13 Aralık 2007 Perşembe

Mirrlees Yaklaşımına Liberteryen Eleştiri

bugun mankiw'in blogunda su yaziyi okuyunca bende kosup suraya iki satir bir seyler yazma istegi hasil oldu. hemen ozet geceyim. mankiw, ogrencisi matthew weinzierl ile birlikte, mirrlees modeli temelli optimal vergilendirme yaklasimiyla dalga gecen bir makale yazmis. sonra bu makaleyi okuyan blog yazari bir iktisatci (robin hanson), mankiw'i elestirip onun dalgasina yaptigi oneriyi destekleyince, mankiw de ona piskin faydaci (utilitarian) damgasini yapistirmis.

mirrlees modelleri sosyal sigorta problemlerinin incelenmesinde ve cozumunde kullanilan araclar. mirrlees'in tum olayi, dogustan gelen beceriler gibi, insanlarin kendi secimleri disinda sahip olduklari ve disaridan gozlemlenemeyen, ama onlarin uretkenliklerini ve dolayisiyla kazanclarini belirleyen kisisel ozellikleri dikkate almasi. insanlarin kazanc potansiyellerinin disaridan gozlemlenememesi sorununa bu modeller, politikalari (gozlemlenebilen) gelir ve gelirle iliskili baska faktorlere baglayarak cozum bulmaya calisiyorlar. (daha once mirrlees yaklasimini aciklayan uzunca bir yazi yazmistim: tiklayin.)

iste mankiw ve weinzierl'in elestirileri burada devreye giriyor. bu ikili insanlarin gelirlerinin boylarina bagli oldugu bir mirrlees modeli kurmuslar. ustune gelirle insanlarin boylari arasinda bir iliski oldugunu gosteren iki ekonometrik calismayi referans gostermisler. sonra da bu mantiga gore uzun boylular daha fazla kazaniyor, onlardan vergi alip kisalara dagitalim diyorlar. hanson da yok bunda bir sacmalik, eger iliski hakikaten saglamsa ben uzun boy vergisinin arkasindayim demis.

tabii asil tartisma felsefi. mirrlees modeli bizim sosyal devlet diye bildigimiz, devletin vatandasini (kimi zaman besikten mezara) sigortaladigi sistemlerin teorik temeli. zaten 70'lerde bunu bulan james mirrlees o zamanin ingiliz isci partisinin uyesi. obur taraftan mankiw'in dunya gorusu bambaska. ona gore mirrlees tipi vergilendirme esitlikci ama adil degil. burada da boyle bir sosyal sigorta anlayisinin abuk sonuclara yol actigini gostermeye calisarak felsefi elestiriye iktisadi boyut katiyor.

su siralar mirrlees modelleri iktisat aleminde cok revacta. en az mankiw kadar baba adamlar bu konular uzerinde calisiyorlar. buradan da pozitif iktisadi yontemleri benimsemis iktisatcilarin benimsedikleri degerlerin birbirlerinden oldukca farkli olabilecegini goruyoruz.

30 Kasım 2007 Cuma

Makroekonominin Mikro Temelleri ve Lucas Kritiği

ekonomiturk yazarlarindan baris, dun makroekonomiyle ilgili bilinenler ve bilinmeyenler uzerine bir yazi yazmis. ben de yazinin altina makroekonomik sorularin cevaplarinin ekonomilerin mikro sartlarina bagli olduguna iliskin bir yorumda bulundum. aynen aktariyorum:

makroekonomiyle ilgili bilinmesi gereken en onemli sey bence su: makroekonomik olaylarin temelleri mikroekonomiktir. bir ekonomide bireyler, firmalar vb. iktisadi aktorler iktisadi kararlar alirlar. mesela bireyler tuketimlerine, tasarruflarina, ne kadar calisacaklarina vesaireye; firmalar kullanacaklari girdilerin miktarlarina, uretimlerine, yatirimlarina ve saireye karar verirler. makroekonomik degiskenler bu kucuk aktorlerin binlercesinin yaptiklari secimlerin toplami neticesinde ortaya cikarlar. o yuzden mikroekonomik teoriden kopuk makroekonomi teorisi olmaz. baris'in sozunu ettigi efsanelerin tamami bu tip mikro temelleri zayif teoriler.

mesela birisi bize enflasyonu dusurmek icin buyumeden feragat etmek gerekir dedigi zaman, enflasyonu dusurmek icin izlenecek yolun nasil bir mekanizma yoluyla buyumeyi etkileyecegini sorgulamaliyiz. toplam degiskenlerin temellerinde ekonomik aktorlerin secimleri yattigina gore, eger iddia dogruysa enflasyonu dusurmek icin uygulanan politikalarin ekonomik aktorlerin davranislarini etkilemesi ve bu yolla da buyumeyi dusurmesi gerekir. peki bu aktorlerin davranislari soz konusu politikalardan nasil etkilenir? bu konuda belki yuzlerce teori ortaya atilabilir. bu teorilerden, "a, b, c" sartlari saglanirsa falanca iktisadi mekanizma yoluyla firmalarin uretimlerini arttiracagi ve bunun buyumeye pozitif etkisinin olacagi, ama bunlar saglanmaz ya da bir baska "x" sarti ortaya cikarsa filanca mekanizma yoluyla tersi olacagi gibi sonuclar cikar.

tabii, enflasyonu dusurursek buyume artabilir de azalabilir de gibi bir sonuc kimseyi kesmez, kesmemeli. o yuzden elimizdeki teorilerden gecerli olamayacaklari eleyip ise yarar olanlari ortaya cikarmaliyiz. bu da nasil olur? ulkedeki iktisadi aktorlerin davranislarini, sektorlerin yapilarini, piyasa iliskilerini iyi bilir ve anlayabilirsek olur. bunun yolu da daha cok mikro odakli ampirik calisma yapmak ve makroiktisatcilara ekonominin temellerine iliskin modellerini kurarken kullanabilecekleri bilgiler saglamak. mikroekonomik gerceklerle tutarli makroekonomik modeller, makroekonomik sorunlarin cevaplanmasinda daha etkili olacaklardir. ilginc degil mi? iyi makro model kurabilmenin yolu, oncelikle uygulamali mikroekonomicilerin islerini iyi yapmasindan geciyor. tabii onun icin de yeterince ve kaliteli mikro veri olmasi, yani istatistikcilerin isini iyi yapmasi lazim.

ozetle, Lucas kritigi iste. mikro temelleri olmayan, hele hele beklentileri dikkate almayan modeller eninde sonunda cuvallar. ozellikle iktisat politikalarinin uygulanmasinda bunlardan zinhar uzak durmak lazim.

ek: ekonomide kanunlara rastlanamamasinin sebebi mikro sartlarin degiskenlik gostermesi olmali. mesela baris'in sozunu ettigi "giffen good" ornegi 19. yuzyil irlandasindaki patates kitliginin incelenmesiyle ortaya cikmis. daha incelersek kimbilir ne istisnalar buluruz. tabii, iktisadin insan davranislarini inceleyen davranissal iktisat ve bunlarin altinda yatan biyolojik temelleri inceleyen noroiktisat gibi yeni yeni gelisen mikronun da mikrosu alanlari var. belki temellere indikce, iktisatta da bir takim temel kanunlar bulunabilir.

ek2: mankiw'in "a quick refresher course in macroeconomics" adli kisa makalesi bu konularda guzel ve bize gore daha kapsamli bir ozet sunuyor. google'da aratirsaniz cikar.

20 Kasım 2007 Salı

Büyümenin Sosyal Boyutu

bugun dani rodrik blogunda buyumenin sosyal boyutu uzerine guzel bir yazi yayinlamis. ben de linkini buradan paylasmak istedim: tiklayin.

konuyu ozetleyelim. bir dunya bankasi toplantisinda buyume stratejileri tartisilirken, bazi katilimcilar bu stratejilerin onceliginin fakirlerin yasam standardini iyilestirmek, sosyal esitsizlikleri azaltmak gibi seyler olmasi gerektigini savunmuslar. rodrik de buna karsi, ozetle, sosyal politikalarla buyume stratejilerini karistirmamak lazim diyor.

buyumeye yonelik politikalar, buyumenin onundeki baslica engelleri kaldirmaya odaklanirlar. bu yuzden yoksullukla mucadele, esitlik gibi hedefler buyume stratejilerinin oncelikleri arasinda yer almazlar. ama bu, buyumeyle ilgilenenlerin baska sosyal meselelerle ilgilenmedikleri anlamina gelmez. sadece kalkinmaya dair tum hedeflere ayni anda erisemezsiniz. rodrik bunlari soyluyor. ayrica, rodrik basta fakirler olmak uzere insanlarin hayat standartlarinda belirgin ve kalici bir iyilesmenin gerceklesmesi icin buyumenin gerek sart oldugunu da vurgulamis. bununla beraber orta ve kisa vadede iktisadi buyumenin bazi sosyal sorunlarin ustesinden gelmekte yetersiz kalabilecegini de kabul etmis.

kisa vadede buyumenin ustesinden gelemedigi sorunlari hafifletmeye calismak, sosyal politikalarin islevi. ama uzun vadeli cozum surekli buyumeden geciyor. o yuzden biri buyumeden soz ederken, hani bunun sosyal boyutu diye atilmakta acele etmeyiniz. birakin adam derdini rahat rahat anlatsin, di mi?

10 Kasım 2007 Cumartesi

Para Politikası, Faizler, Kur, Büyüme vs.

bugun ekonomiturk'te ekodok "yilmaz'dan satici'ya ders" diye bir yazi yayinlamis. yilmaz, merkez bankasi baskani durmus yilmaz. satici, turkiye ihracatcilar meclisi baskani oguz satici. ders de fiyat istikrarinin onemi ve mb'nin para politikasi uzerine. ekodok yilmaz'in sunumunun linkini vermis. baktim ve hosuma gitti. orta duzeyde makroiktisat bilgisi olan herkesin anlayabilecegi duzeyde, kisa ve ozlu bir ders olmus. sadece yazici'ya degil tabii, hepimize. bu yuzden sunumun linkini ben de buraya eklemek istedim: tiklayin.

16 Ekim 2007 Salı

Nobel goes to...

leonid hurwicz, eric maskin and roger myerson.

bugun iktisat dunyasi icin yilin onemli gunlerinden biriydi. bu sene nobel ekonomi odulu, oyun teorisinin ekonomideki onemli kullanim alanlarindan biri olan mekanizma dizayni teorisinin babasi leo hurwicz'e ve onun iki onemli takipcisi eric maskin ve roger myerson'a gitti.

mekanizma dizayni, arzu edilen bir iktisadi sonucu elde etmek icin sosyal ve iktisadi mekanizmalar yaratma sanati olarak tarif edilebilir. bu isle ugrasanlar, iktisadi aktorlerin tercihlerini istenilen sonucu elde edecek sekilde yonlendirecek mekanizmalari incelemeye ve boyle mekanizmalar kurmaya calisirlar. bu teorinin muzayedelerin (auction) dizayni, optimal vergilendirme, kamu mallari sorunu gibi turlu alanlarda iktisadi uygulamalari vardir.

zaman zaman benim de yazdigim bu konulari modern iktisada sokan ve bunlarin analitik olarak incelenmesinin yolunu acan insan leo hurwicz'dir. hurwicz, coktandir hak ettigi odulu bugun doksan kusur yasindayken aldi. ilgili alanlarda yaptiklari calismalarla daha once de joseph stiglitz, george akerlof ve james mirrlees gibi iktisatcilar nobel odulunu almislardi.

ek:
ekonominin oduller kapsamina dahil edilisinin hikayesi icin tiklayin.
odul sahibi iktisatcilar icin tiklayin.
mekanizma dizayni teorisinin ekonomideki yeri uzerine nobel komitesinin hazirladigi yazi icin tiklayin.
daha kisa ve basit bir yazi icin tiklayin.
adam smith isimli sahsin (evet, saka gibi) hurwicz'le sicagi sicagina yapmaya calistigi telefon roportaji icin tiklayin.

28 Eylül 2007 Cuma

İslam ve İktisat

ekonomiturk'teki yazimin tipkisinin aynisidir:

is-guc derken blogdan uzak kaldim. bir de baktim ki ekonomik meselelere islam'in bakisi tartisiliyor. din adamlarinin iktisat konusundaki bilgisizliklerine aldirmadan fetvalar vermeleri eskiden beri beni rahatsiz ettigi icin, ben de surada iki kelam etme geregi hissettim.

ekonomix son yazisini bir yerlerde bir seyler ters diye bitirmis. ters olan sey 7. yuzyilda var olmayan, var olmasi hayal bile edilemeyecek olan iktisadi iliskileri ve kurumsal yapiyi, o zamanin basit iktisadi iliskilerini kistas alarak degerlendirmeye calismak. yani bugday ticaretinden opsiyon piyasasi uzerine sonuclar cikartmaya calismak abes; ve abes oldugu kadar (aslinda tam da abes oldugu icin) benim anladigim sekliyle islamin ozune ters. din adamlari islam dinini cok iyi biliyor olabilirler ama iktisattan anlamiyorlar. bu yuzden de insanlari muhtemelen yanlis yonlendiriyorlar. (muhtemelen diyorum, zira benim islam bilgim, onlarin iktisat bilgisinden fazla degil.)

islam bilgisi kuvvetli olmasa da, iktisat bilgisi kuvvetli olan bir insan olarak, ben islamin yasakladigi faizin iktisatcilarin "rant" diye isimlendirdigi sey oldugunu dusunuyorum. yani uretimden kaynaklanmayan, uretilmis olanin el degistirmesiyle elde edilen deger.

iktisatcilarin reel faiz dedigi sey, rekabetci piyasa ekonomisinde sermayenin getirisine esittir. yani paraniz varsa ve bununla bir is kurarsaniz, tum masraflari dustukten sonra, elde edeceginiz kar rekabetci piyasa ekonomisinde reel faizin getirisine esittir. bu sasirtici bir sonuc degil. zira siz o yatirimi yapmasaniz ve parayi bir bankaya yatirsaniz, banka o parayi baska bir girisimciye kaynak olarak verecek. neticede, piyasa mekanizmasi reel faizi sermayenin getirisine esitleyecek. bu su demek, bankaya para koyan bir insan, dolayli olarak baska birinin kuracagi bir ise yatirim yapiyor ve bu yatirimin getirisini kazanc olarak elde ediyor. bankanin burada islevi bir araci olarak cebinde para olanla paraya ihtiyaci olani bulusturmak.

tabii bankalar tum islemlerini islami kurallara gore yapmadiklari (mesela yeri geldiginde icki ureticisine de kaynak sagladiklari) ve de faaliyetlerinin bir bolumu rant saglama faaliyetleri oldugu icin, bir musluman bankalarla iliski kurmaktan kacinabilir. o durumda dogrudan yatirimi finanse eden yatirim araclarina yonelebilir. (ofk'lar hakkinda fazla bir bilgim yok. ama bir alternatif olabilirler tabii.)

faizin icerisinde risk primi de olabilir. bu da borc alanin ustlendigi riskin bedelidir. yani haksiz bir kazanc degildir. moral hazard (ahlaki tehlike), incentives vs. gibi iktisadi kavramlar uzerinden bu risk priminin var olmasinin olmamasindan daha "dogru" olacaginin tartismasini yapabiliriz. ama o kadar zamanim yok.

bu arada riskli yatirimlari kumar olarak adlandirmak da abes. neyin kumar olup neyin olmadigina karar vermek icin, o yatirimin uretkenligine bakmaliyiz riske degil. zira risk her seyde var. yani bir is kurmak da riskli bir aktivite, buna karsilik parayi faize yatirmak risksiz. o zaman reel bir yatirim yapmak mi kumar, faize yatirmak mi? goruluyor ki riskli olan her sey kumardir, kumar da kotudur demek abes. bunlarin uzerine bir de soyle dusunun. cebinizde paraniz var ama isletme tecrubeniz yok. paranizla bir is kurmaniz mi daha iyidir, yoksa is kuracak birine "rekabetci piyasa faizi" uzerinden borc vermeniz mi? kim o parayi daha uretken bir sekilde kullanir; istihdam yaratabilir? bir insanin bilmedigi bir ise girmesi riskli degil midir? bir de o parayi baskasinin iyi kullanabilecegini dusununce, bilmedigi ise giren kisinin toplum kaynaklarini gereksiz riskler alarak carcur etmekte oldugu soyleyemez miyiz? sorular, sorular... cevaplari hepimiz dusunelim.

ozetle, rant olarak tabir ettigimiz, kaynagini uretimden almayan kazanclar disinda ben haram olabilecek bir sey gormuyorum. tabii rant illa ki kotu bir sey mi olmak zorunda? faydasi olamaz mi? ya da turkiye'de piyasalar ne kadar iyi isliyor? faizler dahil fiyat mekanizmasi uretime mi, yoksa uretmeden bolusume mi yonelik isliyor? bunlar uzun mevzular. daha da cok mevzu var tartisilabilecek ama ben uzatamayacagim.

sozun ozu, ben 7. yuzyildaki bugday vs. ticaretini kistas alarak din adamlarinin verdigi dini ogutleri dikkate almiyorum. benim tercihim iktisat bilgimi, islamin ozune iliskin bilgilerimle karsilastirip vicdanimin hakemliginde kararlarimi almak. tabii ekonomix'in dedigi gibi. her koyun kendi bacagindan asilir. siz istediginizi yapabilirsiniz.

not: bu arada yukaridaki tartismadan, islam esaslariyla yonetilen bir ulkede, mali ve parasal istikrarin tam olmasi ve piyasalarda tam rekabetin tesis edilmesi gerektigi sonucu da cikabilir.

not 2: su siralar epey bir yogunum. eger yorumlara cevap veremezsem kusuruma bakmayin.

9 Eylül 2007 Pazar

Sosyal Politikalar Niçin Gerekli?

bu soruya cevap aramadan once su soruyu soralim: sosyal politikalarin amaci nedir? bu soruya kimileri, toplumun sansli ve sanssiz bireyleri arasindaki esitsizligi devlet eliyle gidermek diye cevap verecektir. bu goruste olanlara gore devletin gorevi, piyasalarin saglayamadigi "sosyal adalet"i saglamaktir.

piyasalar uretkenligi odullendirir. haliyle de daha zeki, becerili, deneyimli ve caliskan insanlar piyasa icerisinde bu meziyetlerinden kaynaklanan uretkenlikle orantili olarak odullendirilirler. ancak bu ozelliklerin kimisi insanlarin tercihlerinin disinda belirlendigi icin, kisinin zengin ya da fakir olmasi bir olcude sans faktorune baglidir. ne de olsa, kimse dogustan genlerini, ailesini, cevresini ve saireyi secemiyor, degil mi? benzer sekilde, insanin hayatta basina ne gelecegi de belli degil. belli bir olcude varlikli olanlar, kendilerini birikimleri ya da ozel sigorta policeleri yoluyla bir olcude guvence altina alabiliyorlar. buna imkani olmayan insanlar ise gerek bireysel gerekse toplumsal risklere karsi daha savunmasiz durumdalar. iste bu durumu adaletsiz bulanlar, sosyal devlet mekanizmalari yoluyla tum toplumun sosyal guvence altina alinmasini ve esitligin saglanmasini savunuyorlar. yani burada yapilmak istenen her yeni dogacak cocugu, yukarida saygidim tum risklere karsi besikten mezara kadar guvence altina almak. (bu amaca yonelik mekanizmalari daha once tartismistik. tiklayin)

ote yandan devletin iyi gorunen bir sebep icin bile olsa gucunu kullanmasini bireysel ozgurluklere tehdit goren; devletin insanlar icin en iyisini bilemeyecegini, bilse bile onu uygulayamayacagini savunan; insanlar arasindaki, dogustan gelen ya da sonradan ortaya cikan esitsizliklerin sadece gelirle sinirli olmadigini ve devletin asla insanlari gercekten esit kilamayacagini savunan bir kesim de vardir. (oyle ya hicbir sosyal mekanizma angelina jolie'nin gonlunu brad pitt'e degil de bana kaptirmasini saglayamaz.) olaya bu acidan bakanlara gore, devletin uygulayacagi her tur sosyal politika keyfidir; piyasanin sonucundan daha istenilir ve adil degildir.

bu yazinin amaci yukarida kisaca ozetledigim iki yaklasimdan birini savunmak degil. orasi derin felsefi meselere dogru uzaniyor ve ben oralara girmeyecegim. bu yazinin amaci, sosyal politikalarin esitlik-adalet eksini disinda da tartisilmasi gerektigini; bu politikalar olmadan saglikli bir sosyal ve iktisadi duzenin tesis edilmesinin zor oldugunu dile getirmek. oyle ya ikinci gorusun en guclu isimlerinden milton friedman bile, fakirlere sosyal destekte bulunulmasina tumuyle karsi cikamamisti.

o zaman felsefi tartismalari bir kenara birakip konuyu salt iktisadi acidan ele alalim. once sosyal politikalarin topluma maliyetlerine bakalim. sonra da tum bu maliyetlere ragmen, neden onlardan vazgecemiyoruz bunlari tartisalim.

her seyden once devletin ekonomideki varligiyla iliskili tum sorunlar sosyal politika alaninda da aynen mevcuttur. insanlar genellikle baskasinin parasini, kendi paralarini kullandiklari kadar dikkatli kullanmazlar. bu yuzden, kamusal politikalarda, vergi verenlerin paralarinin kotu kullanilmasi, yardimlarin ihtiyac sahiplerine ulasmamasi, kaynaklarin ozel ya da siyasi cikarlar dogrultusunda carcur edilmesi siklikla karsilastigimiz durumlardir. daha kotusu, kaynaklarin yoneticiler tarafindan iyi kullanilmaya calisildigi durumlarda bile sosyal programlara harcanan paranin ciddi bir bolumunun cope gitmesidir. tum sosyal politikalar, gizli ya da acik suistimallerin yol actigi verimsizlikleri en alt duzeyde tutacak sekilde dizayn edilmeye calisilirlar. buna ragmen hemen hicbir sosyal politika suistimallere karsi tumuyle korunakli degildir. bu yuzden bu politikalar devletin alenen soyulmasina sebep olabildikleri gibi, devletten beslenen, ona bagimli kesimlerin olusmasina da yol acabilirler. sosyal programlari finanse etmek icin koyulan vergilerin ekonomiye getirdigi yuk ve yarattiklari verimsizlikler de cabasi tabii. (bunlarla ilgili olarak, bundan bir sure once ahmet cavusoglu ekonomiturk'te , sosyal politikalarin toplumun alt kesimlerini uretmeye degil, toplumun cebinden tuketmeye tesvik ettigini dile getiren bir yazi yazmisti. altinda ben de birkac yorumda bulunmustum. o yazi icin tiklayin.)

peki tum bu maliyetlere ragmen sosyal politikalar neden faydali ve hatta gerekli?

diyelim ki tum sosyal politikalari tumden biraktik. o zaman, yukarida belirttigimiz sorunlar kokten cozulur. ama baska sorunlar ortaya cikar. en basta, sosyal destegi ortadan kaldirmak, ihtiyac sahiplerinin toplumsal duzen icerisinde kendi ayaklari uzerinde durabilmelerini saglamaz. onlarin egitime, gidaya, sagliga erisimini kisarsak, rekabetci bir toplumda kendi ayaklari uzerinde durabilmelerini nasil bekleyebiliriz ki? bu onlari daha da fakirlestirip marjinallestirmez mi? oysa ki iyi dizayn edilmis sosyal programlar, bu insanlara bir deger uretecek becerileri kazandirabilir. dahasi, bunlari tamamen goz ardi ederek sosyal programlari kesersek, toplum olarak ciddi bedeller odeyebiliriz. en basitinden, en fakirin bile bir oy hakki var. yani biz mesela fakir cocuklarin egitimi icin para harcamak istemesek bile, onlara kalitesiniz komur vermek icin para harcayacak birileri mutlaka cikacak. sosyal patlama, asayis vb. sorunlar da cabasi tabii.

peki ne yapalim? oncelikle sosyal politikayi populizmden ayirmakla; ikincisine karsi cikip birincisini etkin bicimde uygulamanin yollarini aramakla ise baslayabiliriz. sosyal politika makrodan cok mikro olcekli bir sorun. yani sosyal politikalar icin kac para harcadiginizdan cok, parayi nasil harcadiginiz onemli. uretken guduleri mumkun oldugunca koreltmeyen, ahlaki istismar riskini en aza indiren programlar makbul va hatta zaruridir.

sosyal harcamalarda, egitim ve saglik gibi iktisadi kalkinmanin da temel taslarindan olan alanlara oncelik verilebilir. mesela ben kadin emeginin ev isleri disinda da uretken olmasina yardimci olacak politikalarin cok onemli oldugunu dusunuyorum. kadinlarin egitimi, onlarin piyasada degerlenecek beceriler kazanmalari; hem onlarin toplum icerisindeki statusunu yukseltecek, hem onlara bir gelecek guvencesi saglayacak, hem de ailelerin yasam standardini iyilestirecektir; ustelik de bunlari ailelerin sosyal destege ihtiyaclarini giderek azaltarak gerceklestirecektir.

ozetle, fakirlere komur dagitmakla onlarin egitimine sagligina destek olmak ayni sey degildir. sosyal politikayi populizmle karistirmayalim. dogru guduleri tesvik eden programlari destekleyelim. hem ihtiyac sahipleri icin, hem de toplumun geri kalani icin.

not: kalkinmanin gerek sartlarindan birisi egitim ve saglik gibi alanlara gerekli yatirimin yapilmasi. bunu insanimiz yapamiyorsa bu alana devletin destek olmasindan baska caremiz yok gibi gorunuyor. bu ozellikle egitime para harcamayan/harcayamayan, toplumun alt kesimleri icin gecerli. aslinda devlet bir sey yapacaksa, oncelikle bunlari yapmali diye dusunuyorum. beseri altyapiya yatirim yapmanin fiziksel altyapiya yatirim yapmaktan fazla bir farki yok. gerekli altyapi tesis edildikten sonra piyasalarin gerektigi gibi islemesini bekleyebiliriz.

not 2: peki fakirlerin hayat standardini iyilestirmeye yonelik dogrudan komur, gida vs. yardimi yapmanin nesi kotu? birincisi bu tip yardimlar cogunlukla goz boyama amacli yapiliyor. yani faydasi tartisilir. ikincisi, boyle bir yardim gerekiyorsa bile, bunu ayni olarak degil, nakdi olarak yapmakta fayda var. yani komure ve saireye harcanan para fakirlere nakit olarak verilse, muhtemelen onlarin isine daha cok yarar. bunu tartismistik tiklayin.

3 Ağustos 2007 Cuma

Ormanda Denge

bir okurumuz, bir onceki yaziya ekonomi turk'te yaptigi yorumda, ariel rubinstein ve michele piccione'nin "equilibrium in the jungle" adli makalesine atifta bulunmus, ve bakin hukuk olmasa da verimlilikten bir sey kaybedilmiyor demis. ilginc bir makale oldugu icin burada ondan bahsetmek istedim. zamaninda rubinstein turkiye'ye geldiginde bunu bogazici ve sabanci'da da sunmustu. yalniz is-guc bekledigi icin, makalenin linkini vermekle ve okura verdigim yaniti bir-iki duzeltme ve ekleme-cikarma ile buraya aktarmakla yetinecegim:

bir defa o (olayin gectigi teorik duzlem), klasik genel denge modelindeki rekabetci piyasa degil jungle. isterseniz iki farkli modeldeki piyasa mekanizmasini birbirinden ayirt edelim de kavramlar birbirine karismasin. rubinstein ve meslektasi, orada debreu'nun genel denge modeliyle bir analoji kurup guc iliskilerine dayanan iktisadi iliskilerin analizinde kullanilabilecek bir genel denge modeli yaratmislar. faydali ve ilginc bir calisma elbette. bazi ekonomik iliskilerin analizinde faydali olabilir.

(ne oluyor ormanda? guclu gucsuzun elinden ekmegini aliyor. o doyduktan sonra gucsuz kalani yiyor. kisaca hikaye bu. makalede, her genel denge modelinde oldugu gibi, bu ekonomideki dengenin varligi ve ozellikleriyle ilgili ispatlar yapiliyor.)

jungle'i soz konusu habere (alttaki yazi) uyarlayalim: insanlar gucsuz ureticiler gucluyse, insanlarin temiz cevreye sahip olma hakki jungle'da ureticiler tarafindan gasp edilir. modelimize gore, herkesin tuketim setleri sinirli (bounded) oldugu icin, yiyebilecekleri miktar sinirlidir. o yuzden ureticiler bir noktada doyuma ulasirlar, ve geride ne kadar temiz alan kalmissa o alanlarda insanlar yasarlar. denge noktasi pareto verimli mi evet. gucluler doymus artik, onlarin refahini arttiracak daha iyi bir dagilim yok. gucsuzler de tum gucleriyle kirintilari bile supurdukleri icin, toplumdaki hicbir kaynak israf olmamis. demek ki jungle'da da denge pareto optimal. ama yazarlarin sonuc bolumunde yaptiklari uyarilara da dikkat etmek lazim. verimliligin cuvalladigi durumlar biraz fazla gibi geldi bana. (hem tuketim setlerinin sinirli olmasi ne is?) ama rubinstein'a saygimiz sonsuz tabii.

gercek dunya icin rekabetci piyasa mi, yoksa jungle mi daha gecerli bir kavram, tartismayacagim. zira sonucu Rubinstein'in modelinin bilim dunyasinda ne kadar kabul gorecegi gosterecektir zaten. enerjimizi bosuna harcamayalim. ancak, siz jungle'i rekabetci piyasaya tercih eder misiniz o sizin bileceginiz is. insanlarin ellerindeki varliklarin zorla bir baskasi tarafindan alinamayacagi bir sistem, bana sahsen daha sirin gorunuyor.

Rekabetçi Piyasanın Kurumsal Temeli: Hukuk

competitive equilibrium allocation is pareto optimal. meali, rekabetci piyasanin denge dagilimi pareto verimlidir. bu iktisat soz konusu oldugunda belki de en cok duydugum cumledir. bu cumle, kokeni adam smith'e kadar giden, matematiksel iktisatta birinci refah teoremi ile formalize edilip genellenmis bir sonucun en oz ifadesir. bu demektir ki rekabetci bir ekonomide piyasa iliskileri kimsenin refahini azaltmaz, ve de toplumun refahini arttirabilecek en kucuk bir kaynak bile israf olmaz.

oysa bugun radikalde soyle bir haber cikti: turkiye'deki atik imha tesislerinin kapasitesi atik uretiminin epey bir altindaymis. her yil turkiye'de uretilen 200 bin ton zehirli atiga ne oldugu da mechulmus. haberin devamindan su bilgileri de ediniyoruz: sirketlerin atiklari usulune uygun imha etmeleri kanuni zorunluluk. atik imha sektorunde devlet tekeli yok. atiklari imha icin baska ulkelere gondermenin onunde bir engel de yok. o zaman piyasa neden islemiyor da bu atiklar kontrolsuz bir bicimde topraga gomuluyor?

goruluyor ki kanunlari takmayanlar cok. oysa bizim rekabetci piyasa dedigimiz seyin var olabilmesi icin gereken kurumsal sartlardan en onemlisi, mulkiyet haklarinin kesin olarak tanimlanmasi ve korunmasi. yani temiz havanin, suyun ve topragin mulkiyetinin benim adima kanunlar tarafindan korunmasi gerekir ki, adamin teki haberim olmadan evimin dibine beni kanser yapacak bir sey gommesin. eger bu olsaydi, pek cok sirket zehirli atik imhasini karli bir is olarak gorup bu sektore yatirim yapardi.

yani kanun lazim, hukuk lazim. bunlar yoksa ne soylesek bos...

not: 1. piyasanin islemedigini nereden anliyoruz? ortada bizim icin oldukca yuksek degeri olan bir mal var: temiz cevre. siz, evinizin dibine zehirli atik depolama hakki olan bir sirketten, bu atiklari satin almak istemez miydiniz? tabii fiyat tasi taragi toplayip gitmenin maliyetinin altindaysa. ya da sizin temiz cevreye hakkiniz olsa ve sirket kanser riskine yol actiginda size ve cevre halkina $80 milyar tazminat vermesi gerekse, atiklardan kurtulmak icin para vermez miydi. para verecek insan olduktan sonra, atik imha sektoru neden gelismesin? demek ki burada cevrenin mulkiyeti korunamadigi icin, onu koruyacak piyasa da islemiyor.

2. bu yaziyla ilgilenenler, bunun ekonomi turk versiyonuna gelen yorumlardan da faydalanmak isteyebilirler. iste linki: tiklayin

27 Temmuz 2007 Cuma

Krugman Ezber Bozuyor

bugun iktisat dostlarina tavsiyeler serisine devam etmek istiyorum. yazisindan bahsedecegimiz iktisatci meshur paul krugman. yazinin basligi "what do undergrads need to know about trade?", yani "universitelilerin (lisans ogrencilerinin) ticaret hakkinda ne bilmeleri gerekir?". krugman, uluslararasi ekonomi uzerine amerika'da donen sacma sapan tartismalardan biktigi bir donemde "pop internationalism" diye bir kitap yazmis. bu arada agac yasken egilir diye de dusunmus olacak ki, kitabin bir bolumunu iktisat egitiminde uluslararasi iktisadin temellerinin, bilhassa ricardo'nun, iyi ogretilmesinin onemini vurgulayan kisa bir yazisina ayirmis. okursaniz turkiye ile de paralellikler kurabilecek; belki de ticaretle ilgili dogru bildiginiz yanlislarin farkina varacaksiniz. makaleye su linkten de ulasilabiliyor: tiklayin. (uluslararasi iktisat hakkinda ders kitabi olmayan bir kitap okumak isteyenler kitabin tamamini da okumak isteyebilirler.)

makalenin ozetini yazmiyorum; zira kendisi dort sayfa zaten. ancak reklam olsun diye birkac alinti yapalim (muhtemel ceviri hatalari bana aittir):

"sorun su ki bir ogrencinin uluslararasi ekonomi hakkinda okudugu ya da duydugu cogu sey sacmaliktir."

"... uluslararasi ticaret (ulkeler arasi) rekabetle ilgili degildir, karsilikli faydaya dayali degisimle ilgilidir. daha da temel olarak, ogrencilere ogretmeliyiz ki ticaretin amaci ihracat degil ithalat yapmaktir... ihracat kendi basina bir hedef degildir. ihracat gerekliligi, ithal mallarini saglayanlarin bunun karsiliginda odeme bekleyecek kadar kaba olmalari yuzunden bir ulkenin katlanmasi gereken bir yuktur."

"ogrenciler ogrenmelilerdir ki yuksek uretkenlik, bir ulkeye onun baska ulkelerle olan rekabetinde yardimci oldugu icin degil, ona daha cok uretme ve boylece daha cok tuketme imkani verdigi icin faydalidir". (krugman soruyor: bizim uretkenligimiz %1, dunyanin geri kalaninin uretkenligi %3 artsa, bizim refahimiz yuzde kac artar? el-cevab: %1.)

"daha uretken ulke elbette ki daha yuksek isci ucretlerine sahip olacaktir, ve dolayisiyla hangi sektorde uzmanlasirsa o sektor 'yuksek deger'e, yani isci basina daha yuksek katma degere sahip olacaktir." (yani temelde ucak mi yoksa domates mi urettigimiz degil, ne kadar uretken ve verimli oldugumuz onemliymis. tabii dissalliklar, olcek ekonomileri vs. gibi ince noktalar ayri degerlendirilmesi gereken konular.)

"ogrencilerimize ogretebilmemiz gereken, asil rekabetin amerikan sirketleri arasinda ulkedeki kit sermaye, yetenek ve emek kaynaklarini cekmek uzerinde yapildigidir. devletin bir endustriye destegi ona yabancilara karsi rekabette yardimci olabilir; ama bu ayni zamanda kaynaklarin diger yerli sirketlerden cekilmesi anlamina gelir. yani, uluslararasi rekabetin giderek onem kazanmasi, bir endustrinin digerinin zararina olacak sekilde kayrildigi gercegini degistirmez."

8 Temmuz 2007 Pazar

Optimal Kamu Borcu

dani rodrik'in buyume stratejileri ile ilgili calismasindan bahsederken, makroekonomik istikrari saglamak icin kamu borcunun sabit ve makul duzeyde tutulmasi gerektiginden bahsetmistik. peki bu makul duzey mesela milli gelirin dort kati olabilir mi?

ed prescott'a gore olabilir. hatta makul ne demek, kamu borcunun makbul duzeyi (en azindan avrupa, amerika ve japonya gibi gelismis ekonomiler icin) milli gelirin birkac kati duzeyinde olacak. ne zaman? calisanlardan alinan vergilerle emekli maaslarinin finanse edildigi mevcut sosyal guvenlik sistemleri, yerlerini tamamen tasarruf bazli sistemlere biraktiginda. peki o ne zaman olacak? nufus artis oranlari iyice azalip emeklilik sureleri kisalamadiginda. prescott, kamunun borc stogunu ve butce acigini arttiracak boyle bir reformun, toplumsal refahi arttiracagini iddia ediyor. peki nasil olacak o? calisanlardan alinan ve onlarin calisma isteklerini azaltan vergiler kalkinca olacak. yani prescott'a gore, tum yapilmasi gereken isci gelirlerini vergilendirmeyi birakmak, gecis doneminde yaslilara yapilacak transferler icin butce acigi vermek, ve daha sonra yuksek borc stoguyla yola devam etmek. o zaman gencler daha cok calisacak, uretecek, yasliliklari icin tasarruf edecek, sonunda daha mutlu olacaklar; yaslilar icinse bir sey degismeyecek. peki yuksek kamu borcu sart mi? prescott'a gore, yeni sistemde tum calisanlarin yaslilik icin tasarruf ihtiyacinin karsilanabilmesi icin sart.

akliniza yatmadi mi? sorun degil. greg mankiw'in de kafasina pek yatmamis gibi (en azindan simdilik). ilginizi cektiyse bir de siz bakin isterseniz:

tartismayi baslatan, prescott'un gecen aralik ayinda wall street journal'da cikan "five macroeconomic myths" adli yazisi icin tiklayin. greg mankiw'in yorumu ve prescott'in cevabi icin tiklayin: 1, 2. prescott'un kathryn birkeland ile birlikte yaptigi ve tezlerine dayanak olan akademik calismasi icin tiklayin.

tartisma henuz cok taze. henuz calisma bilimsel bir dergide basilmamis bile. ama bundan on bes sene sonra sosyal guvenlik reformu diye karsimiza cikabilecek bir modelin dogumuna sahit oluyor olabiliriz efendim. tutar mi, tutmaz mi bilmem. ama ya tutarsa?

7 Temmuz 2007 Cumartesi

Büyüme Stratejileri

bugun size bir makale onerecegim. adi "growth strategies", dani rodrik'e ait ve "handbook of economic growth"ta cikmis. makaleye rodrik'in web sitesinden de ulasmak mumkun: tiklayin

niye oneriyorum bu makaleyi? cunku buyume stratejileri uzerine, lisans duzeyinde ekonomi bilgisi olan herkesin anlayabilecegi bir dilde yazilmis, ulkelerin buyume deneyimlerinden orneklerle bezenmis genel ve bilgilendirici bir calisma. ozellikle buyume ve kalkinmayla ilgilenen iktisat lisans ogrencilerinin ilgisini cekebilir.

peki rodrik ozetle ne soyluyor?

1. hizli ve surekli buyumenin evrensel gerek sartlari vardir.

micro olcekte, verimliligi saglayacaksin. bunun icin, mulkiyet haklarini iyi tanimlayacak ve koruyacaksin. hukukun ustunlugunu garanti altina alacaksin. iktisadi guduleri (incentives) koruyacak, harekete gecirecek; bireyin ve toplumun cikarlarini ayni hizaya sokacaksin.

makroekonomide istikrar sart. enflasyonu ve kamu borcunu makul duzeyde tutacak, bankacilik ve finans sisteminde asiri riskler alinmasinin onune gececeksin.

sosyal politika alaninda istismari ve bosa harcanan kaynaklari en aza indireceksin. bunun icin politikanin hedef grubunu iyi sececek ve uretken guduleri koreltmeyeceksin.

rodrik'e gore kurumsal yapi ve ekonomi politikalari bu evrensel prensiplerle uyumlu oldugu olcude buyumeye katki saglar.

2. buyumenin recetesi standart degildir. basarili buyume modelleri iclerinde yenilik barindirirlar.

rodrik suna cevap vermeye calisiyor: ozellikle son yirmi yilda, yukaridaki evrensel ilkelere dayanan, ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestlestirilmesi, ozellestirme, deregulasyon, esnek isgucu piyasasi, merkez bankasi bagimsizligi vs. gibi bir dizi kurumsal duzenleme iyi politika ve reform olcusu olarak ortaya cikti. ama ozellikle guney dogu asya'daki basarili kalkinma modellerinde, bu ortodoks modelden ciddi sapmalar goruluyor. ortodoks modeli daha yakindan takip eden guney amerika ulkelerinde ise ayni basari saglanamadi. bu nasil oluyor da oluyor?

rodrik bunu soyle acikliyor: birincisi, basarili uygulama ortodoks oneriden farkli olabilir, ama temel prensiplerle uyumludur. mesela cin'de merkezi planlama olmasina ragmen, ciftcilere devlete olan uretim yukumluluklerinden fazlasini piyasada satabilme olanaginin verilmesi ciftciyi uretmeye tesvik edebiliyor. ikincisi, ortodoks oneri yerel ekonomik, sosyal ve siyasal sartlarla uyumlu olmayabilir. bu yuzden, yukaridaki gibi bir uygulama, siyasal kisitlar goz onune alindiginda cin'deki tarim arazilerini ozellestirmeye calismaktan daha uygulanabilir olabilir.

kisaca standart bir receteyi ya da baskasinin recetesini aynen alip kullanmakla yetinmeyeceksiniz. yerel sorunlariniza temel prensiplerle uyumlu yeni cozumler ureteceksiniz. rodrik'e gore hizli ve surekli buyumenin sirri, ortodoks onerilerle orijinal uygulamalarin ideal bir kombinasyonunu yakalayabilmekten geciyor.

3. buyumeyi surdurmek, buyumeyi baslatmaktan daha zordur.

rodrik, temel prensiplere dayanan reformlarin etkilerini cok kisa surede gosterdiklerini ifade ediyor. yani piyasanin ya da devletin basarisizliklari sebebiyle gercek potansiyelinin altinda bir buyume performansi gosteren ekonomiler, kurumsal yapi ve politikalardaki en ufak bir iyilesmeye ani ve yuksek bir buyume artisiyla cevap veriyorlar. ancak bu artisin surekli olmasi, daha genis capli ve koklu reformlarin ilk dalgayi takip edebilmesine bagli. rodrik, ana hatlariyla bunlari soyluyor.

ben reklamini yaptim; makalenin tamamini okuyup degerlendirmekse size kalmis.

makalenin kunyesi su: Rodrik, Dani, 2005. "Growth Strategies," Handbook of Economic Growth, Philippe Aghion & Steven Durlauf (ed.), edition 1, volume 1, chapter 14, pages 967-1014, Elsevier.

6 Temmuz 2007 Cuma

Ters Seçim Problemi ve Ayırt Etme (Screening)

"ters secim problemi" (adverse selection) bilgi asimetrisinden kaynaklanan sorunlardan biridir. "limon problemi" olarak da bilinir. limon tabiri, ingilizce'de kullanilmis kotu arabalar icin kullaniliyor. literature de george akerlof'un araba piyasasi ornegiyle gecmis. "ayirt etme" (screening) ise bu problemin ustesinden gelmek icin kullanilan bir yontem. bir ornekle aciklayalim.

diyelim ki guzel ve akilli bir genc kizimiz iki damat adayi arasinda bir secim yapacak olsun. bu iki gencten birisi aslan gibi delikanli; durust, mert, iyi niyetli, caliskan, tasi siksa suyunu cikarir. digeri ise sorumsuz serserinin teki. lakin genc kizimiz bu iki gencin nasil birer insan olduklarini bilmiyor. ama gerek kendi edindigi hayat tecrubesinden, gerekse annesinden ve cevresinden ogrendiklerinden cevredeki erkeklerin yarisinin iyi, yarisinin kotu koca adayi oldugunu biliyor. (kotu adaylara biz bundan sonra limon diyecegiz.)

derken gencler ailelerini kizin evine gorucu gonderiyorlar. aileler kizi ve ailesini evlilige ikna etmek icin caba sarf ediyorlar. peki, hangi aile ikna icin daha cok caba sarf eder? muhtemelen limonun ailesi. diger delikanlinin ailesi, kiz tarafi cok sey isterse "aslan gibi oglumuz var, ona kiz mi yok" deyip bir noktadan sonra vazgececektir. ama oglumuz bir an once evlensin de hayatini bir duzene soksun diye dusunen limonun ailesi, daha buyuk maddi ve manevi fedakarliklar yapacaktir. iste evlilige ihtiyaci olan kotu adayin one cikmasi "ters secim problemi"dir.

tabii, genc kiz ve ailesi de aptal degil. onlar, kotu adayin goz boyamaya calisacaginin, iyi adayin da daha tok olacaginin farkindalar. bu yuzden limonun cazip gorunen evlilik teklifini kibarca reddedecekler. tamam da bu kiz evde mi kalacak? ters secim probleminin ustesinden nasil gelinecek?

ters secim probleminin ustesinden gelen bir cozum olan "sinyal verme" (signalling) uzerinde daha onceki bir yazida durmustuk: tiklayin. orada iyi genc, kiza kotu gencin veremeyecegi bir sinyal gondererek kizi ikna etmeyi basariyordu. bugun ele alacagimiz "ayirt etme" (screening) teorisinde ise, bu sefer kiz ona evlilik teklif eden erkekten ancak iyi bir koca adayinin kabul edecegi seyler isteyecek.

mesela disardan munasip gorunen bir adaya kizin babasi, kizinin okulu bitmeden evlilige izin vermeyecegini soyleyecek. bu arada gencler soz kesecekler ve kizin ailesinin gozetiminde birlikte olup birbirlerini taniyacaklar. eger sozluluk ve nisanlilik donemi yeterince uzunsa, kotu aday bu sure icerisinde limonlugunun isaretlerini verecektir. eger genc limonsa, gencin ailesi kiz tarafi uyanmadan nikahi yapmak isteyeceginden, evliligin bir an once olmasi icin bastiracaktir. bu yuzden kiz tarafi uyanik olmali ve evlilik oncesi yeterince uzun bir sozluluk ya da nisanlilik doneminde israr etmeli. kiz tarafi yeterince kararli olursa, bir ihtimal nikahtan once foyalarinin ortaya cikacagini anlayan limon tarafi zaman kaybetmemek icin evlilikten cayabilir.

tabii bir erkegin sozlenmeyi kabul etmesi onun limon olmadigini garanti etmeyebilir. bu yuzden sozluluk ve nisanlilik donemlerinde, genc kizimiz turlu kizsal yontemlerle erkegin ilgisini, sevgisini, sabrini test eder. bu arada kizin ailesi de bos durmaz, kiz anasi ve kiz babasi tripleriyle erkegin iyi damat olma potansiyelini test ederler. iste bu gibi yollarla iyi koca adayini biktirmadan, limonlari eleme sanati "screening", yani "ayirt etme"dir. eger kiz tarafi bu sanati layigiyla icra ediyorsa, limon evin kapisindan geldigi gibi geri donecektir.

burada evlilik ornegi uzerinden inceledigimiz ters secim ve ayirt etme problemleri, isgucu piyasasi, bankacilik, sigortacilik gibi ekonominin pek cok alaninda kendilerini gostermektedirler.

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Susuz Yaz

bu yaz turkiye'ye ayak bastigimdan beri en cok ilgimi ceken konulardan biri susuzluk. bu konuda bana ilginc gelen bir kac noktayi sizinle de paylasmak istiyorum.

once kollektif bir bilincle su tasarrufu yapanlari ele alalim. gecen gun hurriyet'te okudum. izmir'de vatandas iki milyon metre kup su tasarrufu yapmis. bakin bu cok olaganustu bir sey. zira her birimiz bilmem kac milyonluk sehirde tek bir insaniz. yani etkisiz elemaniz. sulari butun gun acik da tutsak, vanayi sonuna kadar da kapatsak, tek basimiza barajdaki su seviyesini milim oynatamayiz. yani baskalari tasarruf yapmiyorsa, bizim tasarruf yapmamiz bizi susuzluktan kurtarmaz; obur taraftan cok su kullanmamiz da bizi susuz birakmaz. bu yuzden bencil bir insan icin baskin strateji tasarruf yapmamaktir. izmirli vatandas ise bunu umursamamis, zahmet cekip tasarruf yapmis.

caba gostermeden, baskasinin cabasindan faydalanan insanlara ingilizce'de "free rider" deniyor. biz belesci diyebiliriz. su meselesinde belesciligin yaygin olmasi, tasarruf yapmayi anlamsiz kilabilir. bu durumda kimse tasarruf yapmaz ve su kaynaklari tukenir. bu tip ortak kullanilan kaynaklarin asiri kullanimiyla olusan "kamu mali" sorunlarina "tragedy of commons" deniyor. oyun teorisindeki tutuklular ikilemi oyununu bilenler, sorunun tutuklular ikilemindeki nash dengesine tekabul ettigini farkedeceklerdir.izmir ornegi gosteriyor ki, acik ya da gizli bir takim toplumsal normlar ya da kurallar yoluyla, toplum zaman zaman kendiliginden bu tip sorunlarin ustesinden gelebiliyor.

ote yandan, bu tasarruf cagrilarinin ters teptigine de sahit oldum. bir arkadasim var; basinda ne zaman su tasarrufu haberleri ciksa inadina daha cok su harciyor. belediyenin susuzluga bastan onlem almak yerine, sonradan insanlari tasarrufa cagirmasina kiziyor. boylelikle kusurlarin ortulmeye, vatandasin yavas yavas hizmet yerine yokluga alistirilmaya calisildigini iddia ediyor. ona gore, bilincli olmak suyu idareli kullanmak degil, susuzluga care bulamayanlardan hesap sormak. bu hesabin sorulabilmesi icin susuz kalmak gerekiyorsa, buna da razi. goruluyor ki, arkadasim uzerine duseni yapmadigini dusundugu belediyeyi siyasi sorumlulugundan kurtarmak icin zahmet cekmek istemiyor. demek ki, insanlari toplumsal bir sorunun cozumu icin kollektif bir harekete cekmek icin, onlari herkesin uzerine duseni yaptigina ikna etmek gerekiyormus.

bu arada, dogal kaynak, kamu mali falan diyorum ama cogumuz bu suyu evimizin bahcesindeki kuyudan cekip cikarmiyoruz. evlerde kullandigimiz suyun basinda belediye var. isterse suyun fiyatini artirarak, isterse su kesintisi gibi yontemlerle su kullanimini dogrudan duzenleyerek su sorunuyla bas edebilir. yani gercekte ortada bir kamu mali sorununun olmasi icin bir sebep yok. ama muhtemelen bunlar siyaseten pek gecerli yontemler olmadiklarindan, belediye baskanlari televizyona cikip halki tasarruf yapmaya cagirmayi tercih ediyorlar. aslinda sivil toplum kuruluslarinin ve medyanin da destegiyle insanlarin tuketim tercihlerini etkilemek uzere propaganda yapilmasi bana gercekten cok ilginc geliyor. bu konuda ne kadar basarili olundugunu muhtemelen 22 temmuz'dan sonra gorecegiz.

20 Haziran 2007 Çarşamba

Eğitim, Rant Ekonomisi ve Sosyal Maliyetler

peki neden dershanelere harcanan para ve zaman toplumsal acidan israf? bu da ekonomiturk'teki yazima gelen, dershanelerin egitime pozitif katki yaptigi yonundeki bir yoruma cevabim:

dershanenin varlik amaci ogrenciyi egitmek ya da universiteye hazirlamak degil, sinavda olabildigince cok soru cevaplayip onun olabildigince cok adayin onune gecmesini saglamaktir. bu amaca yonelik ogretimde gercekten okullardan daha etkin ve verimlidirler. ama bizim egitim sisteminden beklentimiz ogrencileri birer test cozme makinasi haline getirmek degil.

okullarimizdaki egitimin cok eksikleri oldugu icin, dershanelerde okulda ogrendiklerinden fazlasini ogrenenler olabilir. ama kimse sinavda cikmayacak bir seyi dershanede ogrenemez, test disinda bir formatla dershanede karsilasmaz. oysa ki turkce ve edebiyat testlerinden tulum cikarmak, bir kitabi okuyup sinifta onu sunmanin ve tartismanin yerine gecmez. matematik testini tam yapmak, ispat yapmayi ogrenmenin yerini tutmaz. ben orta 3'teyken matematik dersinde ispat yapiyorduk; lise sonda birakin ispat yapmayi turevleme tekniklerini ogretmeye calisan hoca bile tepki goruyordu. ayni donemde lise son ogrencileri olarak dershanede lise 1 duzeyinde test sorulari cozuyorduk.

ozetle, dershanelerin egitime kayda deger bir katkilarinin oldugunu dusunmuyorum. ancak ortada bariz bir israf var. niye? egitimi bir pasta, ogrencileri de pastadan pay kapmak isteyen insanlar gibi dusunelim. dershanenin yaptigi ogrencilere pastadan pay almayi ogretmektir. ama yukarida saydigim nedenlerden dershanecilik pastayi buyutmez. pastayi buyutmeyen her kurus harcama da israftir. zira o paranin bir firsat maliyeti, yani pastayi buyutebilecek bir alternatif kullanim alani vardir. uretmeden bolusmeye yonelik bu tip bir duzene biz iktisatcilar rant ekonomisi diyoruz.

ek: burada dershanecilerin bir gunahi yok. dershanelerin varligi bir onceki yazida bahsini ettigimiz asil sorunun nedeni degil, sonucudur. saglikli bir egitim sistemine dogru ilerledikce onlarin sayisi da azalacaktir. bu acidan sektorun zaman icerisindeki gelisimine bakarak egitim sisteminin nereye gittigi konusunda bir fikir sahibi olabiliriz.
ek 2: israf sadece paradan ibaret degil. genclerin, kisisel gelisimlerine pozitif katkisi eser duzeyde olan bir sinava hazirlanmak icin, sanat, spor ve sosyal hayat gibi onemli seylere ayiracaklari zamandan feragat etmeleri; bes gun okula gittikten sonra haftasonlarini da dershanede gecirmeleri de bir israftir.
ek 3: yeri gelmisken sunu da soylemeden gecmeyeyim: yuzbinlerce ogrencinin sahte rapor almasina kayitsiz kalarak, 18 yasindaki insanlara sahtekarligin ulkede gecer akce olabildigini goztermenin maliyetine ise paha bicilemez.

18 Haziran 2007 Pazartesi

ÖSS Kalkacak (Mı Acaba?..)

bu senenin populer secim vaatlerinden biri universiteye giriste OSS'nin kaldirilmasi. benim birader de bu sene sinava girdigi icin bu konularla yillar sonra yeniden ilgileniyorum. secim vaatlerini ve medyada yer alan yorumlari dikkate alarak, konuyu iktisatci gozuyle degerlendirelim.

bu secimde, once genc parti OSS'nin kalkacagini vaat etti. sonra da onu mhp ve chp izlediler. akp de bunlari izlerse yakin gelecekte bu sistemin degiseceginden emin olabiliriz. ancak insan huylaniyor. OSS kalkar ama acaba bu bir yaraya merhem olur mu? yoksa siyasi rant ugruna sistemin bir parcasini bozmak uzere miyiz?

bugun asil problem su: universite kapisindaki insan sayisi 1.7 milyon (ve bu sayi seneden seneye artiyor) ama toplam kontenjan sadece 400 kusur bin. bir iktisada giris kitabina bakarsaniz, standart arz-talep iliskisinde boyle bir sonuc fiyatlarin serbest piyasa duzeyinin altinda olmasiyla aciklanir. yani devlet destegi sayesinde, ogrenciler yuksek ogretim servisini gercek bedelinin cok daha azini odeyerek almaktadirlar. bu yuzden talep, toplam kontenjanin cok uzerindedir. sorunun cozumu icin, sinava giren insan sayisinin azalip kontenjan sayisinin artmasi lazim. aradaki farki dogrudan hedef alip kapatacak bir cozum bulamadiktan sonra, gercekten cozum uretmis olmazsiniz. yani sadece sinavin kalkmasi yetmez. o zaman sormamiz gereken soru su: partilerin bu konuda cozum olacak, gercekci projeleri var mi?

cuma gunku aksam'da serdar turgut cem uzan'in projesinin kagit uzerinde uygulanabilir oldugunu yazmis. bu yaziya gore cem uzan'in fikri su imis: OSS kalkacak, veliler dershanelere verecekleri paranin yarisini devlete verecekler ve cocuklarini devlet universitesinde okutacaklar. cem uzan bu yolla yilda 2.5 milyar dolar toplayacagini iddia ediyormus. bu para kimden toplanacak ve adam basi ne kadar olacak; yeni sinav ve yerlestirme sistemi nasil olacak gibi onemli ayrintilar yazida tartisilmamis. baska yerde de projenin detaylarina rastlamadim. bunlara ragmen, tamamen ulke kaynaklarinin israfindan baska bir sey olmayan dershanecilik ve ozel ders sisteminde donen paranin yuksek ogrenime kaynak olarak aktarilmasi, uzerinde calismaya deger bir proje gibi duruyor. eger gercekten boyle bir kaynak elde edilebilirse bu yolla kapasite arttirilabilir, ancak egitimin fiyati degismedigi muddetce bu artis taleple arz arasindaki 1 milyon 300 binlik farki kapatmaya yetmez. ama zaten uzan'in herkesi universiteli yapacagini vaat ettigini de hatirlamiyorum. o yuzden bana oyle geliyor ki, cem uzan'in oy isterken acikca soylemedigi ve velinin dershaneye verdigi parayi devlete vermesi seklinde ifade ettigi sey, egitimin fiyatini (ya da baska bir deyisle egitim masraflarindan ogrenciye dusen payi) arttirmak. boylece parasi olan ve kredi ya da burs bulabilecek kadar basarili ya da arkasi saglam olanlar universiteye girecek. digerleri ise universite kapisindan cekilecek. serdar turgut'un anlattigindan benim anladigim bu. (digerlerine ne olacak bilmiyorum. meslek lisesi falan diyorlar ama onlarin hali de malum.)

ana hatlariyla bu tip bir reform, eger iyi planlanir ve uygulanirsa, daha fazla sayida insana universitede okuma imkani saglayabilir. ama universiteye giremeyen insanlarin derdine deva olmaz. ortalikta tartisilmayan ayrintilar uzerine spekulasyon yapmayi ise gereksiz buluyorum.

daha koklu bir cozum, universiteye gitmeyen insanlarin meslek edinmesine ve boylece hayat standartlarinin iyilestirilmesine yonelik projeler uretmek olacaktir. bu dogal olarak universiteye olan talebi azaltir. ancak nedir bu politikalar, bunlari uyguyacak kaynak nerede ya da mekanizma ne belli degil. benim aklima, "neden ozel meslek lisesi yok?", "daha kaliteli meslek liselerinde okumak icin insanlar para vermek istemezler mi?", "isverenler ihtiyaclari dogrultusunda egitim veren liseleri desteklemezler mi?" gibi sorular geliyor. daha da gelirdi ama lise yillarim cok gerilerde kaldi.

yapilabilecek en kotu sey ise koklu bir reforma girismeden gostermelik olarak OSS'yi kaldirmak olur. zira merkezi sinav ve yerlestirme sistemi, su an belki de tum egitim sisteminin en iyi isleyen parcasi. (neden mi? tiklayin.)

sanirim proje uretmeye yuksek ogrenimden degil, daha asagilardan baslamak ve oralari islah etmeden yukaridaki isleyen mekanizmalari bozmamak en iyisi. ne diyeyim, biniyoruz bir alamete...

not: aslinda ulkede iyi isleyen bir burs sistemi ve isteyen ogrencilerin rahatlikla borclanabilmelerine olanak saglayacak gelismis bir egitim kredisi piyasasi olsa, surada rahatlikla daha piyasa temelli bir egitim sistemini savunabiliriz. bu sistem icerisinde, piyasa basarisizliklarinin onune gecmek, dissalliklarin ustesinden gelmek ve sosyal adaleti saglamak uzere duzenleyici bir devlet yapisinin var olmasini da tartisabiliriz. ama bunlar su an cok utopik seyler gibi duruyor, degil mi?

14 Haziran 2007 Perşembe

Ekonomi Doktorası Üzerine

dun ekonomix mankiw'in bir iktisat lisans ogrencisine verdigi yaniti ekonomi turk'e tasimis. kendisi ayni sitede daha once de finans doktorasiyla ilgili guzel tavsiyelerde bulunmus. bense konuyu mankiw gibi ekonomi doktorasi acisindan ele alacagim.

genel kural sudur: ozel sektorde calismak ve cok para kazanmak amaciyla ekonomi doktorasi yapilmaz.

mankiw de bunu soyluyor; ve derdi para kazanmak olan ogrencisine MBA'yi tavsiye ediyor. zira, bir defa, MBA kisa surer ve kolaydir; bitirince alacagin para da doktorayi aldiginda alacagin paradan az olmayacaktir. yani sonunda akademisyen olmayacaksan zorlanmanin alemi yok. ikincisi, bir iste basarili olacak insanin secimini kendi kisisel ozelliklerini de dikkate alarak yapmasi gerekir. ekonomix'in dedigi gibi giriskenligi ya da liderlik vasiflari zayif olan biri icin akademisyenlik daha uygun gorulebilir. ama yeterli akademik motivasyonu olmayan biri icin de ekonomi doktorasi uygun degildir. onceligi cok para kazanmak isteyen birinde de bu motivasyonun oldugunu sanmiyorum. mankiw de boyle dusunuyor olmali ki akademik bir is istemiyorsan, sen en iyisi MBA yap diyor.

lucas, zamaninda buyume ve kalkinma uzerine bir yazida soyle demis: "insan bir defa bu konulari dusunmeye basladi mi, baska bir sey dusunmesi zordur." ilgi alanina giren bir konuda benzer sekilde dusunmeyen insan iyi bir akademik iktisatci olamaz. kimi insanlarin zamanla oncelikleri degisir, akademik motivasyonalari kaybolur. onlar mankiw'in dedigi gibi daha sonra baska islere donerler. ama bu motivasyona en bastan sahip olmayan bir insanin birakin iyi bir iktisatci olmayi, ciddi bir doktora programini bitirebilmesi bile zordur. (su da bir gercek ki ekonomi doktorasini su ya da bu sebeple birakanlar degil bitirenler azinliktadir.)

bunlar mankiw'in de degindigi genel bazi gercekler. ama bir de ozel durumlar var. mesela doktoraya farkli amaclarla basvurulabilir. 2001 krizinden sonra turkiye'den yurt disindaki doktora programlarina basvurularda patlama yasanmisti. turkiye'deki is olanaklarinin ciddi oranda daraldigini goren insanlar, farkli alternatifler aradilar. MBA ve benzeri alternatiflerin aksine, doktora programlarinin basvuru ucretleri disinda bir maliyeti olmadigi icin bunlar o donemde caziptiler. cogu insan iki sene yurt disinda kalip bir master derecesi almayi, sonra da doktora programini birakip disarda ya da turkiye'de bir is aramayi dusundu. bugun de turkiye disinda calismak ve yasamak isteyenler icin doktora basvurusu yapmak bir alternatiftir.

yakin gecmise kadar, turkler icin turkiye disindaki siradan bir programdan fazla zorlanmadan doktora alip sonra turkiye'de bir yere kapagi atmak da fena bir alternatif degildi. ama bugun kaliteli doktora programlarinda cok sayida turk ogrenci oldugu ve bunlarin bir kismi turkiye'ye donecegi icin, turkiye'deki doktorali isgucu piyasasinda (en azindan iktisat alaninda) rekabet epey artti. gelecekte daha da artacak. bu yuzden bugun ozellikle ekonomi doktorasina gideceklerin gelecekte turkiye'de ya da disarda iyi bir is bulabilmeleri icin, gozlerini mumkun oldugunca yukarilara dikmelerinde fayda var. onun da nasil olacagini yine mankiw blogunda uzun uzun anlatmis zaten.

ek: bir de ekonomi doktorasi turkiye'de mi, yurt disinda mi yapilmali meselesi var tabii. bu herkesin pek cok kisisel ve cevresel faktoru dikkate alarak kendisinin cevaplamasi gereken bir soru. mesleki acidan kisinin ilgi alaninda isim yapmis bir okula gitmesinin daha iyi oldugu dusunuyorum. ama herkesin ozel bir takim oncelikleri olabilir. doktorasini turkiye'de tamamlamis kendi alaninda iktisat dunyasinda soz sahibi iktisatcilar da vardir. (ornek:semih koray, remzi sanver...) iktisat doktorasi yapmaya karar verdikten sonraki asamada verilecek kararlar ve yapilacak isler konusunda baska zaman yazarim. genel olarak amerika'da doktora yapmak uzerine daha once yazdigim bir yaziya ise suradan ulasabilirsiniz: tiklayin

1 Haziran 2007 Cuma

Popülizm ve Ahlaki Tehlike

Persembe gunku Hurriyet'te Ercan Kumcu'nun yazisi dikkatimi cekti. Kumcu ozetle soyle diyor: Turkiye secim atmosferinde gundemdeki vergi indirimi gibi politikalarla ekonomik disiplini bosluyor. Yurt disindan gelen sermaye bunun uzerini ortuyor. Ancak bunun acisi secimden sonra cikacaktir.

Haydi simdi basit bir asil-vekil (principal-agent) modeli kuralim ve buradaki ahlaki tehlike (moral hazard) problemini analiz edelim. (Ahlaki tehlike ne mi? Tiklayin.)

Asil halk, vekil hukumet, hukumetin secimden once halka verdigi vaatler ve parti programi ise halk ve hukumet arasindaki kontrat olsun. Halkin tek derdi hizmet almak, vekilini de bu amacla seciyor. Ama secilen vekilin bir derdi daha var: bir defa daha secilmek. Diyelim ki vekilin onunde iki tip politika secenegi var: iyi politika ve populist politika. Iyi politika dedigimiz Ercan Kumcu'nun istedigi turden disiplinli politika. Populist politika ise secim oncesinde hukumet vatandasa hizmet veriyormus izlenimi veren kotu politika. Populist politika, Ercan Kumcu'nun belirttigi uzere gelecekte ulkenin makroekonomik dengelerini bozacagi icin aslinda halkin zararina. Dolayisiyla halkin cikari sandikta populist politika uretene ya da onerene degil, iyi politika uygulayacak olana oy vermekte. Ama iyi politika olarak adlandirdigimiz politikalarin olumlu sonuclari genellikle uzun vadede ortaya cikiyor. Dolayisiyla secim oncesi uyguladigi politikalarin iyi sonuclarini gorecek kadar zamani olmayan hukumetin, iyi politika yerine populist politika uygulamaya egilimi oluyor. Ustelik secilme olasiligi azaldikca, populizm egilimi de artiyor. Secilirse de 4 sene daha Allah kerim zaten.

Peki burada mesele ne? Mesele vatandasin iyi politika ile populist politikayi birbirinden ayirt edememesi. Vatandas hukumet populist politika uyguladiginda bunun sip diye farkina varsa hic sorun kalmaz. Populist politika cikarina olmadigi icin hukumetteki partiye bir daha oy vermez. Hukumet de bunu bilecegi icin populizm yapmaz. Ama sorun su ki ortalama bir vatandas hukumetin ne yaptigini duzenli olarak takip etmez ya da yapilanlarin iyi mi kotu mu oldugunu saglikli bir sekilde tahlil edemez. Bu yuzden cogunlukla mevcut ekonomik duruma gore kararini verir. Bu da populist politikanin yolunu acar. Iste vatandasin hukumeti geregince denetleyememesi neticesinde, hukumetin kotu politika uygulama riskinin olusmasi iktisat literaturunde ahlaki tehlike (moral hazard) denen soruna denk dusuyor.

Peki buna karsi ne yapilabilir? Literaturde bu tur problemlerin ustesinden gelmek uzere yapilan calismalari iceren alana kontrat teorisi deniyor. Pek cok asimetrik bilgi probleminde ortaya cikan verimsizlik, asil ile vekil arasinda yapilan karmasik kontratlarla azaltilabiliyor. Ancak politika soz konusu oldugunda, vatandasin sandiga gidip oy vermekten baska fazla bir gucu olmadigi icin bu imkan sinirli. Yapilabilecek en iyi sey, onceden hukumetin secim zamani populizm yapma imkanlarini kisitlanmaya calismaktir. Mesela merkez bankasi bagimsizligi populizme karsi bir onlemdir. Eger basbakanin faizler inmeli telkinine ragmen merkez bankasi baskani direnebiliyorsa, para politikasindan yana icimiz rahat olabilir. Maliye politikasinda ise isler daha zor. (Devletin ve iktidarin ekonomik gucunun sinirlandirilmasi konusu derin bir mevzu. Devletin bu konulari duzenleyen bir ekonomik anayasasi olmasini savunanlar bile var. Ama simdi oralara girip konuyu dagitmayalim.)

Secim zamani geldiginde ise yapilabilecek tek sey, ekonomide populist politikalarin isaretlerinin izini surmek ve populist politika ureten hukumeti sandikta cezalandirmak. Ama ekonomideki gostergeler tek bir faktore bagli olmadigi icin, onlara bakip bir sonuca varmak zor. Yine de oy kararini vermeden en basitinden secimden once enflasyonun seyrine bir goz atmak faydali olabilir.

Ozetle, secim zamani gelir de iktidarin elinde populizm yapma sansi olursa, tek oyumuzla onu cezalandirmaya calismaktan ve baskalarinin da aynisini yaptigini ummaktan baska yapabilecegimiz pek bir sey yok. O yuzden gerekli kurumsal reformlari hukumetlere onceden yaptirmak gerekiyor.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

Takı Merasimi, Hediye Seçimi ve Sosyal Politikalar

turk dugunlerindeki taki merasimi benzeri bir sey baska bir yerde var midir acaba? amerikali ogrencilerime davetlilerin dugunlerde gelin ve damada para taktiklarini soylemistim de sasirmislardi. onlarin geleneginde evlenen ciftlere hediye verilirmis. para vermeyi kabalik olarak goruyorlar sanirim. oysa bizde oyle gorulmez. dugunlerde taki merasimi yapilir ve genellikle altin takilir, ama para takmak da yadirganmaz. yeni evliler dugun masraflarini karsilamak icin takilan altinlari da bozduracaklardir zaten. sonucta, para ya da altin takmak, turkiye'de yeni evli cifte hediye vermekten daha makbuldur. para ciftin daha cok isini gorur. (bilmiyorum bunun iktisadi mantigini daha cok aciklamama gerek var mi? detayli malumat arayanlar icin ekonomiye giris kitaplarinda bunun grafiklerle bezeli teknik aciklamasi mevcut. ama en guzeli cevredeki yeni evli ciftlere sormaktir.)

dugunler disinda hediye yerine para ve altin vermenin makbul oldugu birkac yer daha var. ama diger ozel gunlerde, mesela dogumgununde, evlilik yildonumunde ya da sevgililer gununde kimseye hediye yerine para verildigini gormedim. zira bu tip ozel gunlerde verilen hediyenin maddi ya da kullanim degerinden cok manevi degeri var. hediye bir ise yaramasa da hatirlamak onemli. dugun yapan insanin ise manevi oldugu kadar maddi destege de ihtiyaci var. bu yuzden farkli durumlarda verilen hediyeler de farklilasiyor.

buradan cikartilabilecek ders su. birinin isine yarayacak bir hediye vermek istiyorsaniz, oncelikle para ya da altin vermeyi dusunmelisiniz. eger bunun yakisik almayacagini dusunuyor ve isine yarayacak bir hediye vermek istiyorsaniz, hediye alacaginiz sahsa bunu sormak en iyisi. surpriz yapacaksaniz da buyuk bir magazadan hediye ceki hediye edebilirsiniz. tabii o zaman hediyenin degeri belli olacaktir. bunu istemiyorsaniz, hediye alacaginiz insanin ihtiyaci ve zevki konusunda da emin degilseniz ve butceniz de kisitliysa, en guzeli kucuk ama manevi degeri yuksek bir sey almaktir.

peki bunlar aklima nereden geldi? turkiye'ye geldim. gelenek ve goreneklerimizi hatirladim. bu arada sosyal politikalar uzerine dusunurken aklima cesitli sorular takildi: sevdiklerimize hediye alirken boyle dusunuyoruz, insanlara yardim ederken nasil dusunmeliyiz? fakirlere en iyi nasil yardim edebiliriz. mesela yasli ve yoksul birine yardim olsun diye is vermek mi, yoksa dogrudan para vermek mi onu ve bizi daha cok mutlu eder? maddi tatmin mi, manevi tatmin mi daha onemli? vs. vs...

25 Mayıs 2007 Cuma

Ahlaki Tehlike (Moral Hazard)

temsilcilik problemi (agency problem/principal-agent problem) denen bilgi asimetrisinden kaynaklanan sorunlardan biridir. orneklerle aciklayalim.

en klasik ornek, isci isveren iliskisidir. diyelim ki pazarlama isiyle ugrasan bir isverenin pek cok iscisi var. isverenin kari iscilerin yaptiklari satisa bagli. iscilerse yaptiklari is karsiligi haftalik sabit bir ucret aliyorlar. varsayalim ki satislar iscinin gayretine ve sans faktorune bagli. yani iscinin sansina bagli olarak haftalik satislar beklenenin altinda ya da ustunde olabiliyor. ayrica isci satis icin ciktiktan sonra isveren onu donene kadar gormuyor. yani gercekten iyi calisip calismadigini bilmesine imkan yok. iste boyle bir ortamda denetleme eksikligi sebebiyle iscinin butun gun kahvede okey oynayip sonra geri donunce "abi bugun sanssizdim, is cikmadi" deme riskine ahlaki tehlike deniyor. (not: burada denetlemek kadar, sozlemenin sartlari yerine gelmediginde bir ceza uygulayabilmek de onemli. bir defa ise aldiktan sonra isciyi calismasa bile kovamiyorsaniz, gene ahlaki tehlike olusur.)

peki ahlaki risk karsisinda isveren ne yapar? iscilerine verdigi sabit ucreti kaldirir; onun yerine iscilere ucretlerin yapilan satisa gore belirlendigi bir kontrat onerir. boylece isci ve isverenin cikarlari ayni hizaya gelir. isci cok satis yaparsa, hem kendi kazanir hem de patron kazanir. peki bu ideal bir sonuc mu? maalesef degil. dedik ya satislar iscinin sansina bagli olarak degisebiliyor. bu da iscinin o hafta evine goturebilecegi paranin satislara bagli olmasi demek. ama ev kirasi, elektrik parasi, mutfak masrafi, cocugun okul taksidi gibi iscinin harcamalari az-cok sabit. dolayisiyla hesabini bilmesi acisindan isci sabit bir haftaligi tercih ederdi. satisa bagli ucret sistemi ise iscinin uzerine fazladan risk bindiriyor. oysa ideal olan riskin isveren tarafindan ustlenilmesi. zira pek cok iscisi olan isveren toplam satisla ilgilenir; o da tek tek iscilerin yuz yuze oldugu bireysel satis riskinden etkilenmez.

kisaca, ideal sistem iscilerin isverenin istedigi gayretle calisip sabit bir ucret almalarini gerektiriyor. ama bilgi asimetrisi sorunu ve ortaya cikardigi ahlaki risk, isci ve isveren arasindaki sozlemenin ideal sozlesmeden farkli olmasina yol aciyor. (bazilari bilginin tam oldugu, yani isverenin isciyi denetledigi ilk duruma "first best"; ikinci duruma "second best" diyor.) iste ideal sistemden gorulen bu sapma bilgi asimetrisinin topluma maliyetidir.

ahlaki tehlike problemine daha pek cok ornek verilebilir. mesela mevduat sahiplerinin parasini riskli kredilerde kullanip zor duruma dusunce bankayi tsmf'ye devredip kacan banka sahibi; mevduatinin tamami devlet garantisinde oldugu icin batacak bankaya yuksek faiz beklentisiyle para yatiran mevduat sahibi; evlenmeden once kendine bakip evlendikten sonra kendisini salan kari/koca hep bu ahlaki riskin taraflaridir.

not: ahlaki tehlikenin en fazla sorun yarattigi alanlardan birisi de devletin iktisadi ve sosyal politikalarinin uygulamasidir. bu konuya daha sonra deginecegiz.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

İnandırıcılığı Olmayan Tehdit (Incredible Threat) ve Türk Futbolu

bir onceki yazimda zaman tutarsizligi probleminden bahsetmistim. zaman tutarsizligi probleminin kaynagi en basta verilen sozlerden daha sonra caymanin sozu veren tarafin cikarina olmasidir. bu yuzden karsi taraf soze inanmaz. oyun teorisi terminolojisiyle konusursak karsi taraf icin inandirici olmayan boyle bir strateji, oyuncularin sirayla hamlelerini yaptiklari bir oyunun dengesi olamaz.

aslinda bu konu bu haftasonu oynanan galataray-fenerbahce macindan sonra yasanan tartismalari izlerken aklima geldi. once hurriyet'ten mehmet y. yilmaz'in pazartesi gunku yazisini okudum. daha sonra da hincal uluc'un 90 dakika'daki yorumunu dinledim. ikisinin de birlestigi nokta galatasaray'a ibretlik bir ceza verilmesinin gerekliligiydi. ama ozellikle uluc bu konuda umutsuzdu. zira lig uc buyukler icin bitmisken ve daha once benzer durumlarda buyuk kuluplere ceza gelmemisken, gelecek sezona etki edecek buyuk bir cezayi, futboldaki mevcut politik cekismeler de goz onune alindiginda, futbol federasyonunun veremeyecegini dusunuyordu.

bunlar macta olaylar ciktiktan sonra yapilan yorumlar. ama uluc'a mactan once macta olaylar ciksa bundan sonra ne olur diye sorsaydik, muhtemelen ayni seyleri soylerdi. turk futbolunu biraz takip eden herkes biliyor ki kurallar buyuk kulupler icin kucuklere uygulandigi gibi uygulanmiyor. bunu maclarda olay cikaran fanatikler de biliyor, kulup yoneticileri de. bana oyle geliyor ki son macta galatasaray'in ciddi bir ceza alacagini dusunseler, galatasarayli taraftarlar macta sahaya organize bir sekilde sise yagdirmazlar; yoneticiler de boyle bir harekete engel olmak icin cirpinirlardi.

ozetle durum su: futbol federasyonu ve sorumlu diger kurumlar bastan bir kural koyuyor. ama herkes biliyor ki her sey olup bittikten sonra bu kurallar kararlilikla uygulanamayacak. o zaman da ceza tehdidi inandirici ve caydirici olmuyor tabii. peki inandiriciligi ve caydiriciligi saglamak icin ne yapmali? mesele insanlarin, var olan kurallarin her durumda kendilerine harfiyen uygulanacagini bilmesinde. kucuk kuluplere bu kurallar daha rahat uygulanabildigi icin orada fazla bir caydiricilik sorunu yok. ama buyuk ve guclu kuluplere dis gecirebilmek mesele. uzun vadede buna karsi federasyon icerisinde reform niteliginde bir takim kurumsal duzenlemeler yapilabilir. ornegin kurum icerisinde tahkim kurulu disinda yasama, yurutme ve yarginin ic ice olmasi bana bir sorun gibi duruyor. neyse, boyumuzdan buyuk islere girmeyelim. reformu bu isin icinde olanlar tartissinlar.

kisa vadede ne yapilabilir, onu tartisalim. bir defa yilmaz ve uluc'a katilmiyorum. daha once uygulanmayan kurallari bugun kati bicimde uygulamaya karar vermek ve galatasaray'a ibretlik bir ceza vermek, bir standardi olmayan keyfi bir karar olur. bundan sonra her olayda ayni sertlikte ve kararlilikta cezalari uygulayacagim derseniz eyvallah. ama bunu yapamazsaniz, verdiginiz ceza bir ise yaramaz.

daha uygulanabilir bir yontem sik tekrarlanan suclarda cezalarin katlanarak artmasi. yani bugun olaylarda yaralanan, gozaltina alinan insanlar; kirilan koltuklar ve sahaya atilan cisimler nedeniyle galatasaray'a bir ceza verin ve sari kart gosterin. bu sari kart mesela iki-uc sezon orada kalsin. bu sure icinde baska bir olayda bu sari kirmiziya donsun. isterseniz kart sayisini arttirabilirsiniz de, tabii bu kartlarin affedilmeyeceginin de bir garantisi olmali. (takimlarin siciline gore cezalari belirleyen bir sistem muhtemelen ceza yonetmeliginde vardir. ama zaten onemli olan orada olmasi degil uygulanacaginin bilinmesi. futboldaki kart sistemi benzeri bir sistem uygulamayi kolaylastirabilir.)

yani yapilacak sey su. federasyon bu tur olaylardan sonra, macta yaralanan ya da goz altina alinan olup olmamasi, macin tamamlanip tamamlanmamasi, stada zarar verilip verilmemesi gibi belli somut kritelere gore cezayi belirledikten sonra kulube bir de sari kart versin. mesela uc sezon icinde uc sari kart goren takim kirmizi kart gorsun ve kume dusme cezasi gibi cok buyuk bir cezaya carptirilsin. (gerektiginde olaylarin ciddiyetine gore dogrudan kirmizi kart da gosterilebilir elbette.) peki bu ne ise yarayacak? nasil hakem bir futbolcuya sari kart gosterince stadyumdaki herkes bunun ne anlama geldigini biliyorsa, kulup sari kart gordugunde de herkes bunun anlamini bilecek. tum turkiye, kuluplerin sicilini acikca takip edebilecek; sari kart gostermediginde federasyona hesap sorabilecek. nasil hakemler sari karti kirmiziya gore rahat cikartiyorlarsa ve sari kartli oyuncu daha dikkatli oynuyorsa; federasyon disiplin cezalarini daha rahat uygulayabilecek ve sari karti olan takim daha dikkatli olacak. iki sari karti olan takim ucuncude kirmizi kart alacagini bile bile kurallari cignemeye devam ederse, artik bir ozuru olmayacak; federasyonun da ona kirmizi kart gostermekten baska sansi kalmayacak. sari karti olmasina ragmen topa elle mudahale eden futbolcuya hakem ne yapabilir ki? o hesap...

kisaca, kartlar tum taraflar acisindan cok acik ve net bicimde iletisimi sagladiklari ve baglayici olduklari icin kurallarin uygulanmasini kolaylastiriyorlar. elbette kartlar her zaman adil bicimde dagitilabilir mi, tartisilir. ama bunlar somut kriterlere baglanirsa, bu sorun da asilabilir.

bu ve benzer mekanizmalar ceza tehdidinin daha inandirici hale getirilmesini saglayabilir. elbette asil cozum federasyonun yapisinda daha koklu reformlara gidilmesinden geciyor. ama o da kisa vadede olasi gozukmuyor.

22 Mayıs 2007 Salı

Zaman Tutarsızlığı (Time Inconsistency)

diyelim ki cok sevdiginiz birisi (mesela kardesiniz) posta yoluyla kendisi icin olumlu ya da olumsuz (sinav, is basvurusu sonucu gibi) cok onemli bir haber bekliyor. ama cok heyecanli ya da endiseli. sizin de o haberi tasiyan zarfi onceden acip sonucu ogrenme ve sonra zarfi ona actiginizi farkettirmeyecek sekilde kapatma sansiniz var. boylece eger sonuc olumluysa, ona iyi haberi hemen verip fazla uzulmesine firsat vermeden onu rahatlatabilirsiniz. ama sonuc olumsuzsa onun kendini hazir hissettigi zaman zarfi acmasini bekleyip onun uzuntusunu azaltmanin yollarini dusunebilirsiniz. simdi sorumuz su: o zarfi acar misiniz?

iktisatci bir arkadasim acti. herkesten beklerdim ama bir iktisatcidan beklemezdim. demek ki ya zaman tutarsizligi sorunu nedir duymamis ya da bunu sadece para politikasi ve merkez bankasinin bagimsizligi tartismasi ile ilgili bir kavram saniyor. tabii siz zarfi acarsiniz ya da acmazsiniz. bu sizin bileceginiz is. ama once zaman tutarsizligi nedir, bir dinleyin.

diyelim ki zarfi actiniz ve icinde iyi haber var. hemen kardesinize gidip mujdeyi verdiniz. o da sonucta iyi haber getirdiginiz icin, onun sevinciyle, zarfi sizin acmanizin ustunde durmadi. herkes mutlu oldu. sonra aradan zaman gecti. benzer bir durum oldu ve bir zarf daha geldi. ama bu sefer zarfi actiniz ve kotu haberle karsilastiniz. daha once zarfi actiginiz icin, kardesiniz bu zarfi da acacaginizi biliyor. siz zarfi kapatsaniz bile eve gelip zarfi kapali gordugunde, haberin kotu oldugunu anlayacak. kardesinize kotu haberi vermeye hazir misiniz?

kardesiniz sizin zarfi acaginizi bilmiyorsa, zarfi acmak iyi bir fikir gibi gorunur. bu yuzden en iyi strateji once ona zarfi acmayacaginizi soylemek, size inandiktan sonra ise onu kardesinizden once acmak gibi durur. iste baslangicta kardesinize verdiginiz sozden sonradan caymanin optimal olmasi zaman tutarsizligidir. tabii kardesiniz o numarayi ancak bir defa yer. sonrasinda, sizin zarfi acmayacaginiza inanmayacaktir. o zaman da sizin iyi fikriniz cope gider.

demek ki iyi haber geldiginde zarfi acan insan, gunun birinde kotu haber vermek durumunda kalabilecegini de hesaba katmali. kotu haber vermekten gocunmuyorsaniz sorun yok. ama kotu haber vermekten hoslanmiyorsaniz, yapmaniz gereken o zarfi asla acmamak ve acmayacaginiza herkesin inanmasini saglamak.

diyelim ki kotu haber vermekten nefret ediyorsunuz. ama bir defa zarfi actiginiz icin simdi herkes sizin her seferinde acacaginizi dusunuyor. onlari bundan sonra zarflari acmayacaginiza nasil ikna edersiniz? bunun bir yolu inandiriciliginizi yeniden kazanmaya calismak. yani arka arkaya birkac sefer iyi haber gelir de siz zarfi acmamis olursaniz, sizin artik gelen haberleri onceden ogrenmediginize inanirlar. tabii onlar inanana kadar sevdiklerinizi gereksiz yere uzebilirsiniz. daha iyi bir yol ise sizin haberi ogrenmenizi imkansiz kilmak ve bunu diger insanlarin bilmesini saglamak olabilir. haberin gelecegi gun evde degilseniz, ya da posta kutusunun anahtari babanizdaysa, haberi onceden ogrenemeyeceginiz icin sorun kalmaz.

ozetle, kotu haber vermeyi sevmiyorsaniz insanlari baskasinin zarfini asla acmayacaginiza inandiracaksiniz; inandiramiyorsaniz posta kutusunun anahtarini baskasina vereceksiniz.

peki bunlarin ekonomi politikalariyla alakasi ne? alakasi inandiricilik. ornegin her hukumet secim zamani secim ekonomisi politikalari uyguluyorsa secim zamani geldiginde herkes hukumetin politikasinin ne olacagini bilir. beklentiler ona gore sekillenecegi icin o politikalarin kimseye bir faydasi olmaz, olsa olsa enflasyon artisi gibi zararlari olur. ote yandan hukumet sorumlu davranacagini soylese, yine kimse inanmaz; ucret ve fiyat artislari beklenen yuksek enflasyon oranina gore belirlenir. o noktadan sonra secim oncesi bir durgunlugu goze alamayacak olan hukumet eninde sonunda genislemeci politika izlemek zorunda kalir. ama dedik ya o da enflasyon yaratmaktan baska bir ise yaramaz. hukumetin politikasi zaman tutarsizligina kurban gitmistir.

peki hukumet secim zamani disiplini koruyacagina insanlari nasil ikna edebilir? para politikasini merkez bankasina havale eder; eger merkez bankasi bagimsizsa, hukumet para politikasina karisamayacagi icin sorun kalmaz. maliye politikasinda ise avrupa birligi'nin maastricht anlasmasi gibi butce acigini sinirlayan duzenlemeler yoluyla mali disiplini korumaya calisabilir.

kisaca, hukumet politikalarinda seffaf olmakta ve onceden belirlenen kurallara bagli kalmakta, bunlar yetmiyorsa hukumetin kurallardan sapma yetisini cesitli kurumsal duzenlemelerle sinirlandirmakta, politikanin inandiriciligini saglamak ve insanlarin beklentilerini sekillendirmek acisindan fayda vardir.

not: bu konuda greg mankiw'in blogunda pek cok ornek iceren guzel bir yazi var:
http://gregmankiw.blogspot.com/2006/04/time-inconsistency.html

6 Mayıs 2007 Pazar

Malthus'tan Becker'e: Doğurganlık, Nüfus ve İktisadi Kalkınma

iktisat literaturunde (en azindan benim hakim oldugum kadarinda) ondokuzuncu yuzyila kadar tum dunyada insanlarin yasam standartlarinin hemen hemen sabit oldugu soylenir. yani o zamana ekonomiler nufusla beraber buyur ama kisi basina gelir, uretim ve tuketim fazla degismez. bu donemin sonlarina dogru, 1798 yilinda, thomas malthus " an essay on the principle of population" adli eserindeki teorisinde durumun gelecekte kotulesecegi iddiasinda bulunur.

malthus teorisinde insanlarin sahip olmak isteyecekleri cocuk sayisinin gelirleri ile dogrudan iliskili oldugunu iddia eder. yani aileler zenginlesirlerse kadinlar daha cok cocuk doguracaklardir. insanlar zenginlesmese bile, tarim alanlari kisitlidir. bu yuzden mevcut nufus artisiyla bile bu alanlar zamanla insanlari beslemeye yetmeyecektir. bu sebepten yeterince verimli olmadiklari icin daha onceden uzerinde tarim yapilmayan arazilerin de tarima acilmasi gerekecektir. ama buralardan elde edilecek verim dusuk olacagi icin, gun gelecek dunya uzerindeki nufusu besleyemeyecektir. netice kitliklar bas gosterecek; buyume duracak; nufus ve hayat standardi bir noktada sabitlenecektir. kisaca, malthus iktisadi buyumenin ve beraberinde gelen nufus artisinin bir sonu oldugunu soyluyor. bu sebepten de dogurganligin azalmasini savunuyor. (ancak, malthus inanclari geregi cinsel iliskiden uzak durmak disindaki dogum kontrol yontemlerine sicak bakmamistir. belki de iktisada kasvetli bilim (dismal science) denmesinin asil nedeni budur. )

19. yuzyilda batida sanayi devrimi hiz kazandi; ama malthus'un bu tezi dogrulanmadi. sanayi devrimi ile birlikte batida buyume artti, insanlarin hayat standartlari hissedilir derecede iyilesti. ama dogurganlik ve nufus artisi artmadi; tam tersine azaldi. nufus artisi ve dogurganligin tarihsel seyrini inceleyen arastirmalar, 19. yuzyil baslarindan bugune kadar batili toplumlarda refah artarken dogurganligin da donemsel dalgalanmalar haricinde azaldigini ortaya koyuyor. buna ek olarak cesitli donemlerde, o donemde dogan kadinlar uzerinde yapilan arastirmalar, ayni donemde cocuk doguran annelerden daha varlikli ailelere mensup olanlarin ortalamada daha az cocuga sahip oldugunu ortaya koyuyor. ozellikle 20. yuzyilda kadinlar is hayatina daha cok katilip hem kendi gelirlerini hem de ailenin gelirini arttirdikca, daha az cocuk sahibi olma egilimi de belirginlesiyor. ama suna dikkat cekmek gerekir ki bu egilim sadece kadinin calismasiyla ilgili degil. genel olarak yasam standardinin iyilesmesiyle ilgili. ozetle, malthus'un tezinin dayanagi olan dogurganligin zenginlikle birlikte artmasi olgusu sanayi devriminden sonra tersine donuyor. nufus artis orani azalinca, ustune amerika'nin orta-bati (midwest) bolgesi gibi yeni, genis ve verimli sahalari tarima acilinca ve tarimdaki verimlilik artinca malthus'un ongorusu gerceklesmiyor.

yani batida ondokuzuncu yuzyilda sanayi devrimiyle birlikte, toplumsal donusume paralel olarak, nufus ve dogurganlik konusunda da bir donusum yasaniyor. bu surecte aile icerisinde varliklarin akisi da yon degistiriyor. soyle ki, tarima bagli geleneksel ekonomide cocugun anne-babasina yasliliklarinda bakmak, sigorta vazifesi gorup aileye dar gununde destek cikmak, tarlada bogaz tokluguna calisip uretime katkida bulunmak gibi islevleri var. yani geleneksel ekonomilerde, cocuklarin anne-baba icin var oldugu soylenebilir. modern toplumlarda ise bu tersine donuyor. cocugun aile icin bir guvence olarak onemi devam etse de, bu guvenceyi saglayacak baska kurumlarin ortaya cikisi bu onemi azaltiyor. ayrica aile icerisinde kadinin konumu gucleniyor, etkin dogum kontrol yontemleri ortaya cikiyor, cocuklarin yetistirilmesi ve egitimi konusu onem kazaniyor. neticede, modern toplumlarda cocuk konusunda aileler, gary becker'in ifadesiyle, sayidan cok kaliteye onem veriyorlar. yani kendilerini mutlu edecek kadar cocuk yapip onlara ailenin imkani oraninda iyi bir egitim vermeye calisiyorlar.

simdiye kadar bati toplumlarinda nufus ve dogurganlik konusunda yasanan donusumden bahsettik. peki turkiye gibi bu donusumu halen yasamakta olan toplumlarda durum nedir? nufus ve dogurganlik uzerine yapilan belli basli iktisadi arastirmalar cogunlukla bu donusumu tamamlamis olan bati toplumlariyla, bu donusumu yasamamis toplumlar uzerinde yogunlasmis durumda. gunumuz avrupasi ve amerikasiyla ilgili nufus problemleri ile sahra-alti afrikasi gibi gelismemis bolgelerin sorunlari, gunumuzde iktisatcilarin daha cok ilgisini cekiyor. bu yuzden, en azindan benim gordugum kadariyla, bu konuda turkiye gibi donusum safhasinin basamaklarindaki ulkeler uzerine daha az iktisadi arastirma var. ozel olarak turkiye uzerine yapilmis bir "iktisadi" arastirmaya ise rastlamadim. ama bu konuda nufus bilimcilerin ve sosyologlarin yaptiklari arastirmalar, turkiye'de kadinin dogurganliginin egitim, kadinin calismasi ve es secebilme ozgurlugu arttikca azaldigini ortaya koyuyor. ancak kadina ve aileye yonelik kalkinma politikalarinin etkin olarak uygulanabilmesi icin bu konuda turkiye'de de ciddi iktisadi calismalarin yapilmasi gerekiyor.

haydi iktisatcilar, ne duruyoruz? baslangic icin, bkz:
becker, g and r. barro (1988): "a reformulation of the economic theory of fertility", QJE
ve bunun referans verdigi ve buna referans veren diger makaleler. bunlari nereden mi bulacagiz?
scholar.google.com
haydi is basina!

5 Mayıs 2007 Cumartesi

Evlilik Ekonomisi 2: Sahra-altı Afrika'da Çok Eşlilik-Kalkınma İlişkisi

"dur feyzo, okuz aliriz o parayla..." kibar feyzo'yu aney boyle durdurmaya calisiyordu. ama feyzo, dinlemedi; o gulo'yu aldi, sonra da tarlada sabana okuzun yerine kendini kostu. nedenini de mahkemede soyle anlatiyordu: "okuzu alirsak kimin tarlasini surecegiz? maho aganin. mahsulatin iki payi onun bir payi bizim. ama gulo'nun hepsi bizim. afat da olsa, kuraklik da olsa hic sasmaz. dokuz ayda bir kumlar. yani tarla da bizim mahsulat da bizim."

feyzo'nun derdi ikinci ya da ucuncu bir kadin almak degil tabii; onun derdi sevdigine kavusmak. ancak dunyanin baska yerlerinde durum biraz daha farkli. ozellikle cok esliligin yaygin oldugu sahraalti afrika'da, tarlasina okuz alacagi, isine sermaye yapacagi yerde parayi yeni bir kadina harcayan cok sayida erkek var imis. bu da bolgede iktisadi kalkinmanin onundeki engellerden biriymis. "journal of political economy" adli dergide (ki bilen bilir cok baba bir akademik dergidir) yayinlanan "polygyny, fertility and savings" adli makalede stanford'lu iktisatci michele tertilt oyle soyluyor.

cok eslilik denince hemen aklimiza islami kanunlarla yonetilen ulkeler geliyor. ama aslinda bu ulkelerde cok eslilik fazla yaygin degil. ornegin, tertilt'in verdigi istatistiklere gore cok eslilik iran'da %1, urdun'de %6 dolaylarinda. gunumuz turkiyesinde de geleneksel ve islamci cevrelerde cok eslilige rastlanabiliyor. ama sonucta bu toplumlarda birden fazla kadinla evlilik yalnizca varlikli kucuk bir zumrenin imtiyazi. bu yuzden de toplum icerisinde cok eslilik yaygin degil. sahraalti afrika'da ise cok kadinla evlilik sadece zenginler arasinda degil tum toplumda yaygin bir olgu. bu bolgedeki yirmi ulkede birden fazla kadinla evlenen erkeklerin nufusa orani %10'u geciyor. kamerun'da ise bu oran %50'ye kadar variyor.

peki kadin erkek orani bir civarinda sabit olduguna gore, erkeklerin yarisinin birden fazla kadinla evlenebilmesi nasil mumkun oluyor? nufus aris orani ve esler arasindaki yas farki yuksek olunca olabiliyor. bu bolgede ciftler arasindaki yas farki ortalama 7 sene. nufus da yilda ortalama %2.5 artiyor. dolayisiyla nufus 7 senede yaklasik 20% artiyor. bu da erkekler kendilerinden kucuk kadinlarla evlendikleri muddetce, erkeklerin ortalama 20%'sine ikinci kadinla evlenebilme imkani veriyor.

peki neden kadinlar erken, erkekler gec evleniyor? cunku bu bolgede insan enflasyonu var efendim. insanlar kontrolsuzce cogaliyorlar, bu da cocugun baba nazarinda degerini dusuruyor. kiz cocuk baba icin ileride bir erkege satilmak uzere yetistirilen bir yatirim araci. evde kalmasi baba icin ziyan. bu yuzden kizi bir an once iyi para veren birine vermesi gerekiyor. hatta talipli cikarsa, bizdeki besik kertmesi gibi anlasmali evlilikler yoluyla evlilik cagina gelmeden talipliye satilabiliyor. yani kizlarin durumu vahim. erkek cocuklarin durumu da cok iyi degil. zira baba erkek cocugunu da saliyor cayira, mevla kayiriyorsa kayiriyor. evlenmek isteyen erkek cocuga babanin destek olmasi gibi bir sey yok. erkek calisip kendi parasiyla evlenecegi kadini almak zorunda. bu yuzden de belli bir yasa gelip bir birikim edinene kadar evlenemiyor. dolayisiyla kadinlar erken, erkekler gec yasta evleniyor.

kadin ve cocuklarin trajedilerini daha uzatabiliriz. ama bunun kalkinmayla alakasi ne? oncelikle genis anlamiyla kalkinma insani gelismeyi de kapsadigi icin kadin ve cocuklar basta olmak uzere tum toplumun yasam tarzi ve standardi iktisadi kalkinmanin bir parcasi. kalkinmaya makro acidan, buyume odakli olarak yaklasildiginda ise, tertilt duzenin iktisadi buyumeyi engelledigini soyluyor.

iktisadi buyume neden cok eslilikten olumsuz etkileniyor? sebebi iktisatcilarin "crowding out" dedikleri olay efendim. kibar feyzo gibi yani. adam okuz alacagina kadin aliyor. sonra cocugu olunca da gulo'nun babasi huso gibi kizlarini yuksek baslik parasina satiyor. yani sermayeye gidecek para kadina gidiyor. sermaye birikmeden buyume de olmuyor tabii. bundan hareketle tertilt sahraalti afrika'da tek esliligin yerlestirilmesini savunuyor. cok esliligin yasaklanmasinin ise dogum oranlarini %40azaltacagini; tasarruflari %35, kisi basina geliri de %140 arttiracagini iddia ediyor.

tabii, kanunen yasaklanmasi uygulamada cok esliligin onune gecebilir mi? tartisilir. zaten bu sorunu tertilt de kabul ediyor. bu yuzden toplumda kadinin konumunu iyilestirecek kurumlarin dunya bankasi ve benzeri kuruluslar yardimiyla tesis edilmesi gerektigini savunuyor.

neyse, yazi uzadi da uzadi. ozetle, kibar feyzoyu belki otuz defa bon bon izlemisim; elin amerikalisi arada makaleyi yazip jpe'de yayinlamis bile.

makale su iste:
tertilt, michele (2004): "polygyny, fertility, and savings," journal of political economy, 113(6), 1341-1371.

12 Nisan 2007 Perşembe

Greg Mankiw'den Optimal Vergileme Uzerine

Greg Mankiw's Blog: Frank needs to read more widely

greg mankiw blogunda yuksek gelirli bireylere uygulanan marjinal vergi oranlarinin dusurulmesi icin teorik ya da ampirik bir delil olmadigini savunan ny times yazarina iktisat literaturunu daha dikkatli takip etmesini oneriyor. ingilizce bilmeyenler uzulmesinler, eksi iktisat'ta bu konuda turkce bilgi mevcut. adimiz mankiw olmayabilir, ama biz de literaturu az bucuk takip ediyoruz.

aslinda Mankiw'in soyledigi sadece yuksek gelirlilere uygulanan yuksek verginin, en nitelikli calisanlari daha az calismaya tesvik edebilecegi. basit bir isci ya da memur gecinmek icin vergiler yuksek dahi olsa calismak zorundadir. ama bir genel mudur, ust duzey yonetici, deneyimli bir muhendis, avukat, doktor; kisaca ekonominin en cok kazanan (ve ayni zamanda en uretken) calisanlari vergiler cok yukselirse eskisi kadar cok calismayabilirler. doktor hastaneyi birakir, muhayenehanesine haftada iki defa ugrar; bankaci trakya'da ufak bir ciftlik alip erken emekli olur; muhendis web sitesi dizayni, ufak tefek projeler vs. ile mesgul olup kalan zamaninda golf oynar falan. yani bilgi ve becerileri sayesinde fazla calismadan da gecinebilecek insanlarla, belirli birikimi olan insanlarin ne kadar calisacaklari vergilerden etkilenir. basta dusuk nitelikli calisanlar olmak uzere, tum toplumun refahi bu nitelikli insanlarin calismasina bagli oldugu icin, bu gruptaki insanlari calismaya tesvik etmek onemlidir. bu yuzden cok kazaniyorlar diye onlara cok yuksek vergi koymak akilci olmayabilir.

Mankiw gazeteciye bunu gosteriyor. ancak Mankiw'in sozlerinden amerika'da ya da baska bir yerde yuksek gelir grubu fazla vergilendiriliyor anlami cikmaz. burada onemli olan vergilerin optimal duzeyde olmasidir. gecen hafta dinledigim bir seminerde, kamusal iktisadin onde gelen iktisatcilarindan biri amerika'da yuksek gelir grubuna uygulanan vergilerin optimal seviyeden daha dusuk oldugunu belirtmisti. kimbilir turkiye'de nasildir? bakmak lazim.

Refah Ekonomisinin İkinci Temel Teoremi

ikinci refah teoremi olarak da bilinen bu teorem, ingilizce’de “second fundamental theorem of welfare economics” ya da kisaca “second welfare theorem” olarak anilmaktadir. hatirlayacagimiz uzere, birinci refah teoremi rekabetci piyasadaki denge dagiliminin pareto verimli oldugunu soyluyor, ama bu dagilimin hakkaniyetli olup olmadigi konusunda bir sey soylemiyordu. ikinci teorem, birincinin suskun kaldigi bu noktayi hedef almaktadir. ikinci refah teoremi, gerekli sartlar saglanirsa, pareto verimli bir dagilimin, devletin uygulayacagi goturu (lump-sum) vergi ve transferler yardimiyla, rekabetci piyasanin denge dagilimi olarak elde edilebilecegini soyler. bu da teorik olarak, piyasa ekonomisinde adil bir bolusumun mumkun oldugu anlamina gelir; ustelik verimsizlik de yaratilmadan.

birinci ve ikinci refah teoremlerinin gecerli oldugu durumlarda, serbest ya da degil, piyasa her derde devadir. burada "serbest ya da degil" sozunun altini cizmeliyim. zira refah teoremleri serbest piyasa ekonomisi kavraminin teorik destekcileri olarak gorulseler de, bu teoremlerin tutmasi icin piyasanin serbest olmasi gerekmez. aslina bakilirsa, ekonomideki pareto verimli dagilimlarin ve bunlari rekabetci denge olarak destekleyecek fiyatlarin hesaplanip bu dengenin elde edilmesini saglayacak goturu vergi ve transferlerin tum bireyler icin tek tek bulunup uygulanmasini gerektiren ikinci refah teoremi, serbest piyasadan cok planli bir ekonominin teorik destekcisi gibi duruyor. zira bir planlama teskilati her seyi bu kadar iyi hesaplayip uygulayabilseydi, o zaman serbest piyasayi savunmanin bir anlami kalmazdi. (daha once birinci refah teoremi hakkindaki yazimizin ek kisminda yazdiklarimizla, piyasa sosyalizmi ve hesaplama problemi hakkinda yazdiklarimiz ikinci refah teoremi icin de gecerlidir. )

ikinci refah teoremi, teorik acidan piyasa ekonomisinin adil bolusumle celismedigini gostermesi acidan onemli bir teoremdir; ama gercek dunyadaki uygulamasi sinirlidir. gercekte daha adil bir dagilima ulasmak icin cogunlukla verimlilikten feragat etmek gerekir.

peki ikinci refah teoremi ne zaman gecerlidir? ne zaman cuvallar? once teorik, sonra da pratik acidan degerlendirelim. rekabetci piyasa modeli icerisinde, ikinci refah teoremi, birincinin aksine, guclu teorik varsayimlar altinda gecerlidir. her seyden once ekonomideki bireylerin tuketim setleri (consumption set) ve tercihleri (preferences) ile firmalarin uretim setlerinin disbukey (convex) olmasi gerekir. bu yuzden, mesela yuksek sabit maliyetler sebebiyle firmalarin olcege bagli artan getiriyle uretim yaptigi bir ekonomide ikinci refah teoremi tutmaz. hatta boyle bir ekonomide denge var olmayabilir bile. (bu teknik sorunlar ve buyuk ekonomilerde bunlara bulunan teknik cozumler uzerinde daha fazla durmayacagim. genel dengenin varligi, ozellikleri ve refah teoremleriyle ilgiyle detayli teknik bilgi arayanlar zaten mas-colell'e bakarlar.)

ikinci refah teoreminin rekabetci piyasa modeli icerisinde guclu varsayimlara dayandigini soyledik. buna ek olarak, daha once birinci refah teoremi konusunda degindigimiz gibi, rekabetci piyasanin kendisi de guclu kurumsal varsayimlara dayanir. oncelikle rekabetci piyasada bireyler ve firmalar piyasada olusan fiyatlari etkileyemez, onlari aynen kabul edip iktisadi kararlarini verirler. eger ekonomide fiyatlari etkileyebilecek buyuklukte bir alici ya da satici varsa, piyasalar rekabetci degildir. bu durumda planlama teskilati arzu edilen pareto verimli dagilimi destekleyecek denge fiyatlarini dogru bicimde uygulayamayabilir.

refah teoremlerinin onundeki en buyuk sorun ise, gercek hayatta piyasalarin ve bilginin rekabetci piyasa modelinde varsayildigi gibi tam olmamasindan kaynaklanir; hatta bazen piyasa kurumsal olarak var olmayabilir bile. bu yuzden dissalliklar (externalities), kamu mallari, bilgi eksiklikleri (incomplete information), eksik piyasalar (incomplete markets) ve benzeri sebepler refah teoremlerinin sonuclarini gecersiz kilabilir. (bu sorunlarin refah teoremlerini nasil cokertebileceginin uzerinde su anda durmuyorum. piyasa basarisizliklari uzerine daha once de yazdik, bundan sonra da cok yazacagiz. planlama teskilati ve uygulama ile ilgili sorunlara bakalim biz.)

iki refah teoremi de yukarida saydigim sorunlardan olumsuz etkilenir. ancak bu sorunlar planlama teskilatinin gorevini etkin bicimde yerine getirmesini imkansiz hale getirebilecegi icin, ikinci refah teoreminin gercek dunyadaki gecerliligi daha zayiftir. peki neden? planlama teskilatinin isi ekonomideki pareto optimal dagilimlari, piyasada bunlari destekleyecek fiyatlari ve istenilen dengeyi uygulayacak goturu (lump-sum) vergi ve transferleri bulmak. bunun icinse ekonomideki tum bireylerin tercihlerini, sahip olduklari varliklari, firmalarin uretim bilgilerini ve diger tum ilgili verileri bilip islemesi gerekiyor. milyonlarca, hatta milyarlarca veriden bahsediyoruz. denge dagilimini ve onu destekleyecek fiyati bulmak icin en azindan bu bilgilerin istatistiki dagilimi kullanilabilir. ama her bireye uygulanacak goturu (lump-sum) vergi ve transferi belirleyebilmek icin devletin herkesin tercihlerini, sahip oldugu varliklari ve benzeri ozel bilgileri tam olarak bilmesi gerekir ki bu imkansizdir. boyle oldugu icin goturu (lump-sum) vergileme uygulanamaz. ya ne yapilir? insanlara dair gelir, finansal varliklar ve benzeri gozlemlenebilen bilgiler uzerinden vergileme yapilir. o zaman da insanlarin calisma istekleri degisir, paralar yastik altina gider, ekonomi kayit disina kayar; kisaca, insanlar vergiden kacabildikleri oranda kacarlar. bu da bireylerin piyasadaki optimal kararlarini bozdugu icin kacinilmaz olarak verimsizlik yaratir. bu vergilerin toplanmasi, vergi kacakciligi gibi sorunlar da cabasi tabii.

ozetle, gercek dunyada goturu (lump-sum) vergileme islemez. mevcut vergi sistemleriyle erisilebilecek pareto verimli sonuclar da sinirlidir. bu yuzden gercek dunyada vergi sistemleri verimsizlik yaratir; yani ikinci refah teoremi uygulamada islemez.

not 1: bu yazi mas-colell ve daha bir dizi kaynaktan zamaninda derledigim notlardan cikmistir. bir ders kitabinda bulunabilecek seyleri yazmayi, fazla teknik konulara girmeyi sevmiyorum. ancak piyasa ekonomisi uzerine yazilar yazarken, refah teoremlerine atifta bulunmamak imkansiz. o yuzden bu kadar temel bir konuda bir kosede referans olarak duracak bir yazi yazmadan edemedim. yine de fazla teknik konulardan olabildigince kacinmaya calistim.

not 2: yukaridaki elestiriler ve benzerleri, her turlu sosyal, siyasi ve iktisadi sistemdeki merkezi planlama faaliyetleri icin gecerlidir.

not 3: goturu vergilemenin uygulanamadigi durumlarda, tuketime, sermayeye ya da emege koyulan vergilerle verimsizlikleri en aza indirme isine (vergilendirme) ramsey yaklasimi deniyor. ama ramsey yaklasimi yukarida belirttigim turden bilgi sorunlarinlariyla bas etmeye yetmiyor. o zaman da devreye, daha once uzun uzun bahsini ettigimiz mirrlees yaklasimi giriyor.

7 Nisan 2007 Cumartesi

Optimal Vergilendirme: Mirrlees Yaklaşımı

sorumuz su: "calisanlarin gelirlerini nasil vergilendirelim?". (dikkat ediniz menkul, gayri-menkul falan demiyorum. onlari baska zaman tartisiriz.)

sokaktaki vatandas buna "cok kazanandan cok, az kazanandan az vergi alalim" diye cevap verecektir; iktisat gormus olanlarsa bunu "vergiler artan oranli (progressive) olsun" diye duzelteceklerdir. zira ikisi ayni sey degil. "progressive" marjinal vergi oraninin gelirle birlikte artmasi demek. yani mesela yillik 150000YTL geliri olan biri ilk 100000YTL icin %30 kalan 50000YTL icin %40 vergi oduyorsa vergi sistemi "progressive"dir (oranlari ve esikleri salliyorum kimse kusura bakmasin). artan gelirle birlikde marjinal vergi orani duserse, vergi sistemi "regressive" olarak adlandirilir.

sol egilimli bir iktisatci olan nobel odullu James Mirrlees de bu konulari otuz kusur sene once dusunmus ve bu sorunun gorundugunden daha cetrefilli oldugunu farketmis. zira devletin insanlarin kisisel ozelliklerini gozlemleyemedigi ve sadece gelirlerini dikkate aldigi durumda vergi sisteminde cok ciddi sorunlar dogabilecegini farketmis. Bunun uzerine boyle bir bilgi asimetrisi durumunda devletin toplumun refahini en ust duzeye cikarmasi icin nasil bir vergi sistemi getirmesi gerektigi sorusunun uzerinde calismaya baslamis.

sene 1971. james mirrlees, bu alanda cigir acan ve kendisine nobel getiren calismalarin ilki olan "an exploration in the theory of optimum income taxation" adli makaleyi yayinliyor. ama bu makalede ne yazik ki, olabilecek en genel bicimde kurdugu modeli, onu tatmin edecek guclu sonuclari veremiyor. mirrlees sokaktaki adamin yargisini destekler sekilde optimal vergi miktarinin gelirle birlikte artmasi gerektigini ispatliyor; ama verginin artan oranli (progressive) olmasinin toplumsal acidan en iyi olmayabilecegini de goruyor. mirrlees'in bundan duydugu rahatsizlik da makalede seziliyor. (burada toplum deyince zengin-fakir herkesi dusunuyoruz. ama bu sonuclar sadece fakirinin refahini dusunen devlet icin de gecerli. nedenini birazdan gorecegiz.)

simdi devlet vergi sistemini nasil dizayn etmeli ona bir bakalim. burada gelir vergisi problemi dedigimiz sey aslinda bir sosyal sigorta problemi. hicbir insan bu dunyaya gelirken hangi genlerle nasil bir sosyal cevreye gelecegini; ne olcude zeki, becerikli,
guzel ve saglikli olacagini bilmiyor. dolayisiyla kimisi dogustan gelecekte cok kazananacak potansiyele sahip oluyor, kimisi de olmuyor. devletin vergi ve transferler yoluyla yaptigi, dogustan sansli bireylerden alip sanssiz bireylere vermek. boylece devlet dogmamis cocugu, kaderin sillesini yeme riskine karsi en bastan sigortalamis oluyor.

eger ortada bilgi problemi olmasa, sorunun cozumu kolay. yani mesela devlet Tuncay Sanli'nin futbola, Ersin Ozince'nin bankaciliga, Cem Yilmaz'in komedyenlige olan yetenegini bilecek; bu insanlarin bu yetenekle ne kadar kazanabileceklerini de bilecek. bu durumda optimal vergi sistemi sunu diyor: cok kazanandan oyle bir vergi toplayip digerlerine dagit ki, isci de olsa, koylu de olsa, bankaci da olsa, futbolcu da olsa, falanca holdingin genel muduru de olsa, calisamayacak kadar ozurlu de olsa herkes gunun sonunda toplumun kaynaklari elverdigi olcude (en verimli bicimde) ihtiyaci kadar tuketsin (bireylerin ihtiyaclari esitse tuketimleri de esit olacaktir). teknik olarak bunu her bireyin tuketimden elde ettigi marjinal faydanin digerinin marjinal faydasina esit olmasiyla ifade ediyoruz.

peki Tuncay BMW yerine Clio'ya binince futbol oynamak istemez, antremanlari aksatir, maclarda sahada gezinirse ne olacak? o zaman onu Stalin'in yaptigi gibi bir calisma kampina sureriz. ne dedik bastan? su an ortada bilgi problemi yok. devlet her seyi biliyor ve goruyor. tuncay'in da nasil iyi bir futbolcu oldugunu biliyor. tuncay sahaya cikip oynamazsa, akli basina gelene kadar calisma kampinda tas kirar. yani eli mahkum, sahaya cikip aslanlar gibi oynayacak; mactan sonra da clio'suna binip kucukyali minibus caddesi uzerindeki mutevazi evine donecek. kisaca, devlet herseyi biliyor ve goruyorsa, herkesten yetenegine gore alip herkese ihtiyacina gore dagitmak, uygulanabilir olmanin yanida, en ideal sonuc olarak ortaya cikiyor.

ancak gercek dunyada tuncay'i calisma kampina gondermekle tehdit etmenin bir cozum olmadigi acik. tuncay'i bilmem, ama boyle bir durumda "gol oruclari"yla unlu hakan sukur'un calisma kampindan cikamayacagi belli. adam zaten duygusal; bazen formdan dusuyor, sahada geziniyor. bir de bu ceza stresi ustune gelir de gol atamazsa ne olacak? sen hakan sukur sahada gezinirken kaytariyor mu, yoksa hakikaten psikolojisi mi bozuk anlayamiyorsan bu mekanizmayi isletemezsin.

boyle bir sistemde daha uretken olanlar, uretken olmayanlarla ayni harcanabilir gelire sahip olduklari icin uretken olmalarina yol acan yeteneklerini saklama egilimine girerler. ersin ozince bankaciliktan iyi kazanmasa manyak mi banka genel mudurlugu gibi stresli ve manevi yonden tatminkar olmayan bir isle ugrassin. ayni geliri olacaksa gider ogretmen olur, akademisyen olur, fotografci olur; illa bankaci olacaksa daha az sorumluluk gerektiren, kendisine ve ailesine daha cok zaman ayirabilecegi bir pozisyona girer. ne de olsa, gercekte devletin kisilere iliskin ozel bilgileri bilmesi mumkun olmadigina gore, kimin ne kadar uretken olabilecegini bilip onu zorlamasina imkan yoktur.

bakin ortamda bilgi asimetrisi varsa ne oluyor. diyelim ki ersin ozince isbankasindan ayda 40000YTL alsin. ortalama maas da 2000YTL olsun. bilgi tamken devlet ersin'den 38000YTL'yi alip calisamayan 19 kisiye dagitiyordu. ama simdi ersin daha basit bir isi tercih ediyor ve yine 2000 aliyor. peki ersin'in 38000 lirasindan nasiplenen 19 kisiye ne oldu? goruldugu gibi tesvik yokken insanlarin daha fazla calisma istekleri ortadan kalkabilecegi icin, bundan herkes ama ozellikle de en az uretken olanlar olumsuz etkileniyor.

buradan cikan sonuc su: ortada bilgi problemleri varken devlet bir sosyal politika uyguluyorsa, bu politika tesvik uyumlu olmalidir. yani ersin ozince'den oyle bir miktar para keseceksin ki kaytarmaya calismasin. sonra da o parayi daha sanssiz insanlara dagitacaksin. ortaya cikacak sonuc bilginin tam oldugu duruma gore daha az ideal olacak; ama erisilebilir secenekler arasinda da en iyisi olacak. (bazilari ilk duruma first best, ikincisine de second best diyorlar.)

bu konuda berkeley'den emmanuel saez'in mirrlees'in teorisinin gercek hayattaki vergi politikalarina uygulanabilmesini saglayan calismalarindan da bahsedecektim, ama yoruldum. su kadarini bilin yeter. bu adam o kadar super bir adam ki, tuketimin ve isgucu arzinin gelire gore esnekligine bagli bir formul yoluyla, zengin nasil urkutulmeden optimal optimal vergilendirilir sip diye soyluyor.

calisanlarin gelirleri konusunda simdilik bu kadar. ancak, calismayan ama kira ve faiz geliriyle gecinen zenginlere ne olacak? mirascilara ne yapacagiz? vergilerin dogustan gelmeyen ama egitimle kazanilan becerilerin edinilmesine etkisi olabilir mi? gercekte devlet toplumsal acidan en iyi vergi sistemlerini bulabilir ve uygulayabilir mi? peki ya devlet vatandasin refahini degil, kendi kisisel ve siyasi cikarini dusunen guvenilmez politikacilarca yonetiliyorsa? vergilerle daha cok ilgilenecegiz...

not: yukarida stalin'in adini gecirdim diye suraya bir not ekleme ihtiyaci hissettim. aslinda, her ne kadar komunist ideallerle celisse de, gercek hayatta iscilerin ne idealist ne de ideal insan oldugunu bilen stalin uretimde iscilere tesvik verilmesinin oneminin farkindaydi. bu yuzden stalin doneminde sovyet rusya'da da isciler icin parca-basi ucret, muhendisler ve teknik personel ile kollektif ciftciler icin prim sistemleri uygulaniyordu. goruldugu gibi burada vergilendirme teorisi cercevesinde inceledigimiz tesvik sorunu, kendini her yerde gosterebiliyor.