27 Haziran 2016 Pazartesi

Brexit notları

Birleşik Krallık'taki AB referandumu hakkında okuduklarımdan ve dinlediklerimden yararlanarak kendim için notlar çıkardım. Faydalı olabilir düşüncesiyle burada da yayınlıyorum.
 
*Ne oldu? Başbakan David Cameron partisinin içinde ve dışında AB karşıtı kesiminin güçlenmesine karşı siyasi bir hamle olarak referandum yapacağını vaat etmişti. Geçen seneki seçimleri kazanmasının ardından, çok gecikmeden vaadini yerine getirmeye kalktı. Zira kendisi her şeye rağmen AB'de kalma yanlısıydı ve (mülteciler meselesi, göç gibi) zaten yeterince çetrefilli olan sorunlar daha da büyümeden bir an önce referandumu yapmak istedi. Kendisi süreçte kalma yönünde propaganda yaptı ama başarısız oldu. Sonuçta yüzde 48'e karşı 52 oyla ayrılma yanlıları galip geldi.
 
*Bundan sonraki süreç nasıl işleyecek? İngilizler AB'yle oturup çıkış müzakereleri yapacaklar; birlikle siyasi ve ekonomik ilişkilerin nasıl devam edeceğine karar verecekler. İngilizler ayrıca AB dışındaki ülkelerle de teker teker ilişki kuracaklar. Süreç muhtemelen birkaç sene sürecek ve sancılı geçecek. Almanların daha önce borç mevzusunda Yunanistan'a yaptıkları gibi, ibret-i alem için işi yokuşa sürmeleri de pek ala mümkün. 

*Vazgeçilebilir mi? Teknik olarak referandumun bağlayıcılığı yok, sadece halkın eğilimini ortaya koyuyor. Parlamento referandum kararını geçersiz kılan bir karar alabilir ya da gelecekte konu tekrar halk oyuna sunulabilir. Ancak AB karşıtları bu kadar güçlü olduğu sürece bunun yapılması düşük ihtimal.

Bir an yeniden oylama yapıldığını ve bu sefer 52-48 kalma sonucu çıktığını düşünelim. Bu halkın yarısının AB karşıtı olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Böyle olduğu müddetçe marjinal siyasi görüşler toplumda karşılık bulacaklardır. Yarın öbür gün faşist bir parti çoğunluğu ele geçirse seçimler mi iptal edilecek? O yüzden mesele çoğunluğu ele geçirip toplumun kalanına istediğini kabul ettirmek değil, onların derdine derman olabilmek. Tabii, müzakere sürecinde AB İngilizleri memnun edecek ödünler verip onları çıkmaktan vazgeçirse başka. Ama yaparlar mı bilmiyorum. 

*Kitleler niye AB'den çıkmak istiyor? Dünyanın bir çok yerinde küreselleşmeye, uluslarüstü/uluslararası kurumlara, ulusal egemenliğin zayıflamasına tepki var. İngiltere'deki durum da böyle.

Öncelikle ekonomik gerekçeler var. Gerek mal ve hizmetlerin, gerekse sermaye ve işgücünün daha serbest dolaşmasının genel ekonomik refaha büyük faydaları var. Ancak bu faydalar toplum içinde eşit olarak dağılmıyor, hatta kimi gruplar nette zarara uğruyor; ya da en azından insanlar böyle algılıyor.

Orta yaşlı bir çalışan düşünelim. En büyük kaygısı nedir? İşini kaybedip niteliklerine uygun yeni iş bulamamak ve hayat standardının düşmesi. Çalıştığı sektör yabancılarla rekabet edemediği için yok olan, patronu üretimi Polonya'ya taşıyan, başvurduğu işe ise onun yerine Polonyalı göçmen alınan İngiliz çalışan bu durumdadır. Bu riske karşı insanları ulus devlet koruyabilir, AB koruyamaz. İnsanların siyasi ve hukuki taleplerine göre aksiyon alan kurumlar ulus devlette vardır. İngiltere gibi demokrasinin, hukukun, serbest piyasanın beşiği olan bir ülkede hayli hayli vardır. AB ise yarım yamalak devlet yapısı ve ülkeler arası çıkar çatışmalarıyla, dertlere deva olacak bir halde değil. Hatta AB kanunları bağlayıcı olduğundan, ayrılıkçı İngilizler AB'yi sorunların parçası olarak da görüyor. Dolayısıyla, risk altındaki insanlar devletlerine sarılırken; birliğin sunduğu fırsatlardan yararlanan (iş dünyası, finansçılar, azınlıklar, gençler gibi) kesimler AB'den yana tavır alıyor.

Ekonomik gerekçelerin yanında siyasi ve kültürel gerekçeler de var. En başta, göç. Göçün ekonomik sonuçlarının yanında, göçmenlerin geldikleri topluma uyum sağlamaları da büyük problem; hele ki kültürler arasında büyük fark varsa ve yabancılar kitleler halinde geliyorsa. Sonra, göçle de ilişkili olarak, artan terör tehlikesi var. AB bu konularda da İngilizlerin derdine derman olamıyor ki, onlar da başlarının çaresine bakmak istiyorlar.

*Ayrılmanın siyasi sonuçları ne olur? Birleşik Krallık bölünebilir, çünkü İskoçya ve Kuzey İrlanda AB'de kalmak istiyor. İskoçya'da iki sene önceki halk oylamasında yüzde 45'e karşı 55 oy oranıyla bağımsızlık reddedilmişti. Şimdi yeniden oylama yapabilir.

Sonuç Avrupa ve hatta dünya genelinde benzer siyasi hareketlere cesaret verecektir. Bilhassa İngiltere fazla yara almadan süreci atlatır ve düzlüğe çıkarsa, örneğini takip ederek AB'den (ya da kimi ülkeler için Euro Bölgesinden) çıkmak isteyenler olabilir. Ayrıca dünyada korumacı politikalar popülerlik kazanabilir.

*Ekonomik sonuçları ne olur? Ekonomik birlik ticaret ve finans akımlarını, doğrudan yatırımları ve işgücünün dolaşımını kolaylaştırıyordu. Şimdi İngiltere ve AB arasındaki ekonomik ilişkilerin hacminde daralma olacak. Bu iki taraf için de refah kaybı demek, ama bunun daha küçük ekonomi olan İngiltere'ye etkisi daha belirgin olur. Sonuçta etkinin büyüklüğü taraflar arasındaki müzakerelere bağlı. Türkiye, İsviçre, Norveç gibi birçok ülke AB'ye üye olmadan, onunla farklı düzeylerde ekonomik birlikler kurmuş durumda (biz dış ticarette gümlük birliğindeyiz mesela). İngiltere'yle de münasip bir formül üzerinde anlaşılabilir. Ancak bu uzun ve zorlu bir süreç olacağından, şu an çok fazla belirsizlik var. Bu da daha şimdiden olumsuz etkiler yaşanmasına yol açıyor.

Daha ilk gün sterlin dolar karşısında yüzde 10'dan fazla değer yitirdi. Bazı finans kurumları operasyonlarının bir bölümünü Kıta Avrupasına taşıyacağını duyurdu. Yatırım yapacak şirketler ekonomik durum öngörülebilir olana kadar kararlarını erteleyeceklerdir. Bunlar muhtemelen İngiltere'deki ekonomik büyümeyi yakın dönemde yavaşlatır. Bu da ticari ve finansal ilişkiler yoluyla, başta AB olmak üzere diğer ekonomilere de az ya da çok yansır. Merkez bankaları para politikalarını daha da gevşeterek, olumsuz etkileri hafifletmeye çalışırlar.  

*Bize etkisi ne olur? Finans piyasaları çalkalanıyor. Belirsizliklerin arttığını gören finansal yatırımcılar paralarını bizim gibi riskli ülkelerden çekip ABD tahvillerine, altına falan yatırıyor. Yarın öbür gün geri dönerler belki ama belirsizlik sürdükçe bu gelgitler olacaktır. Bir süre döviz kurlarında, faizlerde daha fazla oynaklık yaşanır. Ayrıca İngiltere ve diğer AB'de ekonomik yavaşlama olursa buralara ihracatımız düşer. Öte yandan büyük merkez bankaları politikalarını gevşetirlerse, kısa vadeli sıkıntılar hafifleyebilir.  Toplamda kısa vadeli etkiler çok canımızı yakar mı, yoksa bizi teğet mi geçer, doğrusu bilmiyorum.

Uzun vadedeyse, İngiltere'nin AB'den ayrılması belki tek başına çok şey fark ettirmez. Ama AB'nin veya Euro Bölgesinin dağılması, dünyada korumacılığın yükselmesi gibi aşırı noktalara gidilirse, bundan tüm dünya zarar görür. Hatta yatırım ihtiyacı tasarruflarını aşan, dış dünyaya borçlu bir ülke olduğumuzdan biz nıspeten çok bozulabiliriz.

23 Haziran 2016 Perşembe

Enflasyon tahmin aralığı

Merkez bankası üç ayda bir yayınladığı enflasyon raporunda enflasyon tahminlerini açıklıyor. Bu tahminler bir orta nokta ve etrafında bir aralık olarak sunuluyor. Mesela son raporda 2016 sonu enflasyonunun, orta noktası yüzde 7.5 olmak üzere, yüzde 70 ihtimalle 6.3-8.7 aralığında olacağı öngörüldü. Bu yazıda kısaca bunun ne anlama geldiğine değineceğim.

Tahminlere aralık verilmesinin sebebi geleceğe dair belirsizlikler. Enflasyonu önemli ölçüde belirleyen birçok etmeni merkez bankası doğrudan kontrol edemez veyahut kesin olarak öngöremez. Örneğin bundan üç ay sonra dışarda petrolün, içerde domatesin fiyatının, döviz kurlarının ve daha birçok şeyin ne olacağı bilinmez. Belirsizlik olduğundan enflasyonun ortalamada nerede olacağı kadar, bu ortalamadan ne ihtimalle ne kadar sapabileceğini tahmin etmek de önemlidir. Zira çok büyük sapmalar olasıysa, orta noktayı bilmenin fazla ehemmiyeti kalmaz. Misal, 6-9 aralığının da, 0-15 aralığının da orta noktası 7.5; ama olasılıklarının aynı olması kaydıyla, birinci tahmin diğerine göre çok daha makbuldür.

Dar aralık verebilmek güzel, lakin gerçekleşmelerin de söylenen olasılıkla aralık içinde kalması lazım. Merkez bankamızın enflasyon tahminleri son senelerde bu açıdan isabetli değil. 2011-2015 arasındaki 5 senenin ilk enflasyon raporlarına dönüp baktım. Buradaki o yıla ve gelecek yıla dair enflasyon tahminlerinden, sadece 2012 yılına dair olanlar tahmin aralığında kalmış. Oysa yüzde 70 gibi bir olasılık verilmişse, nadiren sapma olmalıydı. Bu tutarsızlık iki sebepten kaynaklanabilir. Birincisi, para politikasının önceden varsayılandan farklı olması. Burada tahmini yapan aynı zamanda para politikasını da yapan kurum olduğundan, bu ikisi arasındaki tutarsızlık doğrudan kurumun kabahatidir.

Sadece merkez bankasını değil, tahmin yapan herkesi etkileyebilecek ikinci sebep ise tahmin modelinin dışarda bıraktığı belirsizliklerdir. Ekonomik tahminler genellikle, ekonomik değişkenler arasındaki ilişkiyi gösteren denklemlerin parametrelerini var olan veriden kestirmekle (estimation) başlar; sonra bu denklemler yardımıyla değişkenlerin bilinmeyen, gelecek değerleri tahmin edilir (prediction). Belirsizlik, modele eklenen ve değerlerinin rastlantısal olarak belirlendiği varsayılan değişkenlerden gelir. Bu rastlantısal değişkenin hesaplanan standart sapması kullanılarak da tahmin aralıkları oluşturulur. Oysa gerçekte belirsizlikler bununla sınırlı kalmayabilir. Örneğin, sabit varsayılarak hesaplan parametreler (ki buna söz konusu standart sapma da dahil) gerçekte sabit olmayabilir. Kullanılan doğru tahmin modeli olmayabilir ya da geçmişi iyi açıklayan model gelecekte geçerli olmayabilir. Bu durumlarda tahminlerin bir aralık içinde kalma ihtimali verilen yüzdeden daha düşüktür; dolayısıyla büyük sapmalar modelin ima ettiğinden daha sık gerçekleşir.

17 Haziran 2016 Cuma

Kamu programları ve işgücü göstergeleri

İşgücü göstergelerinde birkaç aydır bir iyileşme göze çarpıyor. Yani istihdam ve işgücüne katılım artıyor; işsizlik azalıyor. Bunun bazı olağan sebepleri var. Bir defa son dönemde ekonomik büyüme hiç fena değildi. İkincisi, çok büyük olmasa da kamu istihdamında da bir artış var. Sonra, ekonomik gerekçeleri kenara koyup sırf istatistiksel açıdan baksak, verilerde konjonktürel dalgalanmalar olması da olağan. Kısa zaman dilimleri içinde, uzun dönemli trendi etkilemeyen iyi veya kötü veriler pek ala tesadüf edebilir. Gördüğümüz iyileşmenin bir kısmı bundan kaynaklanan geçici bir olgu olabilir.

Normalde bu kadarı işgücü gelişmelerine şöyle bir bakıp geçmeme yeterdi. Ama bilhassa genç işsizliğinde ciddi bir düşüş olduğunu fark edince biraz daha kurcalama ihtiyacı hissettim. Aradığımı Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) istatistiklerinde, aktif işgücü programlarında buldum. İnsanlara beceri kazandırma maksadını güden bu programlara katılım geçen seneden itibaren hızla tırmanmış. Bu yılın ilk beş ayı itibariyle bu programlara katılan 700 bin insan var ve geçmiş ayların verileriyle karşılaştırınca görülüyor ki bu sayı aydan aya büyüyor. Mart, Nisan, Mayıs aylarının her birinde 80 bine yakın yeni katılım hesapladım. Karşılaştırma yapmak için baktım, Mart ayı işgücü verilerinde (mevsim etkisi arındırılmış olarak) istihdam aylık 180 bin artmış. Buradan da anlaşılıyor ki programların boyutu hiç de önemsiz değil.

Ne var bu işgücü programlarının içinde? Birincisi, toplum yararına programlar. Bu, şu anda katılımın yaklaşık yarısını oluşturuyor ve buradaki artış asıl geçen sene olmuş. İŞKUR bunları, toplum yararına bir iş için işsizlerin geçici istihdam edildiği programlar olarak tanımlıyor. Ne tip işler yapıldığı konusundaysa bilgi bulamadım. İkinci grupta ise, mesleki beceri ve tecrübe kazandırmaya yönelik işgücü programları var. Bu sene katılımı hızla artan da bunlar. İçlerinde bilhassa iş başı eğitim programı öne çıkıyor. Peki ne oldu da bunlara katılım arttı? Olan şey, hükümetin gençlerin istihdamını teşvik etmeye karar vermesi. Geçen sene başlayan ve bu sene başında geliştirilen bir uygulamayla, program dahilindeki bir işletmede ilk defa ise başlayan bir çalışanın (asgari) ücretini bir yıl boyunca İSKUR ödüyor; devamında da işverene başka avantajlar sağlıyor. Firmalar maliyetsiz insan çalıştırma fikrini sevmiş olmalılar ki programa katılım son aylarda patlamış.

Peki bu programları nasıl değerlendirebiliriz? Toplum yararına program kamunun örtülü eleman alımı gibi görünüyor. Bu haliyle suistimale, popülizme çok açık bir şey gibi duruyor. İş başı eğitim programıysa daha farklı. Genç ve tecrübesiz insanların beceri kazanıp meslek öğrenmesini kolaylaştıracak bir faaliyet, üretken bireyler yetiştirerek hem çalışana, hem işverene, hem de topluma gerçek manada fayda sağlayabilir. Tabii, fayda ne kadar kalıcı olur söyleyemem. Ayrıca faydalı olması da yetmez, faydanın programın topluma maliyetini karşılaması da gerekir. Bu sağlanıyor mu onu da bilemem. Ama en azından, beşeri sermayeyi artırmak kamu kaynaklarının kullanımı için fena bir amaç değil.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Türkiye Latin Amerika’ya karşı

Geçenlerde bir vesileyle merak edip belli başlı Latin Amerika ülkelerinin ekonomik göstergelerine bakmıştım. Okurlarımızın ilgisini çeker düşüncesiyle, bir-iki tanesini aralarına Türkiye’yi de katip buraya aldım.

İlk grafik IMF verilerinden faydalanarak, ülkelerin satın alma gücü paritesine göre kişi başına yurtiçi gelirlerini karşılaştırıyor. Niçin kişi başına ve satınalma gücü paritesine göre bakıyoruz? Birincisi, nüfusun büyüklüğünün ve artışının etkisini ayırmak için. İkincisi, ölçü birimimiz olan doların alım gücü her ülkede aynı değil. Misal Türkiye’de gerçek dolar kuruna göre 10 bin dolarlık gelir, satın alma gücü paritesine göre hesaplayınca ABD’de 20 bin dolara eş bir alım gücü sağlıyor.


Buna göre bölgenin en zengin ülkesi Şili. Bu aynı zamanda verinin başlangıcı olan 1980 yılından bu yana açıkça en hızlı gelişme kaydeden ülke. Burada görünmüyor ama, özellikle Pinochet yönetiminin ayrılıp demokrasiye geçildiği 1980’lerin sonlarından itibaren ülke şahlanmış.

1980’lerin zengin ülkesi Venezuela işe daha sonra kötü bir büyüme performansıyla orta sıralara düşmüş. Venezuela dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip bir ülke ama bu onlara çok yardım etmemiş. Son senelerde petrol fiyatlarındaki düşüş sebebiyle ekonomilerinde yaşanan daralma gelecekte durumlarını kötüleştirebilir. Yine de şu resme göre Brezilya’dan daha iyi durumda görünüyorlar.

Arjantin 2000’de kriz yaşadıktan ve dış borçlarını ödeyemeyip uluslararası tahvil piyasalarıyla bağı koptuktan sonra hiç de fena büyümemiş ki, Şili’den sonra bölgenin en zengin ülkesi olmuş. Onun hemen arkasındaki Uruguay ise daha hızlı büyüyerek Arjantin’i yakalamış.

Paraguay ve bilhassa Bolivya seçtiğimiz ülkelerin en fakirleri. Bunlar 1980’de de görece fakirmişler ve ciddi bir gelişme kaydetmemişler.

Bu arada karşılaştırma yapmak için koyduğum Türkiye’nin durumu da hiç fena değil. Şili’den sonra bu grupta uzun vadeli büyüme ortalaması en yüksek olan ülke Türkiye.

GSYH bir refah ölçütü olarak problemli bir gösterge ve sadece ona bakarak bir karşılaştırma yapmak sağlıklı değil. O yüzden farklı bir kalkınma göstergesine de bakalım istedim. Bu amaçla BM’nin insani gelişmişlik endeksini aldım ve aşağıdaki grafikte gösterdim. Grafikte ülkelerin endeksteki zaman içindeki değişimleri, altında 2014 yılı itibariyle 188 ülke arasındaki konumları görülüyor.


Burada Şili ve Arjantin yine başa baş durumdalar, Uruguay onları izliyor. Türkiye ve Meksika burada Venezuela’nın ardına düşmüş, ama Türkiye’nin geldiği yere bakınca bu çok da kötü görünmüyor. 1990’da insani gelişmişlikte Paraguay ayarında, hatta daha geri bir ülkeymişiz. Paraguay şimdi 112. bizse yukarılara tırmanmışız.

Özetle Latin Amerika ülkelerinin yanında fena durmuyoruz. Tabii daha önce muhtelif seferler yaptığımız gibi Güney Kore’yle karşılaştırsak daha farklı bir resim ortaya çıkardı.

5 Haziran 2016 Pazar

Enflasyon hedeflesek mi, hedeflemesek mi?

Enflasyon hedeflemesi, nominal çıpa olarak enflasyonun seçildiği para politikasıdır. Merkez bankası enflasyonu belirlenen hedefe getireceğini taahhüt eder; para politikası araçlarını buna göre kullanır. Mesela enflasyon oranı yüzde 8, hedef yüzde 5 ise, merkez bankasının sözüne de güveniliyorsa, herkes bilir ki kısa vadeli faizler önce yüksek belirlenecek, zamanla hedefe yaklaşıldıkça düşürülecek. Bu bilinince uzun vadeli faizler, varlık fiyatları, enflasyon, büyüme gibi finansal ve ekonomik değişkenlere dair tahminler buna göre oluşturulur; kararlar buna göre alınır. Merkez bankası böylece iktisadi aktörlere yol göstermiş olur. Politika, hedefler ve beklentiler birbiriyle tutarlıysa enflasyonu amaçlanan düzeye getirmek kolaylaşır. 

Nihai amaç enflasyonu makul seviyelerde tutmaksa ve merkez bankasının itibarı yüksekse, enflasyon hedeflemesi uygun bir para politikası tercihidir. Ama merkez bankasının bununla çelişen başka amaçları da varsa veya (siyasi müdahale gibi) bir sebepten geleceğe dair inandırıcı taahhütlerde bulunulamıyorsa, bu politika istendiği gibi işlemeyebilir. Mesela iç talep daraldığı zaman faizlerin düşürülüp para polikasının gevşetilmesi, tersi olduğunda daraltılması, hem büyümede istikrarla, hem de fiyat istikrarıyla tutarlıdır. Çünkü iç talep daraldığında hem büyüme yavaşlar, hem de enflasyon düşer. Öte yandan, tarımsal koşullar, uluslararası petrol fiyatları, döviz kuru gibi üretim maliyetini veya ithal fiyatlarını artırıcı şoklar yüzünden genel fiyatlar artıyorsa, aynı anda büyüme yavaşlayacağından, enflasyon hedefi ve büyümenin desteklenmesi birbiriyle çelişir. 

Bizim merkez bankamız da önce örtülü, sonra da açık olmak üzere, uzun zamandır enflasyon hedeflemesi uygulamaya çalışıyor. Ancak başarılı olduğunu söylemek güç. Zira sık sık hedefle tutarsız politikalar izleniyor (şurada anlatılmış); enflasyon beklentileri yüksek kalıyor; gerçekleşen enflasyon hedeften yukarıya sistematik biçimde sapıyor. Belli ki enflasyon, finansal istikrar, büyüme gibi temel konularda amaçlar birbiriyle çelişiyor.

Elbette burada politikaya başarılı değil dememiz, gerektiği gibi çalışmadığı ve enflasyonu hedefe düşüremediği için. Öte yandan politika bu anlamda başarılı olsa, bu başta büyüme olmak üzere başka açılardan maliyet oluşmayacağı anlamına gelmez. Tersine, enflasyonu düşürmek için faizleri yükseltip para politikasını sıkılaştırmak kısa dönemde ekonomide yavaşlamaya yol açar. Normalde düşük (ve pozitif) enflasyonun makroekonomik istikrarın gereği olduğu, uzun dönemde ekonominin kalkınmasına ve toplumun refahına fayda sağlayacağı kabul edildir; bu yüzden kısa süreli bir yavaşlamaya katlanılır. Ancak arz yönlü şokların veya dış ticaret şoklarının sık yaşandığı ve etkili olduğu durumlarda maliyet büyür, enflasyona odaklı bir politikayı savunmak zorlaşır. Örneğin son üç senedir Amerikan para politikası sebebiyle bizim gibi ülkelerin paraları dolar karşısında değer yitiriyor. İthal malların fiyatlarını etkileyen bu gelişme enflasyonu yükseltiyor. Bu hareket muhtemelen Amerika'da faizler normalleşene kadar birkaç sene daha sürecek. Tüm bu süre boyunca merkez bankamızın sadece enflasyon hedefine odaklanması, faizleri ne kadar gerekiyorsa yükseltmesi, bu arada büyümenin potansiyelin ne kadar altına düştüğünü umursamaması doğru mu olurdu? Sanmıyorum, çünkü enflasyonun fazla yükselmesi gibi, büyümenin fazla düşmesi de refahı düşürür. Hatta şimdilerde para politikası gayet sıkı olan Brezilya'nın yaşadığı gibi, ekonomik daralma (kontrolden çıkmadığı müddetçe) enflasyondan daha büyük ekonomik, sosyal ve siyasal problemlere yol açar. Bu yüzden döviz kuru, petrol fiyatı, gıda fiyatı gibi merkez bankasının doğrudan kontrol edemediği şeyler çok belirleyiciyse enflasyon hedeflemesi yapmak doğru bir tercih midir, tartışılır.

Peki o zaman ne yapabiliriz? Para politikası kısa vadeli siyasi hesaplardan bağımsız belirlenebilse, enflasyon yerine nominal GSYH hedeflemek bir çıkar yol olabilirdi. Nominal GSYH hedeflemenin mantığı şu. Genel fiyat seviyesine P, reel GSYH'ye Y diyelim; nominal GSYH P.Y olsun. P'yi artıran bir şok, P.Y'i yukarı saptırdığında para politikası sıkılaştırılıyor. Sıkılaştırma P'deki artışı sınırlarken, Y'yi düşürüyor, sonuçta P.Y hedefte tutuluyor. Böylece arz yönlü bir şokun olumsuz etkisi enflasyon ve büyüme arasında paylaştırılıyor. Oysa enflasyon hedeflendiğinde fiyatlara istikrar sağlamaya çalışıldığından, daha büyük bir sıkılaştırma yapmak gerekiyor ve bütün olumsuz etki reel ekonomiye yansıyor. Tabii olumlu şoklardaysa bunun tam tersi geçerli. Sonuç olarak, bu tür şoklar çok sık ve büyükse, fiyatlara istikrar sağlamaya çalışmak reel ekonomide dalgalanmalara yol açabilir ki, bu da arzu edilebilir bir şey değil. Nominal GSYH hedeflemesiyse bu dalgalanmaları yumuşatabilir. (Gelişmekte olan ülkelerde bunun nasıl işleyeceğini anlatan akademik bir çalışma için şu NBER makalesine bakılabilir.)

Ancak burada iki problem var. Birincisi, pratikte uygulaması çetrefilli. GSYH, enflasyona göre daha kapsamlı, para politikasına tepkisi daha karmaşık, geç açıklanan ve sonra revize edilen bir veri ve bunun çıpa olarak nasıl kullanılacağı üzerinde çalışılması gerekiyor. Ancak iş teknik sorunları halletmeye kalsa, çok sayıda nitelikli ekonomist barındıran merkez bankamız bunun üstesinden gelebilir. Burada asıl mesele, Türkiye'de para politikasının siyasi müdahaleye açık görünmesi. Zira sadece GSYH değil herhangi bir çıpayı etkin kullanabilmek için kredibilitenin güçlü olması lazım. İlerde politikacılar istedi diye, faiz gibi politika araçları çıpayla tutarsız kullanılacaksa çıpa belirlemenin bir anlamı olmaz.

Çok gerçekçi görünmese de iktisatçı olarak ilginç bulduğum alternatifi yazdım. Elbette daha gerçekçi seçenekler de var, ama onların kalıcı bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Nedir bunlar? Bir, hiçbir şey yapmamak. yani dışarıya karşı enflasyon hedeflediğini söyleyip tutarsız politikalar uygulamayı göze almak. İki, çıpa kullanmaktan vazgeçmek. Üç, enflasyon hedeflemesini koruyup hedefi değiştirmek. Bir ve iki fiiliyatta birbirine yakın şeyler. İki durumda da merkez bankası beklentileri yönlendiremeyecek, enflasyonun yukarılara sürüklenip gitmesi riski var olacaktır. Üçüncüsü ise kısa vadede enflasyonu düşürme derdini ortadan kaldırabilir. Fakat hedef değiştirmek adet olursa, hedefin iktisadi aktörler açısından manası kalmayabilir. Yine de gerekirse, bu üç alternatif içinden en iyisi üçüncü gibi geldi bana.