13 Ekim 2025 Pazartesi

Altın fiyatına bir de böyle bakın

Altın fiyatındaki yükselişin dünya gündeminde olduğu şu günlerde, fiyatların uzun vadedeki değişimine bakmak istedim. 1 ons altının ABD dolarına (USD) karşı değeri şöyle olmuş: 

1970: 38 USD 

1980: 586 USD

1990: 393 USD 

2000: 272 USD

2010: 1420 USD 

2020: 1897 USD

2025 Ekim: 4000+ USD

Altın, fiyatı oynak, dolayısıyla getirisi belirsiz olarak bilinen bir varlıktır. Ancak burada görüyoruz ki bu yalnızca kısa vade ile sınırlı bir özellik değil. On yıllar uzunluğunda bir dönemde bile altın fiyatı büyük değişkenlik göstermiş. 1970'lerdeki küresel enflasyon dalgasında olağanüstü artmış, 1980 sonrası yüksek faiz ve dezenflasyon döneminde düşmüş. 2000 sonrası hızlı küreselleşme ve parasal genişleme dönemlerinde tekrar yükselmiş.  

Yalnız burada nominal fiyattan bahsediyoruz. Enflasyon sebebiyle doların alım gücü zaman içerisinde erir. Altının alım gücünün artması için dolar cinsi fiyatının enflasyondan fazla artması gerekir. Ayrıca, altın faiz, kira, temettü gibi gelir yaratan veya gelirini sermayesine katıp büyüyen bir varlık değildir. Bu yüzden hisse senedi, tahvil, gayrimenkul gibi varlıklara yatırım yapmak yerine altın tutmak, bunların sağladığı gelirlerden feragat etmek anlamına gelir. İktisatta, feragat edilen böyle gelirlere fırsat maliyeti denir. İktisadi kar zarar hesabı yaparken fırsat maliyeti de hesaba katılır. Buna göre, altın tutmanın karlı olması için sadece fiyatının enflasyondan fazla artması yetmez, alternatiflerinden daha yüksek getiri sağlaması da gerekir.  

Altının değerini kıyaslamak için iki ölçü kullandım. Birincisi ABD'nin 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisi. ABD tahvilleri enflasyonun biraz üzerinde risksiz getiri sağlamak isteyen yatırımcılar için başlıca alternatiftir. Bunların uzun yıllar geriye giden verileri de mevcut. Bu verileri referans alarak, her sene faiz gelirini sermayeye katarak büyüyen bir yatırımın değerinin nasıl değişeceğini hesapladım. Sonra da altın fiyatını buna bölerek, altının göreceli getirisi için bir gösterge elde ettim. İkinci kullandığım ölçü ise dünya ekonomisinin (GSYH) büyüklüğü. İktisadi büyüme ve yatırımların getirisi arasında pozitif bir ilişki vardır. Hızlı büyüyen veya büyüme potansiyeli olan ekonomilerde yatırımların getirisi de yüksek olur. Dolayısıyla küresel ölçekte çeşitlendirilmiş bir yatırım portföyünün getirisi için dünya GSYH'si bir ölçü olabilir. Bu düşünceyle, altın fiyatını dünya GSYH'sine bölerek bir diğer göreceli getiri göstergesi oluşturdum.

Altının göreceli değerine ilişkin elde ettiğim iki gösterge aşağıdaki grafikte görülüyor. Buna göre, altın fiyatının tahvillere göre seviyesi ve değişkenliği, incelenen dönem boyunca dünya GSYH'sine göre olduğundan çok daha yüksek. Bunun dışında, hareketler nitelik olarak birbirine benziyor. İki gösterge de 1970'li yıllarda çok büyük bir değerlenme olduğunu, fakat 1980-2000 arasında bunun tamamen geri alındığını gösteriyor. 2000'li yılların başından yakın zamana kadar daha ılımlı bir değerlenme gözlenirken, son yıllarda ise bu hareket hız kazanmış. Ancak son değerlenme henüz 1970'lerin sonunundaki kadar büyük değil. O dönemdeki zirve noktasına ulaşması için nominal fiyatın 6000 dolar civarına gelmesi gerekiyor.

 

Peki buradan ne çıkarabiliriz? Bir defa, para kazanma niyetindeyseniz baştan söyleyeyim, altın fiyatı daha artar mı yoksa yakında döner mi bilemeyiz. Bu geçmişin resmi, geleceğe dair net bir şey söylemiyor. Ancak fiyatın değişkenliği altının değer koruma aracı olarak dikkatli kullanılması gerektiğine işaret ediyor. Ülkemizde hem bireyler hem kurumlar hem de devlet büyük miktarda altın tutuyor. TCMB Başkanı Fatih Karahan ülkemizdeki altın stokunun değerinin son dönemde 500 milyar dolar civarına ulaştığını söyledi. Yıllarca cari açığı genişleten bir risk unsuru olarak görülen altının değerlenmesi, verdiğimiz açıktan kâr ettiğimiz anlamına geliyor. Yani altın tutanlara piyango vurdu. Ancak gelecekte durum pekâlâ değişebilir. Yaptığımız hesap 1970'lerin sonunda tepeden altın alanların zararlarını çıkartamadıklarını gösteriyor. Şimdilerde, altın sayesinde zenginleşen vatandaşların tüketim talebi ve bunun enflasyonist etkisi konuşuluyor. Altın fiyatı düşerse bu sefer fakirleşme ve daralma konuşulacak.

17 Nisan 2025 Perşembe

İktisatçı gözüyle satranç

Satranç hobi olarak oynadığım bir oyun. Bu oyunla iktisatta öğrendiğim matematiksel bir modelleme aracı olan oyun teorisinin ne kadar ilgili olduğu üzerine düşüncelerimi yazmak istedim.

Satrançta kazanmak veya kaybetmemek için oyuncuların öğrendiği bazı oyun planları var ki, satranç jargonunda bunlara "teori" deniyor. Örneğin, bir oyunun sonunda tahtada iki tarafın şahlarından başka sadece bir tarafın -beyaz olsun- bir piyonu var diyelim. Normal bir şekilde oynandığında bu oyun iki şekilde sonlanabilir. Birincisi, beyaz piyonunu son sıraya kadar götürüp vezir yapar ve şah ile vezir rakibin şahını mat eder. İkincisi, rakip şahıyla beyaz piyonu yer veya beyazı oyunu berabere yapacak bir pozisyona zorlar. Bu oyunun beyaz veya siyah olarak nasıl oynanması gerektiğini; iki taraf da "doğru" oynadığında oyunun hangi sonuçla biteceğini akıllı biri kesin olarak çözebilir. İnsanın zorlanacağı daha karmaşık oyun sonlarında da bilgisayar programları kesin çözümü bulur. Oyunun başında ve ortalarında, tahtada çok sayıda taşın bulunduğu durumlarda kesin çözüm elde edilemez; ama programlar her durum için +/- sayısal değerler hesaplayıp hangi tarafın (+ ise beyaz, - ise siyah) "doğru" oynandığında ne kadar avantajlı olacağını tahmin edebilir. Usta satranç oyuncuları sık karşılaşılan oyun kalıplarını önceden öğrenip bir maçta bunlarla karşılaştıklarında öğrendikleri çözümü uygularlar.  

Satranç, yapısı itibarıyla oyun teorisindeki iki oyunculu sıralı oyun modellerine uyar. Matematiksel olarak tanımlanan böyle oyunlarda, oyuncuların karşılıklı kararlarıyla erişilebilecek tüm olası sonuçlar bir ağacın dalları gibi uzanır. Oyunun çözümü de genellikle sondan başa doğru gidilen bir yöntemle (backward induction) yapılır ki, satranç programları da anladığım kadarıyla benzer bir hesap yöntemi kullanıyor. Satrancın benim bildiğim oyun teorisine benzerliği bundan ibaret.

Satranç, oyun teorisi modelleriyle kıyaslanamayacak daha karmaşıktır. Örneğini verdiğimiz en basit oyun parçasını bile formel olarak modellemeye çalışsak, çok sayıda karar noktası ve hamle seçeneğinden oluşan dallı budaklı bir oyun ağacı ortaya çıkar. Oyunun kendisi ise, en azından biz fanilerin çözemeyeceği yapıdadır. Böyle olması da normal, çünkü gerçek bir oyunun insanları daha çok oynamaya özendirecek zengin bir içeriğinin olması gerekir. Oyun olarak adlandırılan modeller ise araştırmacıların stratejik etkileşim içeren durumları analiz etmekte kullandıkları araçlardır. Örneğin iktisatta, az sayıda katılımcının olduğu (oligopolistik) piyasalarda firmaların piyasaya girme kararları, fiyat ve üretim rekabetleri ve bunların ekonomik sonuçları oyun teorisi modelleriyle incelenmektedir. Böyle modellerin sade olup incelenen temel mekanizmayı ortaya koyması beklenir. Bunlara oyun denmesi sadece benzetmedir.

Peki satranç bilmek başka konularda analiz kabiliyetini geliştirir mi? Ya da oyun teorisini iyi bilenler iyi satranç oynayabilir mi? İkisi arasında pek bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Satranç gibi oyunlardan ilham alıp oyun teorisine merak saran belki vardır. Ancak onun dışında, tahta üzerinde taşlarla oynanan bir oyunda ustalaşmak ile dünyada gördüğümüz stratejik düşünme, çatışma ve işbirliği içeren durumları analiz etmek farklı bilgi ve beceriler gerektiriyor.

19 Şubat 2025 Çarşamba

Kamu malı problemi

Herkesin birlikte faydalandığı ve kimsenin faydadan mahrum bırakılamadığı şeylere kamu malı denir. Bir grup insanın yaşadıkları çevreyi güzelleştirecek bir proje için bir araya geldiğini düşünelim. Projenin maliyetine M, her bireyin katkı yapmak isteyeceği en yüksek tutarların toplamına (bu aynı zamanda projenin o topluluğa değerini gösteriyor) D diyelim. Toplum faydasına bir karar alınacaksa, D>M olduğunda projenin yapılması, yoksa yapılmaması rasyonel olacaktır.

Burada sorun M tutarını insanlardan toplamaktadır. Beleşçilik yapan birilerinin katkı yapmaması ve maliyetin kişiler arasında nasıl dağıtılacağında anlaşılamaması gibi sorunlar kamu malını gönüllü katılımla sağlamayı güçleştirir. Problemin büyüklüğü kişi sayısıyla ilişkilidir. Küçük gruplarda, her bireyin katkısı sonucu belirleyecek kadar önemli olduğunda, beleşçilik yapan kişi işin yapılmamasına yol açar. Bundan kendisinin de zarar göreceğinin farkında olan kişi üzerine düşeni yapmaya razı gelebilir. Maliyetin kime ne kadar bölüştürüleceği konusunda çıkacak anlaşmazlıklar çözümü uzatsa bile, beklemenin de taraflara bir maliyeti olduğundan çabuk çözüme gitmek herkesin menfaatinedir. Bu durumda projeden daha çok fayda sağlayacak olan ve beklemeye fazla tahammülü olmayanların daha yüksek katılım yapmasıyla, herkesin kabul edeceği bir bölüşüm sağlanabilir. Bölüşüm pazarlıklarında katılımcılarının diğer kişilerin elde edecekleri faydayı bilmemesi gibi asımetrik bilgi problemleri çözümü karmaşıklaştırıp verimsizliklere yol açabilir. Ama bunun da kesin bir engel oluşturmadığını ve verimsizlikleri azaltabilecek mekanizmaların bulunabileceğini araştırmalar gösteriyor (bkz. Mailath ve Postlewaite (1990)).

Büyük gruplarda ise, kendi bireysel katkısının toplama çok az etki edeceğini ve bu yüzden elde edeceği faydanın yapacağı katkıdan neredeyse bağımsız olduğunu gören bencil insanlar maliyetten olabildiğince kaçınmaya çalışacaklardır. İnsanların bu şekilde kendi menfaatini kovalaması, büyük topluluklarda kamu mallarının gönüllülükle sağlanmasını engelleyebilir. Elbette toplumsal faydayı kendi menfaatinin üzerinde tutan fedakar insanların yeterince çok olması durumunda bu da aşılabilir. Dünyada hayırseverlikle yürütülen birçok hizmet var. Ancak kamusal ihtiyaçları karşılamak için insanların hayırseverliğine bel bağlamak gerçekçi bir yaklaşım değil. O yüzden iktisatçılar, insanların menfaatçi davranacaklarını düşünerek mekanizmalar geliştirirler.

Peki kamusal ihtiyaçları karşılamakta gönüllülük neden önemli? Kamusal bir problemde ilk akla gelen çözüm, bir otoritenin el atıp projeyi üstlenmesi, vatandaşların da ödedikleri vergilerle bunu finanse etmesidir. Çevremizdeki çoğu kamu hizmeti bu şekilde sağlanıyor. Burada kamu otoritesinin gerekli tüm bilgilere sahip olduğunu ve toplumun uzlaştığı prensipler doğrultusunda karar alacağını düşünüyorsak, gerçekten üzerinde çok fazla düşünmemize gerek yok. Otorite en iyi çözüm neyse onu uygulayacaktır. Lakin pratikte bu şartların sağlanması kolay değil. Birincisi, otoritenin sahip olduğu bilgi de genellikle tam ve mükemmel değildir. İkincisi, herkesin uzlaştığı bir prensip pek olmaz çünkü toplumdaki kesimlerin farklı tercihleri vardır. Örneğin, A, B, C gibi çeşitli projeler bulunduğunda ve farklı insanlar için bunların önem sırası farklı olduğunda, kamu otoritesinin bunlardan hangisini seçmesi gerektiğinin (şurada açıklamıştık) net bir cevabı yoktur. Otoritenin gerekli kaynağı nasıl toplayacağının da benzer şekilde farklı şekilleri ve güçlükleri vardır. Bunların dışında, bir de kamu yöneticilerinin toplumsal faydadan ziyade kendilerinin veya kayırdıkları kesimlerin menfaatleri kollamaları da yaygın bir durumdur. Bu yüzden, kamusal problemlerin bir otoritenin uygulayacağı bağlayıcı politikalarla çözülmesi de göründüğü kadar basit değildir.

24 Aralık 2024 Salı

Demotivasyon kitabı

"Kalk, çalış, başarısız ol!"; davranış bilimleri ve pazarlama uzmanı akademisyen Behçet Yalın Özkara'nın hayata dair düşüncelerini, kişisel deneyimlerine ve çeşitli bilimsel çalışmalara dayandırarak anlattığı kitabı. Temel olarak, insani kusurlar ve toplumsal adaletsizliklerden dem vuruyor; başarısızlık hayatın parçasıdır ve başarı gibi görünen çoğu şey de yanılsamadır tezini savunuyor.

Ne diyor yazar? Bir zamanlar azmedince her zorluğu aşabileceğine inandığını, hayatında bu olmayınca büyük hayal kırıklığına uğradığını anlatıyor. Fakir olduğu için çektiği zorluklar, arkası olmadığı için akademik başvurularda karşılaştığı engeller ona kendince bir aydınlanma yaşatmış. Başarı hikayeleri anlatanları yalan söylemekle suçluyor. Hayattaki eşitsizliklerin, sonunda kimin başarılı kimin başarısız olduğunun asıl belirleyicisi olduğunu söylüyor.  Büyük başarı hikayelerinin arka planında mutlaka bir ahlaksızlık bulunduğunu savunuyor. Tezlerini çeşitli deneysel çalışmaların bulgularıyla desteklemeye çalışıyor. Sonunda, muhtemelen toplumsal düzeni değiştirecek gücü olmadığı için, kolektif bir çözüm önerisi sunmuyor. Tersine, düzeni olduğu gibi kabul edip okuyucuyu bireysel çıkış aramaya yönlendiriyor. Hayatımıza anlam katacak bir iş tutmamızı ve kendi çizgimizi yaratarak ilerlememizi öneriyor.

Bu bir popüler bilim kitabı mı? Hayır. Yazarı bilim insanı olsa da kitabın merkezinde kişisel deneyimler ve sübjektif fikirler var.  Bilimsel çalışmalara atıf yapılıyor ama anlatılanların hepsi genel kabul görmüş gerçekler mi bilmiyorum. Zaten deneysel bulgular dar bir bağlama ve belli koşullara özgüdür. O yüzden bulgular ile ele alınan durumlar arasında kurulan ilişkilere ve yapılan genellemelere şüpheci yaklaşmakta fayda görüyorum.

Peki bu bir kişisel gelişim kitabı mı? O da pek sayılmaz. Kitabın okuyucuya hayatın gerçeklerini gösterip onu aydınlatma gibi bir iddiası var, evet. Fakat ona daha iyi bir gelecek umudu aşılamıyor, çaba göstermesi için ilham vermiyor, işe yarayacak pek bir somut önerisi de yok. Hatta ümit vermemeye özel çaba gösteriyor gibi. Bir yerde pavyonda çalışıp hayatını düze çıkarmaya çalışan bir kadını anlatırken hikayeyi, hayallerini yaşayacağını pek sanmıyorum diye kapatabiliyor. Bireysel bir çıkış yolu olarak, risk alıp farklılık yaratmaktan bahsetmiş, fakat bununla ilgili verdiği kişisel örnekler de yine sonu başarısız olan hikayeler.

O zaman kitap için ne diyelim? Bence deneme en uygun sınıf. Yazar bakış açısını ve özgün düşüncelerini ortaya koymuş. Çözüm üretemese de bir sorun ortaya atıp bunu tartışmış. Üstelik bilimsel konularda herkesin anlabileyeceği bir seviye tutturup samimi bir dil ve akıcı bir üslupla derdini anlatmış. Okuyucu olarak bende ilgi uyandırıp düşünmeye de sevk etti. Bu çerçevede "başarılı" bir eser denebilir.

15 Aralık 2024 Pazar

EYT'nin maliyetini kim ödüyor?

SGK verilerine göre, EYT düzenlemesinin yasalaştığı 2023 yılında yaşlılık aylığı alan kişi sayısı 2 milyon kişi (yüzde 21) artarak 11.5 milyon olmuş. Önceki yıllarda bu sayı 200 bine (yüzde 2) yakın artıyormuş. Aradaki fark EYT'liler. 

Aynı yıl enflasyonla beraber SGK'nın prim gelirleri yüzde 107 artmış. Emeklilere 2023 yılında yapılan maaş ve sağlık ödemelerinin toplamı da buna yakın, yüzde 106 oranında artırılmış. Eskiden de prim gelirleri harcamalarının yaklaşık yüzde 76'sını karşılıyordu. EYT'den sonra da bunu korumuşlar. Nasıl olmuş? Emekli maaşlarına 2023'te bir önceki seneye göre yüzde 62.5 zam yaparak. Bu resmi TÜFE enflasyonu olan yüzde 64.8'in bile altında. Aynı dönemde Türk-İş'in araştırması bir ailenin asgari gıda harcamalarındaki artışı yüzde 77.5 olarak hesaplamıştı. 

Sonuç? Devlet yeni emekli olanların maaşlarını eski emeklilerin maaşını enflasyona eriterek çıkartmış; SGK'nın gelir gider dengesini korumuş. Denge korunmasaydı da maliyet devlet bütçesinden karşılanarak vergi yoluyla toplum geneline veya borç yoluyla sonraki kuşaklara aktarılacaktı. Ancak yükün toplumun ekonomik açıdan en savunmasız kesimine yıkılması ayrıca önemli bir mesele. Hatırlanacağı gibi EYT düzenlemesi 2023 yılındaki seçimlerden önce yapılmıştı. 2 milyon kişiye maaş bağlayıp 9.5 milyon kişiyi fakirleştiren bir uygulamanın iktidara seçim kazandırabiliyor olması ibretlik.

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Bir para politikası aracı olarak Jedi zihin hilesi

Jedi zihin hilesi (Jedi mind trick), Star Wars kurgusal evreninde "Jedi"ların kullandığı bir tekniktir. Bu teknik, "Güç"ü kullanarak diğerlerinin düşüncelerini ve eylemlerini etkilemeye ve kontrol etmeye yarar. Jedi, genellikle elini sallayarak ve sakin, otoriter bir sesle konuşarak bir fikri ya da emri hedefteki kişinin zihnine yerleştirir. Bu teknik, zayıf iradeliler üzerinde etkilidir, ancak iradesi güçlü olanlar buna direnç gösterebilir.

Para politikasında merkez bankasının sözlü yönlendirme ile enflasyon beklentilerini yönetmeye çalışması, bana Jedi zihin hilesini anımsatır. Merkez bankası, kamuoyunun gelecekteki enflasyon hakkındaki beklentilerini hedefiyle tutarlı hale getirmek için bir iletişim stratejisi izler. Bununla iktisadi aktörleri enflasyonun hedeflenen patikada ilerleyeceğine inandırıp onların harcama, yatırım ve fiyat belirleme gibi davranışlarını istenilen doğrultuda etkilemeyi amaçlar. Bunu başarırsa, örneğin enflasyonun yükseldiği bir dönemde ücret veya kira pazarlığı yapan taraflar daha düşük bir değerde anlaşabilir. Dayanıklı bir tüketim veya yatırım malını değeri artmadan satın almak isteyenler aceleci davranmayabilir. Tasarrufunun değerini korumak isteyenlerin döviz, altın gibi araçlara yönelme isteği azalabilir. Ekonomideki bu gibi davranış değişiklikleri enflasyonun hedeflendiği gibi düşürülmesine yardımcı olur.

Elbette ki sadece insanları ikna etmeye çalışarak para politikası yürümez. Örneğin, yurt içi mal ve hizmet talebinin arzın ötesinde genişleyip fiyatları yükseltmesi, ticaret açığının genişleyip artan döviz talebinin döviz kurunu baskılaması gibi temel problemleri çözmek için, uygun politika araçlarını yerinde kullanarak eyleme geçmek gerekir. Ayrıca, para politikası iletişimi de boş konuşup göz boyayarak olmaz. Hedefe ulaşmak için hangi eylemlerin izleneceği konusunda bilgi verilmesi gerekir. Zaman içinde uygulanan politikaların söylemle uyumlu olması da gerekir ki, insanların merkez bankasına güveni artsın. Yani, sadece enflasyonu düşüreceğini söylemek yetmez; bunun nasıl olacağını insanların aklına yatacak şekilde ortaya koymak ve gereğini de uygulamak gerekir.

Ekonominin durumu ve işleyişiyle ilgili yeterli bilgiye sahip olan ve öngörülerini bunlara dayanarak mantıksal çıkarımla oluşturan kişiler, Star Wars evrenindeki güçlü iradeli karakterler gibidir. Herkes başlangıçta böyle olmayabilir. Ama bizim gibi enflasyonun alım gücünü kolayca erittiği ve serveti el değiştirdiği bir ülkede insanlar uyanık olmak ve politika yapıcıların verdiği mesajlara şüpheyle yaklaşmak zorunda. Bu da iyi niyetle yapılsalar dahi, Jedi zihin hilelerinin başarı şansını zayıflatıyor. 

14 Aralık 2023 Perşembe

Kiralar neden çok arttı?

Son üç senede ev kiraları diğer her şeyden katbekat fazla arttı. Neden? Birçok sebep sayılabilir ve bölgesel olarak farklı etmenler de vardır. Ama bana göre bu genel olarak, uzun dönemli enflasyon beklentisindeki bozulma ve yasal düzenlemelerden kaynaklanıyor.  

Konut kiralama, barınma ihtiyacının karşılanması için sağlanan bir hizmet. Fakat çoğu alışverişten farklı olarak, bu uzun vadeli bir ilişki. Tipik bir kira kontratı yaptığınızda, fiyatı (kirayı) bir sene sabitler, sonraki senelerde belirlenen bir oran üzerinden artırmakta anlaşırsınız. Bununla birlikte, kira artırımı için devlet bir sınır belirler ve kontratta ne derse desin, artış yasal olarak bunu aşamaz. Eskiden bunu TÜFE, ÜFE gibi resmi fiyat endekslerine göre yapıyorlardı. Son iki senedir yüzde 25'lik sabit bir oran uyguluyorlar. Enflasyonun çok altında olan bu oran, sadece o senenin kirasını etkilemiyor. Sonraki senelerin artışları onun üzerine yapılacağından, kiracının kaldığı süre boyunca kirayı piyasadan aşağıda tutuyor. Üstelik yüksek enflasyon ve düşük kira tavanının süresi uzadıkça, kira reel olarak erimeye devam ediyor. Kiracı fedakarlık yapmazsa, ev sahibi yasal olarak kontratın başlangıcından itibaren en az beş sene buna katlanmak durumunda. Beş sene sonunda kiranın yeniden belirlenmesini talep edebilir ve kiracı razı gelmezse dava açabilir. Fakat dava da uzun bir süreç. Dolayısıyla, durumu iyi ve anlayışlı bir kiracıya denk gelmezse, ev sahibi açısından büyük bir maddi kayıp söz konusu.

Beklenmedik şekilde artan enflasyon ve uygulanan tavan fiyat kiracısı olan ev sahiplerini vururken, gelecekteki enflasyona dair beklentilerin bozulması ve belirsizlik ise ev arayan kiracıları vuruyor. Çünkü kiralık evi olan bir kişi zarar etmek istemiyorsa, kirayı ileride serbestçe artıramayacağını hesaba katmak zorunda. Bu durumda rasyonel bir insanın yapacağı şey, piyasada kiraların gelecekte nereye gidebileceğini öngörüp peşinen ona yakın bir kira istemek olacaktır. Bu da kira enflasyonunun öne çekilmesi anlamına geliyor. Kiralar normalde üç beş sene sonra gelmesi gereken yere şimdiden geliyor. Ayrıca, bu öngörüler büyük bir belirsizlik içeriyor. Üç yıl sonra enflasyon yüzde 15 mi, 115 mi olur. Kim öngörebilir? Haliyle, belirsizlik arttıkça risk de artar ve fiyat yükselir. Bu sebeplerden, her şeyin fiyatı ikiye üçe katlanırken, ilanlardaki kira fiyatlarının sekize ona katlanması bence şaşırtıcı değil.

Peki bundan sonra ne olacak? Bu seneki seçimlerden sonra ekonomimizin başına geçenler enflasyonu kademeli olarak düşürmeyi vaat ediyor. Bunda inandırıcı olurlar ve ev sahiplerinin enflasyon beklentileri iyileşirse, kiralar da bundan olumlu etkilenir. Nominal bir düşüş beklemek iyimserlik olur belki ama, en azından kira artışları genel enflasyonun oldukça altında kalabilir. Tabii bu yeni kiralanacak evler için geçerli. Eskiden kiralanmış evlerin piyasaya göre düşük kalmış kiraları, kiracılar değiştikçe veya hukuki süreçler tamamlandıkça yüksek oranlarda güncellenmeye devam edecektir. Bu da geçmiş dönemin enflasyonist politikalarının kiracılara kalan faturası olacak.

27 Haziran 2023 Salı

Gelirler artıyorsa enflasyon hala sorun mudur?

Türkiye'de ücretli çalışanların önemli bir kısmının geliri doğrudan ya da dolaylı olarak asgari ücrete bağlıdır. Temmuz itibarıyla asgari ücret yüzde 34 oranında artırıldı. Sene başında da zam yapıldığı için, bir önceki yıla göre artış oranı yüzde 107 oldu. Enflasyon 2021'in ikinci yarısından itibaren çığrından çıktığından, iki senelik kümülatif artışa bakmak daha anlamlı; o oran yüzde 304 (net asgari ücret 2826 liradan 11402 liraya çıktı). Devletin resmi tüketici fiyat endeksine bakarsak, Mayıs itibarıyla son 12 ayda yaklaşık yüzde 40, 24 ayda yüzde 142 artış var. Resmi endeksi halk içinde güvenilir bulan  zaten yok; devleti yönetenler de muhtemelen seçim dönemi olduğundan kaale almamışlar. Döviz kurlarına bakarsak, daha nereye gider bilinmez ama, bugün itibarıyla son iki senedeki dolar kuru artışı yaklaşık yüzde 200. Yani dolar bazında da asgari ücrette artış var. Elbette zam tarihleri arasındaki sürede reel gelirler eriyor ama sonuçta zam vaktinde düzeltme geliyor. 

Böyle gidecekse enflasyon sorun olmak olmaktan çıkar mı? Hayır. Birincisi, toplumda herkesin geliri aynı oranda artmıyor, geliri enflasyondan az artanlar var ve onların alım gücü erimeye devam ediyor. İkincisi, herkesin gelirinin enflasyonu telafi edecek kadar arttığı bir mekanizma olsa bile, bunun yüksek enflasyonu kalıcı hale getirmek gibi nahoş bir sonucu olur. Çünkü, arz tarafında, ücretler arttığında üretim maliyetleri de artar; talep tarafında, gelirlerle beraber harcamalar da yüksek oranda artmaya devam eder. (Örneğin, tüketicilerin et tüketimi en fazla piyasadaki et miktarı kadar artabilir; onun ötesinde, harcamalardaki artış doğrudan fiyatlara yansıyacaktır.) Üçüncüsü, harcamaların artmasıyla gelen talep yönlü enflasyon başta tatlıdır; tüketimle beraber üretim ve istihdam da artar. Fakat enflasyonu düşürme zamanı geldiğinde, bu sefer talebin kısılması ve üretim ve istihdamdan feragat edilmesi gerekir. Enflasyon yüksek seviyelerde katılık kazandığında, bunun ekonomik ve toplumsal maliyetleri büyür. 

Peki enflasyonu illa düşürmek zorunda mıyız? Enflasyonun zararlarından daha önce (şurada) bahsetmiştik. Günümüz özelinde şunu ekleyebiliriz. Türkiye'de son iki senede sadece yüksek enflasyon yaşanmadı, aynı zaman devlet faizleri enflasyonun çok altında baskıladı. Ucuz kredi dönemi, krediye erişip ihtiyaçlarını giderenlere ve spekülatif yatırımlarla kar kovalayanlara baldan tatlı gelmiş olabilir. Lakin bunun yarattığı sayısız çarpıklık var. Başlı başına bir makale olabilecek bu konuya burada girmeyeceğiz. Ancak şurası açık ki, yüksek enflasyon ve finansal baskılamayla sağlıklı bir ekonomi yaratmak mümkün değil.

1 Nisan 2023 Cumartesi

Şirketler enflasyonun sorumlusu mu?

Ülkemizde enflasyonunun sorumlusu olarak fırsatçılık yapan şirketlerin, özellikle de zincir marketlerin suçlandığını sıklıkla görüyoruz. Bu aslında bize özgü bir durum değil. Bugün dünya genelinde (bizdeki boyutta olmasa da) enflasyon normalin üzerinde. Özellikle ihtiyaç maddelerinin pahalılaşması her yerde toplumsal bir sorun. Bunun sorumlusu olarak en çok suçlanan kesim de büyük şirketler. Şirketlerin fırsatçılık yapıp maliyetlerinin çok ötesinde zamlar yaptığı ve bunun enflasyonun başlıca sebeplerinden olduğuna dair yaygın bir kanı var. Bu ne kadar doğru olabilir? Temel iktisat prensiplerine dayanarak irdeleyelim.

Bir defa, güncel tartışmalarda münferit yüksek fiyat artışları, enflasyon, genel hayat pahalılığı, gelir dağılımı ve yoksulluk sorunları birbirine karıştırılıyor. Bunları ayırmak önemli, çünkü her sorunun çözümü farklı politikalar gerektirir. Tüketici enflasyonu, toplumun genel tüketim kalıplarına göre ağırlıklandırılmış bir fiyat endeksinin, (ay, yıl gibi) bir dönemdeki değişim oranını ifade eder. İdeal koşullarda bu oranın düşük bir değerde sabitlenmesi, yani genel fiyat seviyesinin makul ve istikrarlı bir hızla artması arzu edilir. Ücret, kira, kar gibi gelir kaynakları da buna paralel arttığında, toplam üretim, tüketim, tasarruf gibi makroekonomik büyüklüklerin reel karşılığında ve gelir dağılımında bir değişiklik olmaz. Enflasyonun yükselmesi, yani genel fiyat artışının hızlanması, reel ekonomide ve gelir dağılımında bozulmalara yol açtığından (daha önce şurada yazmıştık) arzu edilmez. Bununla birlikte, tüketici fiyatları ve gelirlerle ilgili sorunlar enflasyonun yükselmesinden ibaret değildir. 

Konumuzla ilgili olarak, bir piyasada rekabet eksikliği varsa, fahiş fiyat ve kar gibi sorunlar ortaya çıkar. Bu, enflasyon olmasa da, hatta ülke ABD mertebesinde zengin veya AB gibi sosyal adaletçi olsa da böyledir. Bir şirket rekabetçi piyasada 100 liraya satabileceği bir malı 150 liraya satıyorsa, rekabet eksikliğinden 50 lira rant sağlıyor demektir. Ülke makroekonomik açıdan çok istikrarlı olsa, malın satış fiyatı sabit kalsa bile, ürün satıldıkça tüketiciden şirket sahiplerine sürekli bir gelir transferi olur. Ayrıca, yüksek fiyat ürünün üretim ve tüketiminin etkin seviyesinden düşük olmasına yol açar. Elbette makroekonomik koşulların enflasyonist veya dezenflasyonist olmasına göre, kar marjları ve verimsizliklerin toplumsal maliyeti artıp azalabilir. Ama sorun konjoktürel dalgalanmalar değil. Rekabet koşullarını ülkede enflasyon olsa da olmasa da iyileştirmeye çalışmak gerekir.

Peki şirketlerin kar marjlarındaki değişimler enflasyona katkı yapar mı? Her şeyin fiyatının çılgınca arttığı zamanlarda çevremde en çok duyduğum şikayetlerden biri, "artık neyin pahalı neyin ucuz olduğunu anlayamıyorum" şeklindeydi. Böyle zamanlarda bir malın fiyatını yüksek gördüğümüzde, maliyeti yüksek olduğu için mi, diğer mallardan daha üstün olduğu için mi, diğerlerinden erken zamlandığı için mi, yoksa satıcı karambolde fiyatı şişirdiği için mi böyle bilemeyiz. Satıcı fiyatı şişirmese bile, fiyatların alıcı için oluşturduğu sinyallerin bozulması enflasyonunun yarattığı önemli sorunlardandır. Bunun üzerine bir de fırsattan istifade etmek isteyenlerin olması enflasyonu hızlandırabilir gerçekten. Ama bunun sürekli olması ve kalıcı bir enflasyon yaratması mümkün değil. Çünkü bir şirket tekel bile olsa, bir noktadan sonra satışları fazla düşeceğin fiyatlarını onun üzerine çıkarmak istemez. Dolayısıyla, fiyatlar sürekli yüksek hızda artıyorsa, hiperenflasyon dahi olsa, bunu yaratan sebep fahiş fiyatlama olamaz.

Son olarak, şirketleri suçlama kolaycılığına karşı da dikkatli olmak gerek. Her insanın bir sebepten bazı şirketlere veya genel olarak ekonomik düzene karşı tepkileri vardır. Bunu kullanıp suçu onlara yıkmaya çalışmak, her ülkede yöneticilerin sıkıştıklarında başvurduğu bir yöntem. Siyasi popülizme karşı uyanık olmak, sorunlara nesnel yaklaşıp sebeplerini anlamak bize düşüyor. 

19 Kasım 2022 Cumartesi

Nasıl zengin olunur?

Yaygın önyargının aksine, iktisat çok para kazanmaya yarayan bir alan değildir. Bir makroekonomist döviz kurlarının, faizlerin, varlık fiyatlarının nasıl belirlendiği ile ilgili çok şey bilir, ama bildikleri fiyatların ne zaman düşüp ne zaman yükseleceğini isabetli olarak tahmin etmeye yetmez. Mikroekonomist de çalıştığı alandaki iktisadi yapılar ve ilişkiler konusunda uzmandır, fakat bunun kar getiren bir girişim yaratmak ve yönetmekle doğrudan ilgisi yoktur. Yüksek gelir ve rant sağlayan koşulları bulmak ve bunlardan faydalanmak başka özellikler, bilgi ve beceriler gerektirir. İktisat en fazla bunların ne olduğunu tespit etmeye yarar. 

Zenginleşmeyi toplumsal ve bireysel olarak ikiye ayırabiliriz. Birincisi genel iktisadi kalkınmayla ilgili. Kalkınmanın ilk aşamalarında (piyasaların işlemesi, kamu yatırımlarının yapılması, makroekonomik politikaların uygulanması için) temel iktisadi kurumları oluşturan, (işgücü, sermaye, arazi gibi) üretim faktörlerini en üretken alanlara yönlendiren, sermaye birikimini sağlayan, eğitim yoluyla işgücüne nitelik kazandıran; sonraki aşamalarda ise teknolojik gelişme ve verimlilik artışı yakalayan ülkeler topluca zenginleşir. Petrol, doğalgaz, tarihi ve doğal varlıklar gibi kaynaklar da kamu yararına çalışan istikrarlı siyasi yapılara sahip ülkelerde toplumsal zenginliğe katkı yapar.

Bireysel zenginleşme ise iktisadi eşitsizliklerle ilgili. Kişisel gelirlerin, servet ve tüketimin toplum ortalamasından ayrışmasıyla eşitsizlik ortaya çıkar. Ortalamadan daha zengin olmak için avantajlı özelliklere sahip olmak veya farklı davranışlarda bulunmak gerekir. En başta, içine doğduğumuz çevre gibi değiştiremediğimiz şeyler önemlidir. Zengin bir aileye doğarsak, hayat boyu zengin yaşama ihtimalimiz de yüksektir. Doğuştan üstün niteliklerimiz (zeka, iletişim becerileri, sanatsal ve sportif yetenekler vb.) varsa veya gençlere (kendini geliştirmek, doğru ilişkiler kurmak, yatırımlara finansman bulmak gibi) fırsatlar sunan bir çevrede yaşıyorsak, çaba göstermek ve doğru kararlar vermek şartıyla, sonradan da zengin olma şansımız olabilir. Bunun yanında, bilerek veya bilmeyerek fazla riskler almak, sonuçta başarılı olan azınlığa çok kazandırabilir, fakat başarısız olanları da fakirleştirir. Bunların dışında, (bir kamu yatırımı nereye yapılacak, hangi şirket yüksek kar açıklayacak gibi) ekonomik değeri olan özel bilgilere, (eksik rekabet, yasal imtiyazlar vb. sebebiyle) bir piyasada hakim konuma, (ihale almak, sübvansiyonlu kredi kullanmak gibi) kamu otoritesi tarafından sağlanan ayrıcalıklara sahip olanlar da, bedeli toplumun kalanı tarafından ödenmek üzere rant sağlarlar.