Döviz kuru krizi kavramı, makroiktisada 1970'lerde girdi. Öncesinde, 1944'ten itibaren Bretton Woods sistemiyle dünya para birimleri ABD dolarına bağlanmış, doların karşılığı ise altın olarak belirlenmişti. Daha da öncesinde altın standardı vardı ki, paralar doğrudan altın karşılığı piyasaya sürülürdü. O dönemlerde ticaret, yatırım veya seyahat gibi bir ihtiyaç için gerekmiyorsa, yabancı bir ülke parasını tutmak veya değişim aracı olarak kullanmak yasaktı. Uluslararası finansal hareketler de kısıtlanmış olduğundan, ödemeler dengesinde dış ticaret akımları ve yurtdışındaki işçilerin gelirleri gibi cari işlemler hesabı kalemleri belirleyici olurdu. Ülkeler döviz rezervlerini buradaki hareketlere göre yöneterek döviz kurunu sabit tutmaya çalışırdı. Dış ticaret hadlerinin ülke aleyhine değişmesi (ithal malların pahalılaşıp ihraç malların ucuzlaması) gibi bir sebepten, ödemeler dengesinde sorun yaşayan ülkeler gerektiğinde devalüasyon yaparlar, yani paralarının değerini düşürürlerdi. 1970'lerde Bretton Woods sistemi sona erdi ve küresel finans piyasaları serbestleşip bütünleşmeye başladı. Bu durum iktisadi aktörler için, olası döviz kuru değişimlerinden kar veya zarar etme ihtimalini ve buna göre pozisyon alma ihtiyacını doğurdu. Söz konusu spekülatif faaliyetler de ani ve büyük hareketlere yol açarak, döviz kuru krizi denen olgunun ortaya çıkmasına yol açtı.
Kur çıpalarının yıkılması
Klasik döviz kuru krizi modelleri, sabit kur benzeri rejimleri inceler. Bunlarda büyük bir spekülatif talebi karşılayacak düzeyde rezervi olmayan merkez bankası kur çıpasını değiştirmek (devalüasyon yapmak) veya terk etmek (kuru dalgalanmaya bırakmak) zorunda kalır. Birinci nesil olarak adlandırılan modellerde krize ekonomik gerçeklerle tutarsız makroekonomik politikalar sebep olur. Örneğin, para politikasının genişlemeci olduğu bir ülkede, serbest piyasada döviz kurunun yükselmesi gerekir. Sabit kurda ise merkez bankası çıpayı korumak için rezervlerinden döviz satar. Fakat bu geçici bir çözümdür. Döviz talebi sürekli olursa, finansal yatırımcılar bir noktada rezervlerin tükenmesinin kaçınılmaz olduğunu fark eder ve o an gelmeden dövize hücum edip bekledikleri kur yükselişinden kar etmeye çalışırlar. Buna "spekülatif atak" denir. Sonunda merkez bankası ya gevşek politikadan vazgeçer ya da pes eder ve kurun ekonomik gerçeklerle uyumlu bir yere gelmesine izin verir. Türkiye'de 2001 yılında yaşanan kur krizi buna benzer şekilde gerçekleşti. O dönem uygulanan "sürünen kur çıpası" (crawling peg), enflasyonun düşürülememesi ve gerçekleşen enflasyonun belirlenen kur artışının çok üzerinde kalmasıyla dengesizlikler oluşması yüzünden sürdürülemedi.
İkinci nesil döviz kuru krizi modelleri, merkez bankasının kur çıpasını savunmakta kararlı olmadığı durumları inceler. Normalde bir sebepten dövize hücum geldiğinde, merkez bankasının bunu savuşturması gerekir. Çünkü kur çıpası iktisadi aktörlere verilmiş bir taahhüttür. Döviz kuru ve ona bağlı fiyatlarla iş yapanlar buna göre hareket eder. Öte yandan, faiz artırarak kuru savunmak ekonomiye daraltıcı etki yapar; harcanan rezervleri yerine koymak maliyetlidir; ayrıca, devalüasyon yapıp dış ticarette rekabet avantajı yaratmak politika yapıcılara cazip gelebilir. Piyasadaki aktörler, fayda maliyet karşılaştırması yapan merkez bankasının çıpayını savunmamayı tercih edeceğine inanırlarsa, bu dövize hücuma yol açabilir. Bu durumda kriz beklentisi kendini gerçekleyen bir kehanet halini alır. Küçük yatırımcılar eşgüdüm sağlayıp büyük bir spekülatif atak yaratamaz belki ama büyük yatırımcılar hücum ettiğinde onların ardına takılıp hareketi büyütürler. Bu tip krizlerin klasik örneği, George Soros'a spekülatör olarak ününü kazandıran İngiltere'deki 1992 krizidir.
Dalgalanan döviz kurları
Dalgalı döviz kuru rejiminde, fiyatlar piyasa koşullarında belirlenir. İktisat politikaları ve diğer dışsal faktörler ne gerektiriyorsa bu döviz kuruna aynen yansır. Örneğin, yurtiçi faizler düştüğünde, ülke risk primi arttığında, yurtdışı faizler yükseldiğinde veya bu yönde beklentiler oluştuğunda ülkenin parası anında değer kaybeder. Tersi olduğunda değer kazanır. Merkez bankası piyasaya müdahale etmediğinden, ne birinci nesil modellerdeki gibi sürdürülemez dengesizlikler oluşur, ne de ikinci nesil modellerdeki gibi bir kur hedefinin korunup korunmayacağına dair problem ortaya çıkar. Bu rejimde, adı üzerinde, kur kısa dönemde konjonktürel faktörlere bağlı olarak dalgalı olacaktır. Uzun vadede ise yapısal faktörlere göre ülkenin parası değer kazanacak veya kaybedecektir.
Sabit kur rejimlerindeki devalüasyondan farklı olarak, dalgalı kurda yapısal etkiler bir seferde değil zamana yayılmış olarak ortaya çıkar. Bu, iktisadi aktörlere üretim, yatırım, tasarruf gibi kararlarını fiyat değişimlerine göre uyarlama imkanı verir. Örneğin, parası değerlenen bir ülkede ithal etmenin avantajlı olduğu kimi ürünlerin, para değer kaybederken üretilmesi avantajlı hale gelir. Böylece ithalat, ihracat, üretim, tüketim, yatırım kalıplarını belirleyen makroekonomik dengeler koşullara göre değişir. Sabit kur benzeri bir rejimde bu değişim kur çıpası güncellendikten sonra gerçekleşir. O ana kadar dengesizlikler birikir. Sonrasında parada büyük ve ani bir değer kaybı olduğunda, üretim kapasiteleri ile tüketim kalıpları buna hemen uyum sağlayamaz. İthal mal fiyatları ve maliyetlerdeki artışla beraber hem enflasyon yükselir hem ekonomi daralır. Elbette paranın değer kaybetmesi kur rejimi ne olursa olsun sonunda ülke insanlarının alım gücünü azaltacaktır. Ancak bunun zamana yayılması bir anda olmasından iyidir.
Oynaklık
Sabit kurdaki devalüasyon riskinin dalgalı kur rejiminde olmadığını söyledik. Fakat dalgalı kurun da oynaklık gibi zayıf bir yanı var. Bu da yüksek seviyelere çıktığında oldukça yıkıcı olabilir. Serbest piyasada, arz ve talep şoklarına bağlı olarak ulusal paranın değeri anında düşer veya yükselir. Dalgalanmalar kur riskine açık kişi ve firmaları etkiler. Örneğin, dövizle borçlanıp Türk lirası kazandıran bir işe giren bir yatırımcı TL değerlenirse kar, değer kaybederse zarar eder. İthal girdi kullanarak üretim yapanlar ve ihracatçılar da öngöremedikleri hareketlerden kar veya zarar yazabilir. İşi üretim yapmak olanların böyle finansal riskler almaları makbul değildir. Büyük bir şokun ardından çok sayıda firma zor duruma düşüp başka firmalara ve bankalara yükümlülüklerini yerine getiremezse sistemik sorunlar oluşur. Kur riskleri, finans piyasalarında sigorta işlevi gören ürünler (forward, opsiyon, swap gibi türev araçlar) yoluyla sınırlandırılabilir. Fakat gelişmiş ve derin finans piyasaları olmayan ülkelerde bu ürünler yaygınlaşmamıştır. Yaygınlaşsa bile bunların maliyetleri riske oranla artar. Dolayısıyla, gelişen ülkelerde dalgalı kur rejimi uygulansa bile, piyasaya müdahale edip kur hareketlerini yumuşatma eğilimi vardır.
Döviz kurlarının serbest piyasada nasıl belirlendiği konusuna uzun uzadıya girmeyeceğiz. Fakat oynaklıkla ilişkili olarak, uluslararası sermaye hareketleri ve para ikamesi meselelerine değinmeden olmaz. Sermaye akımları içinde, kısa sürede yüksek getiri beklentisiyle gerçekleşen finansal yatırımların oynaklığı yüksektir. Örneğin, yabancı yatırımcı bir ülkede faizlerin yüksek olduğunu görüyorsa, o ülkenin parasını satın alıp faiz getirisi elde etmek isteyebilir. Uluslararası makroiktisattaki korunaksız faiz paritesi denen ilişki, bu tip yatırımlarda kar fırsatlarının çabucak tükeneceğini söyler. Çünkü yatırımcılar bir ülkenin parasını talep ettiğinde paranın değeri artar, gelecekte değer kaybedeceği beklentisi oluşur ve bu da o parayı cazip kılan faiz gelirini görütürür. Paranın, mesela yüzde 10 değer kaybetmesi bekleniyorsa, ülkenin başkalarından 10 puan fazla faiz vermesinin kıymeti kalmaz. Buna rağmen, dünyada paranın bol ve ucuz olduğu zamanlarda, tabiri caizse biti kanlanan yatırımcılar değer kaybı riskini göz ardı edip yüksek faizli ülkelere yatırım yaparlar. Küçük bir ülkeye bütün dünyadan kontrolsüzce sermaye aktığında, ülkenin parası hızla değerlenir. Fakat güvercin ürkekliğindeki yatırımcılar, bir sebepten kur risklerinin gerçekleşeceğini düşündükleri anda kaçarlar. Bu sefer de ülkenin parası hızla değer kaybeder.
Uzun vadeli ve doğrudan yatırımlar konjonktürel gelişmelere bağlı olmadıklarından giriş çıkışları oynak değildir. Türkiye'de şirketi olan bir yabancı yatırımcı istese bile bir anda onu satıp çıkamaz. Fakat yatırımının değerinin düşeceğinden endişe edenler, döviz veya türev ürünler satın alarak kur risklerini yönetmeye çalışırlar. İstikrarsızlık zamanlarında bu talep de haliyle artar ve döviz kuru oynaklığını büyütür. Dolayısıyla, sermaye akımlarına açıklık döviz kuru oynaklığıyla yakından ilişkilidir.
Dolarizasyon da denen para ikamesine gelirsek... Bir ülkede yerli para ve yabancı para serbestçe değiştirilebiliyorsa, yabancı para ödeme ve değer saklama aracı olarak yerli paranın yerini alabilir. En uç noktada, paralar birbirini tam olarak ikame ediyorsa, ikisi arasında değişim oranının nerede oluşacağı belirlenemez ("exchange rate indeterminacy"). O durumda, ekonomik temellere bağı olmayan kur para politikasıyla kontrol edilemez. Tam para ikamesi pek görülmez. Çünkü, bir defa, kimi ülkelerde yabancı para tutmak ve kullanmak konusunda hala yasal kısıtlamalar mevcuttur. İkincisi, yasal kısıtlama olmasa bile, ulusal paranın alım gücünü koruyacağına dair endişe olmayan ülkelerde, uluslararası ticaret veya yatırım için gerekmiyorsa insanlar başka paraları kullanmayı veya saklamayı tercih etmez. Fakat, ulusal para istikrarlı olmadığında istikrarlı paralarla ikame edilir. Böyle bir alternatif oluştuğunda, güven duygusunun sübjektif olarak bozulması bile yerel paradan kaçışa ve ani değer kaybına yol açar. Para ikamesi ne kadar yaygın ve kolaysa döviz kuru hareketi o kadar hızlı ve büyük olur. (Para ikamesini şurada açıklamıştık.)
Biz ne yaşadık?
İktisat tarihimizde sermaye hesabı serbestleşmeden önce, ödemeler dengesi sorunları sebebiyle birçok defa devalüasyon yapıldı. Serbestleşme 1980'lerde başladı ve 1989'dan itibaren yabancı paraları alıp satmanın, bunlarla banka mevduatı açmanın ve kredi kullanmanın önündeki yasal engeller kalktı. Bu tarihten sonra merkez bankasının döviz kurunu kontrol ettiği dönemde biri 1994 ve diğeri 2001 yılında olmak üzere iki büyük kur krizi yaşandı. 2001 krizinden sonra döviz kuru dalgalanmaya bırakıldı ve kur piyasada belirlendi. Bu dönemde, nasıl olduğu ayrı bir mevzu, (şuradan görülebilir) TL önce reel olarak değerlendi, sonra değer kaybetti. Koşullara göre döviz kurundaki eğilimlerin değişmesi, yukarıda açıkladığımız gibi, bir seferde büyük bir devalüasyon yapma ihtiyacını ortadan kaldırıyordu. Fakat bunun sert kur hareketlerini önlemekte yeterli olmadığını son yıllarda yaşayarak gördük.
Aşağıdaki grafik, 2018-2021 yıllarında her sene 1 Ocak tarihini 100 kabul ederek, ilerleyen tarihlerde kurun buna göre ne oranda değiştiğini gösteriyor. Mavi çizgiye göre, 2018'de dolar kuru Haziran ayına kadar kademeli olarak yaklaşık yüzde 15, Ağustos ayına kadar da yaklaşık yüzde 20 yükselmiş. Ağustos'ta ABD ile bozuştuğumuzda artış oranı yüzde 45'e ulaşmış. Sonraki gerilemeyle birlikte yılın tamamındaki yükseliş yüzde 23 olmuş. 2019 diğer yıllara göre nispeten sakin geçmiş. 2020'de kur kabarmış ama patlamamış. 2021'de ise Eylül'e kadar yaklaşık yüzde 5, sonra hızlanarak Kasım ortasına kadar yüzde 15 artış olduktan sonra film kopmuş. Aralık ortasında birikimli kur artışı yüzde 40'a çıkıp bir anda 20'nin altına gerilemiş ve yılı yüzde 29'da kapatmış.
2018'deki döviz kuru şokunu zamanında (şurada) değerlendirmiştik. O dönem yaşanan sermaye çıkışı ve para ikamesine parasal sıkılaşma ve finansal regülasyonlarla karşılık verildi. ABD ile yaşanan sorun da tatlıya bağlanınca, döviz kuru istikrar kazandı ve daha büyük krizlerin ortaya çıkması engellendi. Faiz artırarak parasal sıkılaşma yapmak böyle durumlardaki alışılmış ("ortodoks") yöntemdir. Sermaye hareketlerini engelleyen regülasyonlar ise pek öyle değildir. O dönemde bankaların yurtdışı bankalarla yaptığı türev işlemlere büyük kısıtlamalar getirildi. Bu kısıtlamalar, daha sonra biraz esnetilmekle birlikte bugün de yürürlükte bulunuyor. Maliyetinin ne olduğu ayrı bir konu ama, bu yolla oynaklığı yüksek bir takım finansal işlemler oldukça azaltıldı.
2019-20 döneminde döviz kuru oynaklığı nispeten az görünüyor. Özellikle, grafikteki gri çizginin 2020 Haziran-Temmuz aylarında neredeyse sabit gitmesi dikkat çekici. Fakat bu oldukça yanıltıcı. Arka planda, 2020'de pandemi sebebiyle büyük sermaye çıkışı olduğunu, turizm gelirlerinin çöktüğünü ve ekonomiye destek için büyük bir parasal genişleme yaratıldığını anımsayınca, bunun doğal olmadığı anlaşılıyor. Adeta bir kur çıpası görünümü veren bu durum, merkez bankasının döviz rezervleri satılarak sağlandı. Kamuoyunun sonradan öğrendiği bu satışı finansal piyasalardaki aktörler elbette fark ettiler. Döviz rezervleri sınırlı bir merkez bankası kur hedefiyle uyumsuz bir parasal genişlemeye gittiğinde ne olacağını birinci nesil kur krizi modelinde anlatmıştık. Buna göre sonunda ya bu uyumsuz politikadan vazgeçilecekti ya da büyük bir devalüasyon olacaktı. O dönem önce ikisinin ortası bir şey yapıldı. Para politikası örtülü bir şekilde sıkılaştırıldı ve döviz kuru yavaş yavaş serbest bırakıldı. Sonra da sorumlu bakan ve merkez bankası başkanı değiştirildi ve Kasım'dan sonra alışılmış yöntemle faiz artılarak durum kontrol altına alındı. Lakin cumhurbaşkanı bu yöntemden hazzetmemiş olacak ki, tez zamanda gelenler gönderildi ve sıkı para politikasından vazgeçildi.
2021 Eylül ayında merkez bankası politika faizini indirmeye başladığında da kur yükseldi. Buna rağmen faiz indirimlerine devam edilmesinden, Türk lirasının değer kaybının bilinçli bir tercih olduğunu anlıyoruz. Fakat Aralık ayındaki son faiz indiriminden sonra iş şirazesinden çıktı. Tasarruflarının enflasyon karşısında eriyeceğini gören vatandaşlar Türk lirasını terk etmeye başladı. Onlar döviz aldıkça kur çıktı, kur çıktıkça onlar aldı... O noktadan sonra merkez bankası açıktan döviz satarak kur artışını durdurmaya çalışsa da fayda etmedi. Devlet paniği tasarruf sahibine, TL üzerinden en az döviz kuru artışı kadar getiriyi garanti eden bir mekanizma ("kur korumalı TL mevduat") sunarak durdurabildi. Ardından bir süre yoyo gibi hareket eden kur son zamanlarda duruldu.
Peki bundan sonra döviz kurlarına istikrar gelir mi? Türkiye ekonomisinin hali bir dengeye benzemediğinden, buna olumlu bir cevap vermek güç. Su anda yurtiçi faizler enflasyonun çok altında baskılanmaya çalışılıyor. Bu politika Aralık'ta büyük bir reaksiyon yarattı. Buna karşı getirilen kur korumalı mevduat mekanizması, tasarrufunu koruma derdinde olan vatandaşın dövize hücumunu kesti. Ama mesele bununla bitmiyor. Birincisi, bu mekanizmayla kur riskleri kamunun üzerine yükleniyor. Eğer döviz kuru belirlenen TL faizin üzerinde artarsa aradaki farkı hazine veya merkez bankası ödeyecek. Bu, varlıklı kişilerin ve şirketlerin bankadaki paraları oranında devletten sübvansiyon almaları demek. Üstelik kur krizi ne kadar büyük olursa devletin yapacağı ödeme o kadar büyük olacak. Ayrıca, bankalar düşük faizle topladıkları mevduatla kredi verip kamunun sırtından kar edecekler. Nasıl bakarsanız bakın, bu çok çarpık bir durum. İkincisi, döviz kurunun faizden az arttığı durumda, enflasyon yüksek kaldığı sürece Türk lirası reel olarak hızla değerlenecek. Paramız şu anda aşırı değersiz olduğundan bu dengelenme olarak görülebilir. Ancak bunun sürekli devam etmesi mümkün değil, çünkü değerli para ve gevşek para politikası cari işlemler dengesinin giderek bozulmasına yol açar. Enflasyon çabuk düşer ve faiz ve kur artışıyla uyumlu bir yere gelirse ne ala. Ama parasal sıkılaşma yapmadan enflasyon kendiliğinden nasıl düşsün? Bana sorarsanız, tutarlı makroekonomik politikalar uygulayıp Türk lirasına güven kazandırmadan ve enflasyonu düşürmeden bize rahat yok.