5 Eylül 2020 Cumartesi

Kamu tercihi teorisi ve milli irade

Siyasette milli irade veya halk iradesi lafını seçim zamanı çok duyarız. Bununla, toplumun kendisini yönetecek kişileri adil şekilde seçtiği anlatılmak istenir. Benzer şekilde, ekonomik konularda kamu yararı, adalet meselelerinde kamu vicdanı ifadeleri de yerleşmiştir. İlki bir ekonomik kararın toplumun geneline fayda sağlamasını, ikincisi adli bir kararın toplumda adil bulunup bulunmamasını ifade eder. Hepsinin ortak özelliği, toplumun kişileştirilmesidir. Yani, nasıl rasyonel bir birey seçeneklerini değerlendirip bir karar veriyorsa, toplumun da bunu yapabileceği kabul edilir. İki seçenekten oluşan durumlarda, örneğin bir mahkeme kararının haklılığı konusunda veya evet/hayır şeklinde bir referandum olduğunda, bu geçerli olabilir. Fakat seçeneklerin çok olduğu karmaşık meselelerde, bunları sıralayıp rasyonel bir toplumsal tercih oluşturmak ve buna göre karar almak hiç de kolay değildir. Hatta demokratik bir toplumda her durumda bunu sağlayacak ideal bir seçim sisteminin olmaması, iktisat, siyaset bilimi ve felsefenin kesişimindeki kamu tercihi teorisi (public choice theory) alanının en önemli sonucudur. Arrow'un imkansızlık teoremi ile Gibbard–Satterthwaite teoremi bunu formel biçimde göstermiştir.

Düşünsel bir örnek ele alalım. Diyelim ki bir yere elektrik üretmek için nükleer santral kurulması önerilsin ve karar toplumun genel eğilimine göre alınacak olsun. Santral kurulursa ülkenin önemli bir enerji ihtiyacı karşılanacak. Elektrik bollaşıp ucuzlayacak. Fakat nükleer santralın güvenlik riskleri insanları tedirgin edecek. Sonuçta seçenekleri değerlendiren insanların bir bölümü santralın yapılmasından yana olacakken, kalanı buna karşı olacaktır. Pratikte referandum mu yaparlar, anket mi, yoksa siyasetçiler sahaya inip havayı mı koklar önemli değil. Çoğunluğun ne istediğini biliyorsak, demokratik bir toplumda o kararın alınması en doğal sonuçtur.

Şimdi araya üçüncü bir seçenek koyalım. Nükleer santral yerine, termik santral de kurulması mümkün olsun. Bu durumda yine elektrik üretilecek ve güvenlik riski de olmayacak, ama termik santralın dumanı doğaya ve insan sağlığına zarar verecek. İnsanlara tercihleri sorulduğunda 6 farklı şekilde sıralama yapabilirler. Nükleere N, termiğe T, hiçbir şeye H diyelim ve tercih sırasını > işaretiyle ifade edelim. Yani enerji olsun ve mümkünse dumansız olsun diyen biri, (1) N>T>H diyecek. Bunun dışındaki olası sıralamalar: (2) H>N>T, (3) T>H>N, (4) N>H>T, (5) H>T>N ve (6) T>N>H. Basit olsun, son üç sıralamayı kimsenin seçmeğini varsayalım. İlk 3 sıralamayı seçenlerin oranı ise %45, %35 ve %20 olsun. Bu durumda ikili olarak bakarsak, (1) ve (2) diyenler için N>T oluyor; ikisinin oranlarını toplarsak, toplumun yüzde 80'i nükleer enerjiyi termik santrale tercih ediyor. (1) ve (3)'te T>H oluyor; yani, toplumun yüzde 65'i termik santralı hiçbir şeye tercih ediyor. (2) ve (3)'te H>N oluyor; demek ki, toplumun yüzde 55'i hiçbir şey yapılmamasını nükleer santrale tercih ediyor.

İktisat teorisindeki en temel varsayım, rasyonel bir bireyin bir A seçeneğini B'ye ve B seçeneğini C'ye tercih ediyorsa, A seçeneğini de C'ye tercih edeceğidir. Yukarıdaki örnek bize gösteriyor ki, bireylerin tercihlerini toplayıp toplumsal bir tercih sıralaması elde etmeye çalıştığımızda bu böyle olmayabiliyor. Dolayısıyla, ikiden fazla seçenek varsa, kendi içinde tutarlı bir toplumsal iradeden bahsetmek mümkün değil. Bu sebeptendir ki, seçim sonuçları aslında seçmen tercihlerinden çok belirlenen sisteminin sonucudur. Yukarıdaki örnekte, termik santralı işin içine katmayınca, çoğunluk nükleer enerjiye karşı çıkıp santral yaptırmıyor. Oysa gündemi belirleyen taraf (siyasetçi, medya ya da sivil toplum, kim baskınsa) önce termik santral yapılmasını ortaya atsa ve nükleerden hiç bahsetmese, insanların %65'i bunu destekleyecek. Sonraki aşamada nükleer santralı alternatif olarak ortaya atar ve tercihi termik ve nükleer arasında yaptırırsa, bu sefer %80 ile çoğunluk sağlayarak nükleer santral yaptırabilir.

Kamusal kararların alındığı sistemlerinin hepsi kusurludur. Dolayısıyla basit durumlar hariç, sık sık çarpık sonuçlar görürüz. Siyasi seçimleri düşünelim. Çok sayıda adayın katıldığı ve seçmenin tek bir adaya oy attığı tek turlu klasik bir seçimde (örneğin bizdeki belediye seçimlerinde), çoğunluğun en az istediği aday, diğer adayların oyları bölünmüşse az sayıda oyla birinci gelebilir. 1994'te Recep Tayyip Erdoğan %25 oyla İstanbul'a belediye başkanı olduğunda, buna benzer şekilde merkez partilerdeki bölünmüşlükten yararlanmıştı. Bu durum (bugünkü cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki gibi) iki turlu bir seçim yapıldığında engellenir. Fakat stratejik aday belirleme ve oy kullanma gibi, başka problemler engellenemez. Bunun örneklerini son yıllarda Türkiye'de hemen her seçimde görüyoruz. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ın klasik CHP'li politikacılar olmadığı açık. Ama sağ seçmenden de oy alabilecekleri için, parti yerel seçimlerde onları aday gösterdi ve sol seçmen de onlara oy verdi. Sonuçta, seçenin birinci tercihi olmayan adaylar seçimi kazanmış oldu.

Toplumu ilgilendiren böyle çetin meselelerle uğraşan kamu tercihi teorisi, sosyal bilimlerin belki de en soyut ve matematiksel alanıdır. Öte yandan siyasi sistemi son yıllarda büyük değişim yaşayan ülkemizde bu konular bambaşka bir şekilde ele alınıyor. Güncel hesaplara, çıkar çatışmaları ve pazarlıklara göre belirlenen bir sistem daha çok değişir.

Hiç yorum yok: