19 Nisan 2020 Pazar

Mükemmel fırtına

Koronavirüs salgını insan sağlığının yanında ekonomilere de büyük zarar verdi. Geçen hafta 2020 Dünya Ekonomik Görünüm raporunu yayımlayan IMF, dünya ekonomisinin bu yıl yüzde 3 küçüleceğini tahmin etti. IMF, Türkiye'nin de bu sene yüzde 5 küçülmesini bekliyor. Bu karamsar mı, yoksa iyimser mi? Bu durumda ne yapılabilir? Bakalım.

Türkiye genelinde dükkanlar kapandı, birçok fabrika üretime ara verdi, şehirlerarası ulaşım durdu, kısmi ve geçici sokağa çıkma yasakları bile uygulandı. Ekonomik faaliyetlerdeki azalma gözle görülür olmaktan da öte, can acıtıcı düzeyde ve bu durum bir süre daha böyle gidecek. Ekonomistler üretim girdilerinden elektrik tüketimine bakıp yaklaşık yüzde 15 düşüş tespit ediyorlar (bkz.). Bunun nasıl devam edeceğini ve sonuçta katma değere tam ne kadar yansıyacağını bilmiyorum, fakat bu yılın ikinci çeyreğinde (Nisan-Haziran döneminde) ekonominin çok sert bir küçülme yaşayacağı kesin. Yılın dörtte biri böyle olduktan sonra, yılın tamamında yüzde 5 küçülmek demek, bundan sonra toparlanma olacak demek aynı zamanda. Üstelik IMF seneye de Türkiye için yüzde 5 oranında fena olmayan bir büyüme bekliyor. Çok coşkulu değil ama kötümser de değil, ümit verici öngörüler bunlar. Acaba bu ümit gerçekçi mi?

İnsanlar ise gidemediği, alışveriş yapıp talep yaratamadığı için oluşan ekonomik kayıp, engellerin azalmasıyla telafi edilmeye başlanacak. IMF tahmininin altında, salgının dünyada birkaç ay içinde gerilemeye başlayacağı varsayılıyor. Böyle olmazsa ne olur? IMF'nin alternatif senaryo tahminleri de var ama yazıyı sayılara boğmayalım. Özeti, salgın sürdükçe ekonomik daralmanın da derinleşeceği, hatta gelecek yıla da sarkabileceği söyleniyor. Yani, ihtiyatlı olacaksak hem sağlık açısından hem de iktisadi açıdan baz senaryodan daha kötüsüne de hazır olmalıyız.

Bu hastalık toplum bağışıklık kazanana kadar hayatımızdan çıkmayacak. Bu da ya aşı bulunup yaygın şekilde uygulanana ya da herkes hasta olana kadar devam edecek. Başta önlem alınamadığından salgın hızlı yayıldı. Şimdi uygulanan katı önlemlerle, hastalık geriletilmeye ve kontrol edilebilir düzeye indirilmeye çalışılıyor. Benim anladığım, makul bir noktaya gelince  (seyahat, sokağa çıkma yasağı gibi) makro ölçekli tedbirler yavaş yavaş kaldırılacak, mikro tedbirlerle mücadele edilmeye çalışılacak. Daha çok test yapıp belirti gösteren ya da göstermeyen tüm hastaları çabuk tespit etmek, salgını köşe bucak takip etmek ve tespit edildiği yerde izole etmek gibi hummalı bir çabaya girişilecek. Bu arada yeni hastane, ekipman ve tıbbi malzeme için yatırım da yapılıyor. Bir yandan bilim adamları tedavide faydalı olacak yöntem ve ilaçlar üzerinde çalışıyor. Sonuçta, sağlık sisteminin kapasitesi ve etkinliği artıp daha çok insanı tedavi eder duruma geldiğimizde, hastalıktan da eskisi kadar korkmayacağız. Belki bir zaman sonra onunla yaşamaya da alışacağız. O zaman katı kısıtlamalara da gereksinim duymayacağız.

İşin uzmanı olmadığım için sağlık krizinin kolaylıkla aşılıp aşılmayacağını bilmiyorum. Bildiğim, bunun başarılmasının ekonomik sıkıntıları gidermek için de gerekli olduğu. Fakat maalesef bunun yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Salgın yüzünden işletmelerin zor duruma düşmesi, çalışanların işsiz kalması, fakirin daha da fakirleşmesi büyük ekonomik ve sosyal sorunlar yaratıyor. Devlet bu sorunları hafifletmek için tedbir almak durumunda ve alıyor da. Bunun maliyeti ise doğrudan veya dolaylı olarak herkese çıkacak. Buna önceki yazımda değinmiştim (bkz.). O günden beri geçen sürede ekonomi yönetiminin politika tercihleri de belirmeye başladı. 

Ekonomide otomatik dengeleyici görevi yapan mekanizmalar vardır. Örneğin, gelir ve tüketim düştüğünde haliyle bunlar üzerinden insanların ödediği vergi de azalır. Çalışanlar işsiz kaldığında ya da dara düştüğünde, işsizlik sigortası ve çeşitli sosyal destek mekanizmaları devreye girer. Bunlar yeterli gelmediğinde devlet aktif olarak destekleyici politikalar da uygular. Nitekim bizde de böyle oldu ve 100 milyar TL (milli gelirin yaklaşık yüzde 2-2.5'i) büyüklüğünde bir ek mali paket açıklandı. Bununla özel sektörün vergi borçları ötelendi, kredi imkanları arttırıldı, çeşitli sosyal destekler genişletildi. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında bizdeki mali paket çok büyük değil (bkz.). Ayrıca içerik olarak da hibeden çok borç sağladığı için, faydalananlara geçici ve sınırlı bir destek veriyor. Bu da kamunun finansman sağlamada yaşadığı zorlukların mali genişleme konusunda kısıtlayıcı olduğunu gösteriyor. 

Kamunun finansmanında merkez bankası kaynakları daha çok kullanılmaya başlandı. Merkez bankası piyasadan hazine menkul kıymetlerini satın alırken (bkz.), para tabanı da hızla genişliyor (bkz.). Tabii mesele kamunun finansmanıyla bitmiyor. Bir yandan kredilerin de genişlemesi, böylece bankaların özel sektörü bol ve ucuz krediyle desteklemesi isteniyor. Bu da para arzında daha hızlı bir büyüme demek. Merkez bankası, BDDK ve kamu bankaları eşgüdüm içinde kredileri genişletmeye çalışıyor. Özel bankalarsa batık kredilerin artacağı böyle bir ortamda kredi vermeye istekli olmayacaklardır. Fakat regülasyonu devlet yaptığından (bkz.), özel bankalar da ileride daha çok risk almak durumunda kalabilirler. Bu gelişmelerin döviz kuru üzerindeki yansımalarını hemen gözlemleyebiliyoruz. Büyüme, enflasyon, finansal istikrar gibi konulardaki sonuçlarını ise zamanla göreceğiz.

Uluslararası iktisattan biliyoruz ki, açık ekonomilerde parasal genişleme döviz kurunda yükselişe sebep olur. Ülkenin döviz rezervleri varsa, piyasaya döviz satılarak kur artışı bir süre engellenebilir. Fakat rezervler yetersizse, sonunda ya döviz kuru serbest bırakılır ya da dışa açıklıktan feragat edilir (bkz.). Bizde arada bir şeyler yapılıyor. Bir yandan döviz piyasasına müdahale ediliyor, bir yandan bankaların para takası (swap) gibi araçlarla yurtdışıyla yaptıkları vadeli işlemler kısıtlanıyor, bir yandan da döviz kurunun yavaş yavaş yükselmesine izin veriliyor. Serbest bıraksak kur gidecek ama yapamıyoruz, çünkü hem enflasyon patlar hem dövizle borçlu olan birçok firma batar. Ama kuru durduramıyoruz da çünkü parasal genişleme uyguluyoruz ve döviz rezervimiz de yeterli değil.

O zaman bu durumdan nasıl çıkacağız? Başta dedik, önce sağlık krizini çözüp ekonomiyi tekrar açmanın yolunu arayacağız. Üretmeden refah artmaz. Sonra, ümit edildiği gibi hastalık yılın ikinci yarısı geriler ve küresel büyüme toparlarsa, işler bizim için de kolaylaşır. Büyük ekonomilerde çok büyük parasal ve mali teşvikler verildi. Beklentiler iyileşince, kötüleşirken olduğu gibi, yine ilk tepkiyi finans piyasaları verecektir. Dolayısıyla o safhaya, reel ekonomi çok zarar görmeden ve makroekonomik dengeleri çok bozmadan girersek, dış finansmanın bollaşıp ucuzlamasıyla bu krizden çıkabiliriz. O zaman uygulanan parasal genişlemeyi geri almak imkanı da doğabilir. Sanırım, ekonomimizi yönetenlerin planı ve ümidi de buna benzer bir şey.

Buradaki şartlar sağlanmaz ve işler daha kötüye giderse ne olur? O zaman bir noktada IMF'den destek isteyebiliriz. IMF salgın sebebiyle bir miktar krediyi (bize 7-8 milyar dolar düşüyor) sorgusuz sualsiz vermeye hazır.  Daha büyük bir kredi içinse, tarafların üzerinde anlaşacağı bir program uygulamak gerekir. Bu ekonomiyi yönetirken hükümetin elini bağlayacağından şu ana kadar tercih edilmedi. Ayrıca IMF'den destek istemek utanç verici bir şey gibi algılanıyor. Yine de şartlarda anlaşılırsa ya da ekonomik zorluklar mecbur bırakırsa, bu yola girilebilir.

Sorun şu ki, IMF kredisi dış finansman ihtiyacımızın tamamını karşılayacak kadar büyük olmayacak. Devletin ve özel sektörün vadesi gelen dış borcunu çevirmek ve ekonominin büyümesini sağlayacak kadar cari açık yaratabilmek için hala küresel piyasalardan sermaye çekebilmemiz gerekecek. Küresel ekonominin iyileştiği bir ortamda, IMF'nin varlığı yabancı yatırımcılara güven verip bunu kolaylaştırabilir. Ancak dünya ekonomisinin düzelmediği bir ortamda, yanımızda IMF de olsa bunu başarmamız zor.

Dünya ekonomisindeki daralma uzun sürerse, o durumda finansman zorluğunun yanında, ihracat ve turizm gelirlerimizde azalma da bizi olumsuz etkiler. Ödemeler dengesi krizine yol açabilecek öyle bir ortamada, sermaye kontrolü uygulamak (yabancı sermayenin çıkmasını engellemek) gibi alışılmadık önlemler almamız gerekebilir. Alışılmadık dedim ama, bugün Türkiye'de bankaların yabancılarla vadeli döviz işlemleri kısıtlanarak, sınırlı bir alanda sermaye hareketi engelleniyor. Dünyada da gelişen ülkelerin sermaye giriş çıkışlarına kapsamlı sınırlamalar getirmesi, son dönemde uluslararası platformlarda daha güçlü dillendirilen bir konu (örneğin bkz.). Bu konuda tutucu bir kurum olan IMF bile, kriz riski varsa bu tip politikalara geçici olarak onay verme noktasına geldi (bkz.).  Elbette her şeyin olduğu gibi sermaye kontrolünün de maliyetleri var. Fakat zorda kalınırsa IMF programı kapsamında bile böyle kısıtlamalar görebiliriz. (Hatta illa uygulanacaksa, bunun bir program kapsamında yapılması daha faydalı olur. Çünkü bir defa, IMF kredisi zor durumda biraz nefes aldırır. İkincisi, IMF'nin küresel ekonomideki itibarı yüksek olduğundan süreci yönetmek ve sonrasında normale dönmek daha kolay olabilir.)

Sonuç olarak, bir doğal afet yaşadık ve bu bir süre hem sağlığımızı hem de ekonomik refahımızı olumsuz etkileyecek. Bu dönemde kamu politikalarının önceliği, sağlık krizini çözüp duran ekonomik faaliyetleri başlatmak ve ihtiyaç sahiplerine sosyal destek vermek olmalı. Bundan kaynaklanan mali yükün de borçlanarak, mümkünse de IMF'nin de desteğiyle dışarıdan karşılanması en ideal seçenek gibi görünüyor. Sabırlı olmak ve rasyonel politikalar uygulamak bugün her zamankinden daha önemli.