29 Aralık 2019 Pazar

Turbo devletçilik

Ülkemizde kalkınma odaklı büyük projelerle özdeşleşen ve bu uğurda iktisadi sisteme müdahale etmeyi görev kabul eden bir siyasi iktidar var. Bu projelerin içinde yol, köprü, hastane, havaalanı gibi, (çoğunun yapımını ve işletmesini özel sektör üstlense de) aslen kamu malı olan inşaat yatırımları ağırlıkta. Bunların yanında devlet birçok sektöre teşvikler, krediler ve yasal düzenlemeler gibi araçlarla yön veriyor. Mali sektör, reel sektörü ve devleti olabildiğince uygun şartlarda finanse etmesi için sıkı denetim altında. Ayrıca devlet muhtelif sebeplerle oluşan toplumsal muhalefeti bastırıyor ve böylece ülke kaynaklarının daha rahat kullanılmasını sağlıyor. Özetle günümüz Türkiye'si, iktidarın hedefleri doğrultusunda hızla kalkınmak için yoğun devlet müdahalesi uygulanan bir düzene sahip.

Kamu malı özelliği taşıyan harcamaların piyasa şartlarında yeterince yapılamaması, en temel piyasa başarısızlıklarındandır. Böyle bir durum varsa, devlet doğrudan ya da dolaylı olarak bu yatırımların yapılmasını sağlamak durumunda. Örneğin, projeler tek tek tartışılabilir ama, Türkiye genelinde havaalanları yapılması, gerek yurtiçi yolcu taşımacılığına, gerekse dış turizmin gelişimine önemli katkı yapmıştır. Öte yandan piyasanın çözemediği iktisadi sorunların devlet müdahalesiyle otomatik olarak çözüleceğini varsaymamalıyız. Hatta kimi ekonomik kararların toplumun genelinin faydasına değil de, iktidara yakın veya lobisi kuvvetli kesimlerin dar çıkarlarına hizmet edebileceğini de dikkate almalıyız. Dolayısıyla, ülkemiz kaynaklarının kullanımını belirleyen her tür politika sorgulamaya açık olmalı.

Daima hatırlamamız gereken şey, ekonomide kaynakların sınırlı olduğu ve bu yüzden tercih yapmanın gerektiğidir. Mesela devlet desteğiyle bir otomobil markası yaratılacaksa, burada önemli olan bunu gerçekleştirmek için nelerden feragat edileceği ve buna değip değmeyeceğidir. Bu marka uzun vadede destek olmadan uluslararası rekabette ayakta durabilecek mi? O sektörde ve tedarik zinciri boyunca diğer yurtiçi sektörlerde yeni iş olanakları ve kalıcı istihdam yaratacak mı? Teknolojik gelişme ve yenilik üretimine yol açacak mı? Yoksa ekonomik getirisi şüpheli olsa da kitleleri heyecanlandırıp kenetlemek için büyük maliyetlere katlanmaya değer mi? Bunlar uzun uzun düşünülmesi, çalışılması ve tartışılması gereken sorular.

Ülke kaynaklarının nasıl kullanılması gerektiği konusunda herkesin farklı fikri olabilir. Ülkemizdeki en önemli eksiklik, ortaya atılan projelere veya (ihale yöntemleri gibi) gerçekleştiriliş şekillerine itiraz hakkının oldukça kısıtlanması. Örneğin çoğu inşaat projesi doğaya vereceği zarar sebebiyle az ya da çok tepki görüyor. Elbette kalkınmadan da vazgeçemeyeceğimize göre, çevre hassasiyetlerini ve kalkınma ihtiyacını bir şekilde dengeleyebilmeliyiz. Demokratik toplumlarda siyasetçilerin ve toplumsal kesimlerin dahil olduğu tartışma, müzakere, demokratik eylem, yargı yolu gibi süreçlerle bu kararlar alınıyor ve uygulanıyor. Bizde ise geleneksel medyada dengeli bir tartışma ortamı kalmadı. İtiraz etmek olağan bir hak olarak görülmüyor ve ihanet suçlamasına varan ölçüsüz tepkiler doğurabiliyor. Hele protesto için bir yürüyüş falan düzenleseniz engellenebilir, göz altına dahi alınabilirsiniz. Yargı ise nadiren idarenin aleyhinde karar alabiliyor.

Ülkeyi yöneten siyasi irade elbette çoğunluğun desteğiyle iktidara geldi, fakat bireylerin ve azınlık grupların seslerini duyurma ve haklarını arama imkanının kısıtlanması da ciddi bir özgürlük ve adalet problemi. Dahası, ömrü çok uzun olan, kamuda büyük finansal yükümlülükler yaratan, hatta (Kanal İstanbul gibi) kimisi coğrafyayı ilelebet değiştirecek projelerde sadece bugünkü kuşakların değil, daha doğmamış kuşakların da hakkını düşünmek zorundayız. Biz bu dünyadan göçeceğiz ama bu yapılar etkileriyle beraber kalacak. Bugün öngöremediğimiz olumsuz sonuçlar doğarsa, o zaman bunun hesabını kim verecek? Dolayısıyla, bugün önceliğimiz hızlı karar almaktan ziyade, toplumun tüm kesimlerinin görüşlerini dikkate alarak sağlam adımlar atmak olmalı.