, sorgulamayı kolaylaştırmalı elbette. Yeterli maddi kaynak ve özgür bir akademik ortam sağlanırsa zamanla gerisi gelecektir.

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Faiz, verimlilik artışı ve iktisadi büyüme

İktisadi büyümeye dair ana akım teoriler, sürekli büyümenin bilgi birikimi ve teknolojik gelişime bağlı verimlilik artışından kaynaklandığını söyler. Tasarruf oranı, küresel faiz ve risk primi gibi faktörlerin belirlediği reel faiz ise, yatırımları etkileyerek sermaye stoku ve GSYH'yi belirler. Ancak faizi sürekli düşürmek mümkün olmadığı için, bu yolla sürekli büyüme de sağlanamaz. Basit bir örnek üzerinde gösterelim.

Faizin dışarıda belirlendiği açık bir ekonomi düşünelim. Aşağıdaki grafiklerde mavi çizgi, toplam faktör verimliliği (TFV) sabit hızda artarken GSYH'nin büyümesini temsil ediyor. Burada büyümenin kaynağı TFV artışı; bundan arındırınca durağan bir denge var. 

Kalıcı faiz değişimi
 
 
Bu ekonomide T1-T2 zamanları arasında faizleri düşüren (finans piyasasının serbestleşmesi, risk priminin düşmesi gibi) kalıcı bir gelişme yaşandı diyelim. Bu dönemde, yeşil çizgide görüleceği gibi büyüme hızlanıyor ve GSYH başlangıçtaki patikanın üstüne çıkıyor. T2'de faizdeki düşüş durduktan sonraysa, büyüme hızı tekrar TFV artışına dönüyor ve GSYH ilk duruma paralel gidiyor. Burada olan şey, faiz düşüşünün sermaye yatırımlarını hızlandırması.  Bu dönemde sermaye stoku (makineler, binalar, yollar vs.) arttığından, ülke üretim potansiyeli daha yüksek bir şekilde yoluna devam ediyor.

Yukarıdaki iyileşmenin bir seferlik sıçrama şeklinde gerçekleştiğine dikkat etmek lazım. Ben Türkiye'nin 2000'lerin başında böyle bir sıçrama yaşadığını düşünüyorum. O dönemde makroekonomik istikrarın iyileşmesi ve AB üyelik sürecinin etkisiyle yurtdışından sermaye girişleri hızlanmış, doğrudan yabancı yatırımlar rekor seviyelere ulaşmıştı.

Geçiçi faiz değişimi 


Şimdi de faiz düşüşünün (dünya faizlerindeki dalgalanma gibi) geçici bir etmenden kaynaklandığını düşünelim. Yukarıdaki grafikte T1-T2 arasında düşen faizin, T2-T3 arasında eski düzeyine döndüğünü varsayıyoruz. Bu durumda kırmızı çizginin gösterdiği üzere, ilk aralıkta hızlanan büyüme (grafiğin eğimi), ikinci aralıkta düşüyor. Neticede ekonomi başlangıç patikasına geri dönüyor. Burada faiz düştüğünde getirisi düşük yatırımlar da karlı hale geldiğinden, önce üretim potansiyeli büyüyor. Fakat verimlilik artmadığından, faizin yükselmesiyle yatırımlar kesiliyor.

Bu durum Türkiye'nin küresel krizden sonraki vaziyetine benziyor. Bu dönemde gelişmiş ülkeler krizden çıkmak için olağanüstü gevşek para politikaları uygulayınca dünyada faizler düşmüştü. Bizde de inşaat başta olmak üzere birçok sektör bundan faydalandı. Verimlilik artışı düşük kalırken, bilhassa inşaat yatırımlarının desteğiyle büyüme hızlandı. Son senelerde dünyada para politikalarının normalleşmesi ve faizlerin yükselmesi durumu tersine çeviriyor.

Verimlilik artışı
 

Son olarak faizin değişmediği ama TFV artışının hızlandığı duruma bakalım. Burada grafiğin eğimi artıyor ve GSYH daha hızlı büyümeye başlıyor. Yani bir seferlik bir sıçrama değil kalıcı bir hızlanma var. Eğer Türkiye üst gelir grubundaki ülkeleri yakalayacaksa, böyle bir atılıma ihtiyacı var. Ancak işin zor tarafı, verimlilik artışı yaratmanın basit ve hızlı bir formülü yok. Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin, kurumsal yapının gelişmesinin, ekonomide serbestleşme ve dışa açılmanın üretkenliği artırdığını biliyoruz. Ancak bu konularda yapılacak reformlar bütüncül olmak ve sabırla uygulanmak zorunda. Bunun için de kısa dönemli siyasi hesapların ve dar kesimlerin ekonomik çıkarlarının ekonomi politikalarına etki etmemesi gerekli.

Bu konularda çok yazdık ve yazmaya devam edeceğiz.

25 Mayıs 2018 Cuma

Ekonomi 101 her yerde

Serbest piyasaya müdahale etmenin yan etkilerine dair, son zamanlarda yayınlanan haber ve gazete yazılarından birkaç örnek topladım. İlk ikisi ilaç fiyatları ve sigorta primlerindeki düzenlemelerin yol açtığı darlıkları anlatıyor. Üçüncüsü konut kredisi-ev fiyatları ilişkisinden, bir fiyata uygulanan baskının tahterevalli gibi başka bir taraftan patlayabileceğine dikkat çekiyor. (Faiz-döviz kuru arasında da benzer bir ilişki var, fakat bu derin mevzuya burada girmeyelim.) Dördüncüsü örnek ise, ticaret kısıtlamalarının bilhassa tarımda fiyat istikrarına yaramadığını gösteriyor.

İlaç fiyatları

Abdi İbrahim İlaç Başkanı Nezih Barut: “Şu anda ilaç fiyatlarında belirlenen kur oranı 2.68 Euro. Ayrıca SGK iskonto yapıyor. Bu sürdürülemez. İlaç sanayi devamlı fedakarlık yapıyor. İnşaat sektörü ile birlikte zorda olan iki sektörden biri de ilaç. Sevmeyen bu işi yapamaz.”
https://www.sozcu.com.tr/2018/ekonomi/yuksek-kur-ithal-ilac-fiyatlarini-da-vuracak-2399308/

Sigorta primleri

Sompo Japan Sigorta Genel Müdürü Recai Dalaş: “Fiyatların serbest olduğu ortamda fiyat tarifesi yapabilmek önemli bir yetenek gerektiriyor. Tarifenin devlet tarafından yapıldığında ise böyle bir beceriye ihtiyaç yok. Siz ne yapıyorsunuz? Teknolojiye mi yatırım yapıyorsunuz? Yapmıyorsunuz. Kaliteli eleman mı almanız gerekiyor; gerek yok, almıyorsunuz. Bu gelişmeyi durduruyor. Sektöre verdiği en büyük zarar benim açımdan bu. Bu durum bizim gibi şirketlerin aleyhine bir durum. Rekabet olsun, başarabilen başarsın, başaramayan bıraksın.”
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/rekabet-olsun-basaramayan-biraksin-40835582

Konut kredisi faizleri

HaberTürk yazarı Abdurrahman Yıldırım: "Konutta fiyatlar şeffaf ve net değildir. İlan edilen fiyatların bir hayli altına düşüldüğünü duyuyoruz. Gerçek satış fiyatları pek bilinmiyor ve muğlaklık söz konusu. Ucuzlayan kredi faizlerinin yaratacağı talep karşısında satıcılar gerçek satış fiyatlarını artırabilir. Konut stokunu eritelim diye kamu eliyle faizde kampanya düzenlerken, konut fiyatlarını yukarı çekenler olabilir. Bunun örneklerini geçmişte gördük. Geçen yılki KDV indirimini fiyatlara yansıtmayanlar olmuştu." (Yazar denetimle sorunun çözülebileceğini düşünüyor; ben bilemiyorum.)
http://www.haberturk.com/yazarlar/abdurrahman-yildirim-1018/1955898-ucuz-konut-kredileri-ise-yarar-ama-mutlaka-denetlenmeli

Gıda fiyatları

Baklava ve Tatlı Üreticileri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yıldırım: "Bu ramazanda Antep fıstığı fiyatlarının acilen düşmesi lazım. Bunun en hızlı yolu ithalatın önünün açılması. Bakanlık izin belgesi vermediği için ithalat yapılamıyor. Bugün Sayın Fakıbaba ile bu konuyu konuşacağız."
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/antep-fistigi-icin-bakanla-gorusecekler-40838373

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Yapısal reform ne ola ki?

Ezber oldu, kime sorsan Türkiye yapısal reform yapmalı diyor. Peki nedir yapısal reform? Başka politikalardan ne farkı var?

İşşizliği ele alalım. İşsizlik oranının yüksek ya da düşük olmasının çeşitli sebepleri vardır. Bunların bir kısmı konjonktüreldir. Mesela Rusya'yla aramız bozuldu diye Rus turistler gelmediğinde Antalya'da otel çalışanları işsiz kalır, fakat ilişkiler düzelince tekrar iş bulurlar. Bunun gibi ülke ekonomisinin bir kısmını ya da tamamını etkileyen, iyi ya da kötü gelişmeler, işsizlik oranında geçici iyileşme veya kötüleşmeler yaratır. Bir de bundan ayrı, konjonktüre göre değişmeyen sebepler vardır ki bunlar yapısaldır. Örneğin okul veya aile hayatı öyle gerektirdiği için part-time çalışabilecek insanlar, yeterince böyle iş olmadığı için çalışamıyorlarsa, bu yapısal bir sorundur.

Konjonktürel ve yapısal sorunlar birbirinden farklı politikalar gerektirir. İçerde talep zayıfladığı için ekonomik büyüme yavaşlamış ve işsizlik yükselmişse, Keynesyen istikrar politikaları konjonktürel çözüm olabilir. Örneğin 2016'da ülkemizde büyüme yavaşlayıp işsizlik artarken  bu çerçevede uygulamaya sokulan teşvik politikaları işsizliği düşürmede başarılı olmuştur. Ancak bunlar yapısal sorunları çözemez. Bir yanda istihdam artarken, öte yanda firmalar nitelikli çalışan bulmakta zorlanıyorsa, çözülmesi gereken sorun çalışanları talebi karşılayacak becerilerle donatmak olmalıdır. Yoksa ekonomik durum kötüleştiğinde ya da teşvikler kesildiğinde işsizlik tekrar yükselir.

İşgücü piyasası, yapısal reform denince en çok gündeme gelen ve aynı zamanda en zor ilerleme kaydedilen alanlardan biri. Senelerdir bir kıdem tazminatı reformundan bahsedilir mesela. Hükümet gerçekleştirmek için çok çaba sarf etti ama hem işverenlerin, hem de sendikaların uzlaşacağı ortak bir zemin bulunamadı. Böyle konular geniş kesimleri ilgilendirdiği ve herkesin menfaati farklı olduğu için ilerlemek zor oluyor. Araya referandum, seçim falan da girince mesele şimdilik rafa kalktı.

İş ikliminin iyileştirilmesi diye, uluslararası kurumların raporlarında çok üstünde durulan bir reform başlığı da var ki, farklı bir zorluk içeriyor. Bu başlıkta kastedilen şey, hem yerli hem yabancı yatırımcı için Türkiye'de iş yapmayı cazip hale getirmek. Bürokrasiyi azaltmak, piyasaların etkin işlemesini sağlayacak kuralları ve kurumları oluşturmak ve ekonomi politikalarının öngörülebilirliğini artırmak üzere yapılan her şey bu başlığa dahil.  Bu konuda kanun geçirmek nispeten kolay. Zor olan kağıt üstünde yazanı uygulamaya geçirmek. Merkez bankamız kanun gereği bağımsız ve birinci amacı fiyat istikrarı sağlamak mesela. Ancak uygulamada kimse resmi enflasyon hedefine inanmadığı gibi, gelecekte enflasyonun nerede olacağını makul bir hata payı dahilinde bilemiyor. Böyle bir ekonomide yatırımınız için 25 senelik fayda-maliyet analizi yapacağınızı düşünün. Nasıl bir enflasyon projeksiyonu kullanırsınız? Bırakın 25 seneyi biz iki sene sonrasını kestiremiyoruz.

Sonra, ekonominin her köşesinde devletin müdahaleci ve korumacı uygulamaları var ki, birçoğu faydasından büyük çarpıklık yaratıyor. Bu blogdaki yazılarımda ve twitter paylaşımlarımda birçok örneği var. Mesela eskiden beri Türkiye'de dış rekabetten en çok korunan ve aynı zamanda en verimsiz sektör tarımdır. Tarımsal verimlilik konusunda çözüm bulamayıp gümrük duvarı çekmekle sorunu senelerce geçiştirmek bizi bugünlere getirdi. Korumacılık dışında da, devlet bankalarının faaliyetlerinden, (sigorta primi, kiralar, ilaç ve en son akaryakıt fiyatı gibi) fiyatlara yapılan müdahalelere kadar çok sayıda örnek verebiliriz. Kredi faizi, sigorta primi ya da ilaç fiyatı fark etmez; piyasa koşullarında yükselen fiyata yapılan doğrudan devlet müdahaleleri istenmeyen kıtlıklar yaratır. Bunları olabildiğince terk etmek gerekir. Öte yandan fiyat artışı (rekabet eksikliği gibi) yapısal bir sorundan kaynaklanıyorsa, ona uygun bir düzenlemeyle kalıcı çözüm aramak gerekir.

Peki yapısal reform gerekiyor da hiç yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor. Örneğin benim çok önemsediğim, şirketlerin dövizle borçlanmasını düzenlemek için merkez bankamız öncülüğünde yapılan çalışmalar var. Geçmişte dünyada faizlerin düşmesine kanıp yüklü miktarda dövizle borçlanan firmalar, son yıllarda döviz kurlarının yükselmesinden zarar görüyor. Sadece birkaç firma olsa bireysel bir sorun, risk almasalarmış derdik. Ama sayıları çok olunca risk sistemik hale gelip hepimizi ilgilendiriyor. İşte bu sistemik riski azaltmak için birkaç senedir çalışma yürütülmekte. Önce firma bazında kapsamlı bir veri tabanı oluşturuldu; sonra bu verilerin analizine dayanarak uygulamaya geçildi. Küçük firmaların kullanabileceği döviz kredi miktarı döviz gelirlerine göre sınırlandı. Böylece ihracatçı ya da turizmci olmayanlar için dövizle kredi kullanma imkanı kalmadı. Kredilerin çoğunu kullanan büyük firmalar içinse, finansal araçlarla döviz kuru riskini azaltmalarını ("hedging") sağlayacak düzenleme yapılacak. Ancak bu aşamaya geçmeden vadeli işlem piyasasının derinleşmesi gerektiğinden, merkez bankası önce piyasaya vadeli döviz satımına başladı. Detaylar tartışılabilir, fakat ciddi bir ihtiyaca cevap veren, veriye dayanarak dizayn edilmiş ve piyasaya dayalı olarak yapılan bu düzenleme bence çok önemli.
 
Burada ekonominin daha verimli işlemesine yarayacak reformlardan bahsettik. Bir de mülteciler ve göç, iş kazaları, çevre, kadın emeği gibi, hak ve adalet bağlamında önemsediğimiz birçok mesele var. Yaşam kalitemiz, maddi refahın yanı sıra bu konulardaki iyileşmeye de bağlı olduğundan, bunlara yönelik politikaları da yapısal reform kapsamına dahil edebiliriz.

26 Nisan 2018 Perşembe

Osmanlı'da para politikası ve enflasyon

Tarihteki ayaklanmalarda bazen yeniçerileri de anlamak lazım. Maaşınızı almaya gittiğinizde paranızın neredeyse yarısının tırtıklandığını görseniz siz de isyan etmez misiniz? 1584 yılında yeniçerilerin başına yaklaşık olarak bu gelmiş. Devlet maaş ödediği akçelerdeki gümüş miktarını neredeyse yarıya düşürmüş. Akçenin değerinin düşmesiyle alım gücünün de eriyeceğini fark eden yeniçeriler ayaklanıp bazı zavallı ekonomistlerin kellesini almışlar. Ama nafile, tağşiş adı verilen bu uygulamaların sonu gelmemiş.

İktisat tarihçisi Şevket Pamuk'a göre Osmanlı tarihinde dönem dönem yükselen enflasyonun başlıca sebebi bu tağşişler. Devlet 16. yüzyıldan itibaren uzayan savaşlara ve batının ilerleyen savaş teknolojisine ayak uydurmaya para yetiştiremiyor. Etkin şekilde vergi de toplanamadığından ve borçlanma araçları kısıtlı olduğundan, sık sık karşılıksız para basmak anlamına gelen tağşiş uygulamasına gidiliyor. Yani akçenin ayarı düşürülüp eldeki gümüşle eskiye göre daha fazla akçe basılarak bütçe denkleştiriliyor. 

Aşağıdaki grafik Pamuk'un makalesinden, Osmanlı parasındaki gümüş içeriğini gösteriyor. Y-ekseninden anlaşılacağı üzere ölçek logaritmik. Göze yabancı gelebilir ama bu hem grafiğin sunumunu, hem yorumlanmasını kolaylaştıran bir gösterim. Grafiğe göre kabaca 1450-1750 arasındaki 300 senede akçe içindeki gümüş miktarı onda bire inmiş. Takip eden 100 senede ise, bunun da onda birine (başlangıcın yüzde birine) düşmüş. İkinci dönem kabaca 3. Selim ve 2. Mahmut'un saltanatına denk düşüyor. Bu devirde Rusya, Avusturya, Yunanistan, Mısır savaşları; Rusya'ya savaş tazminatı, orduyu modernleştirme çabaları derken harcamalar kopup gidince darphane fazla mesai yapmış.
Karşılıksız para basmanın sonuçlarını kestirmek güç değil: paranın değer kaybetmesi, enflasyon, para ikamesi vs. Tarihsel veriler de bunu gösteriyor. Tağşişlerin ardından tüketim mallarının fiyatları artıyor. Sabit gelirlilerin alım gücü düşüyor. Yerel paraya güven kaybolduğundan ticaret kötü etkileniyor; yabancı paralara talep artıyor. Zamanla enflasyon yüzünden vergi gelirleri eriyor; bütçe problemleri kronikleşiyor... Sonunda Tanzimat sonrası böyle gitmeyeceğini gören devlet tağşişi bırakıyor. (Fakat bu sefer de borç sorunu patlıyor.)

Aşağıdaki grafik yine Pamuk'un çalışmasından, arşiv belgelerinden toplanan fiyatlara göre İstanbul tüketici fiyatlarının yaklaşık 450 senelik seyrini gösteriyor. Ölçek yine logaritmik olduğundan, grafiğin eğimi o tarihteki enflasyon oranına yaklaşık olarak eşit. Dolayısıyla eğimin artması enflasyonun yükselmesi, azalması düşmesi anlamına geliyor. Grafiğe göre, yukarıda bahsettiğimiz büyük tağşiş dönemlerinde fiyatlar beklediğimiz gibi daha hızlı artmış. Ayrıca fiyatların para politikasına tepkisinin yıllara yayıldığı da göze çarpıyor.
Endekse göre İstanbul tüketici fiyatlarındaki 450 senelik artış 300 kat. Bu tüm dönemin ortalama yıllık enflasyonu yaklaşık yüzde 1.3 demek. Makaledeki tablodan yaptığım hesaba göreyse, enflasyonun ortalama oranı 1580'lerde yüzde 5.3, 1830'larda yüzde 7.5 olmuş. Bugüne kıyasla bu oranlar yüksek görünmeyebilir. Ancak etkisi uzun yıllar süren beklenmedik enflasyon, servetleri enflasyona karşı korumasız insanlar için çok büyük kayıp yaratır. Üstelik kısa vadede fiyatların çok daha sert dalgalanabileceğini de dikkate almak lazım.  

Başa dönersek, 1584 tağşişi sonrası kelle alan yeniçeriler devletten bir miktar enflasyon telafisi kopartmışlardır diye düşünüyorum. 1826'da ise yeniçeri ocağını topa tutan 2. Mahmut arıza çıkartacak kimseyi bırakmayarak meseleyi kökten çözmüş. Maazallah yeniçeriler ya bugün de olsalardı?

Kaynakça ve ek okuma için:

Prices in the Ottoman Empire, 1469-1914, Şevket Pamuk, International Journal of Middle East Studies, Vol. 36, No. 3 (Aug., 2004), pp. 451-468

Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi: 1500-1914, Şevket Pamuk, İletişim Yayınları.

Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları, Şevket Pamuk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

16 Mart 2018 Cuma

Sanayi üretiminde yeni bir şey yok

Ekonomik büyümenin temel göstergesi gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) artış hızı. Fakat bu çeyreklik olarak ve çok geç açıklanan bir veri. Mart ortasına geldik geçen senenin Ekim-Aralık döneminin GSYH verileri hala açıklanmadı mesela; bu ay sonunda gelecek. Geldiğinde bundan aylar öncesinin büyüme hızını öğreneceğiz. Bu haliyle ekonominin mevcut durumunu öğrenip ona göre karar almak isteyen iktisadi aktörler (yatırımcılar, hükümet, merkez bankası vs.) için GSYH yeterli bir gösterge değil. Bu yüzden onunla ilişkisi güçlü, sık ve erken açıklanan "öncü" göstergelere ihtiyaç var.

Sanayi üretim endeksi, her ay makul bir gecikmeyle yayınlanması ve GSYH ile yüksek korelasyonu olması sebebiyle en önemli öncü göstergelerden. Bugün Ocak ayına dair veriler yayınlandı mesela. Buna bakarak iktisadi faaliyetin bu yıla nasıl başladığı konusunda sağlam bir fikir edinilebilir.

2016 yılında GSYH verileri revize edildiği zaman, ekonomistler sanayi üretim endeksiyle GSYH arasındaki ilişkinin bir miktar zayıfladığını görüp rahatsız olmuşlardı. Endeksin yönteminin GSYH'ye göre uyarlanmasıyla ilişkinin tekrar güçleneceği düşünülüyordu. O uyarlama yapıldı. En önemli değişiklik, şirketlere anket yapıp ne ürettiklerini sormaktan vazgeçildi; onun yerine vergi ve sigorta kayıtlarından yola çıkarak üretim miktarları tahmin edildi. Sonuç aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi.
Burada eski ve yeni endekslerdeki yıllık değişimleri üst üste çizdim. Yeni endeks eskisinden yılda ortalama 2.5 puan kadar daha hızlı büyüyor ama dalgalanmalar yön itibariyle neredeyse bire bir aynı. Zaman serisi yerine, artış oranlarını aşağıdaki gibi karşılıklı çizince daha da net görülüyor. Aradaki korelasyon neredeyse 1. Ne demek bu? Ekonometrik bir modele koyup tahmin yapacaksanız, hangi seriyi kullandığınızın önemi yok. Model hemen hemen aynı tahmini verecektir. 
Burada pek fark etmemiş ama başka sektörlerdeki revizyonlar fark yaratabilir elbette. Sanayi dev kurumların ağırlıkta olduğu oturmuş bir sektör. Öte yandan örneğin inşaatta, yerden mantar gibi müteahhit biten çok daha dinamik bir yapı var. Böyle sektörlere dair verilerde yöntemin iyileştirilmesi, muhtemelen daha büyük ve olumlu değişikliklere yol açacaktır.