23 Kasım 2015 Pazartesi

Büyük sayılar kanunu

ingilizce'de, law of large numbers. mesela hilesiz bir parayı çok sayıda atsak yaklaşık yarısının yazı, yarısının tura gelmesi gerekir. parayı 10 defa atsak, 1/1024 ihtimalle hepsi yazı dahi gelebilir; ama 1 milyon defa atsak yazılar ve turalar dengeli dağılmak durumunda. yani deney sayısını artırdıkça yazı tura dağılımının beklenenden belirgin sapma göstermesi ihtimali düşecektir. işte büyük sayıda gerçekleşen ve sonucu birbirinden bağımsız olaylarda, ortalamanın beklenen değere yakın olmasına ve sayı büyüdükçe sapma ihtimalinin giderek düşmesine büyük sayılar kanunu deniyor. aslen matematikteki olasılık teorisinde, zayıf ve güçlü olmak üzere iki çeşidi olan bir teorem bu. 

iktisatçıların ne işe yarıyor? ekonometride bir takım asimptotik özelliklerin geçerliliğini ispatta kullanılan büyük sayılar kanunu, makroiktisat teorisinde ise kişiye özgü (idiosyncratic) risk içeren stokastik bir problemden (çözebilmek için) deterministik bir probleme geçmeye yarar. mesela bir işçinin sistemik olmayan, (kötü performans, uyumsuzluk gibi) bireysel bir sebepten bir dönem içinde işsiz kalma ihtimali yüzde 10'sa, birbirinden bağımsız olarak bu riske sahip milyonlarca işçiden yüzde 10'unun o dönem işsiz kalacağını söyleyebiliriz. kişisel olarak işsiz kalıp kalmama konusunda belirsizlik varsa da, makro perspektiften işsizlik oranı konusunda belirsizlik yoktur. dolayısıyla makroiktisadi problem, (gerekli teknik şartlar da sağlanıyorsa) işçilerin yüzde 10'u işsiz olacak şekilde yazılabilir.

gelelim bu prensibin hayatımızda ne işe yaradığına. büyük sayılar kanunu, riskli olayların hayatımıza etkisini anlamada son derece faydalıdır. örneğin, önemsiz görünen risklerin uzun bir zaman diliminde veya büyük kitlelerde mutlaka gerçekleşeceğine işaret eder. aşırı hız yapan sürücü, araçların arasında cambazlık yapan yaya, güvenliksiz işte çalışan işçi ve benzerleri, küçük riskler aldıklarından başlarına bir şey gelmiyor olabilir. hatta bir şey olmamasından, bundan sonra da olmayacağına dair sahte bir güven duygusuna da kapılabilirler. oysa ki, aynı riskleri alan milyonlarca insandan bazılarının başına bir şey geleceği kesindir. hatta tehlikeli işler yapmayı adet edinmiş insanın da başına elbet kötü bir şeyler gelir. dolayısıyla çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, belki bin de sıçrar, ama sonunda yakalanır. bu da bize tehlikeler karşısında ihmalkar olmamanın, bireysel ve yasal tedbirleri savsaklamamanın önemini gösteriyor.

elbette risk almak, girişimcilik örneğinde olduğu gibi, bazen olumlu sonuçlar da verir. mesela yeni bir ticari ürün ya da fikir başarılı olursa girişimcisine çok para kazandırabilir. lakin çoğu zaman da yenilik tutmaz; harcanan emek, sermaye heba olur. toplamda ise çok sayıda girişimci faaliyetin olduğu bir ekonomide, bu faaliyetlerin bir bölümünün başarılı olacağı kesindir. bu yüzden kar potansiyeli yüksek, riskli yatırımlara kaynak sağlamak üzere üzere, risk sermayesi (venture capital) gibi araçlarla yeniliği, girişimciliği desteklemek faydalıdır. (buna daha önce bir yazıda uzun uzadıya değinmiştik: link )

büyük sayılar kanununun bir de, dolandırıcıların yaptığı gibi, kötü kullanımları var.  eskiden afrika'dan birileri bilmem kaç milyon dolarlık parasını kurtarmak için yardım istediğini anlatan e-mailler atardı. şimdilerdeyse bizde insanları polis gibi arayıp kandırmaya çalışanlar var. bu yolla birini kandırabilme ihtimalleri düşük; ama çok sayıda insana aynı numarayı yapınca birileri illa ki kanıyor. günümüz teknolojisiyle kitlelere rahatça ulaşılması, kötü niyetli insanlara bu açıdan fırsat sağlıyor.

özetle büyük sayılar kanunu, iktisattaki yerinin dışında, idrak edildiğinde insanın ufkunu genişlettiği için de önemli bir matematik kuramı. ne yazık ki iktisat öğrencileri lisans üstüne çıkmadan bunu pek öğrenemiyor.

29 Ekim 2015 Perşembe

Şanssızlık mı, değil mi? - Petrol

şanssızlık gibi görünen bazı şeyler gerçekte öyle olmayabilir. en azından yarattığı olumsuzlukları kısmen telafi eden olumlu tarafları varsa, göründükleri kadar kötü olmayabilirler. türkiye ekonomisi bağlamında aklıma gelen birkaç şey var. bir tanesi, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının eksikliği. bugün bu konuda yazıyorum. belki daha sonra diğerleri hakkında da yazarım.

komşularımızın bir çoğu adeta petrol ve doğalgaz denizi üzerinde yüzüyorlar, ama bizde ciddi bir kaynak yok. hem üretim, hem tüketim maksadıyla fena halde ihtiyacımız olduğu için, ikisini de ithal ediyoruz. buna karşın, bazı ülkeler piyango vurmuş gibi, yerin altından servet çıkarıyor; bunları dışarıya satıp gelirini yiyor. abd gibi sanayileşmiş olanları ise, kaynakları sayesinde dışa daha az bağımlı oluyor. bu onlar için ne kadar şans? bizim gibi ülkeler için ne kadar şanssızlık?

abd'nin durumunda petrole sahip olmak açık bir şans. zira başka alanlarda ekonomik gelişmeyi baltalamayan, tersine onu besleyen bir unsur bu. hatta kaya gazi ve petrolü örneğinde olduğu gibi, yere bir delik açıp petrol akıtmakla da yetinmiyor amerikalılar, teknoloji geliştirip girişimcilik yaparak petrollerini taştan da çıkarıyorlar. ciddi bilgi, emek, sermaye gerektiren bir üretim süreci var ortada yani. dahası, kurumsal yapı gelişmiş olduğu için, petrolün iç siyaset üzerindeki etkisi de sınırlı. 

öte yandan, petrolü mirasyedi gibi tüketen ülkeler için ne kadar şans, ne kadar değil tarşılır. halkımız yattığı yerden devletin petrol gelirleriyle finanse ettiği sosyal yardımlarla geçinse, sudan ucuz benzin tüketsek kötü mü olurdu? cetaris paribus, yani diğer her şey sabit kalmak kaydıyla, hayır. lakin diğer şeyler sabit kalmıyor. en başta petrol üretiminde ve ticaretinde uzmanlaşınca, başka sektörler gelişmiyor. petrol tükenebilir, fiyatı dalgalanabilir bir şey olduğundan buna o kadar bağımlı olmak iyi değil. artı, sürekli büyümeyi yaratan verimlilik artışı yattığınız yerde gerçekleşmiyor; bilgi ve teknolojiyle birlikte yaratılıyor ki onun için de üretim lazım. dahası, asalak gibi çalışmadan yemeye alışmak da iyi bir şey değil. insanın ahlakını bozar; onu parayı verene (devleti yönetene) bağımlı kılar; kötü yönetimlerin ve rejimlerin değişmesini engeller ve saire, ve saire. üstüne başka ülkelerin iç işlerinize karışması, icabında çıkarlarını korumak için tepenize bomba yağdırması, sizi işgal etmeye kalkması da cabası.

sonuç olarak, bugün türkiye'nin herhangi bir noktasında ciddi bir petrol veya doğalgaz rezervi bulunsa kötü mü olurdu? rezervin olması iyi olurdu da, orada biraz kuzu kuzu yatsa ve türkiye ekonomik ve siyasi gelişimini sağladığında bulunsa daha iyi olur sanki.

11 Eylül 2015 Cuma

Petrol bulmuşuz gibi

geçen senenin sonlarından beri türkiye ekonomisine bakınca şunları görüyoruz: dünya genelinde ekonomiler yavaş büyüyor; bunun etkisiyle bizim net ihracatımız büyümeye negatif katkı yapıyor. iç ve dış belirsizlikler yüksek; riskler artıyor. döviz kurları yükseliyor; firmaların borçluluğu artıyor. merkez bankası finansal istikrarı desteklemek ve enflasyonu düşürmek için sıkı politikalar uyguluyor. kredi faizleri artıyor; banka kredileri daha zayıf büyüyor. anketler ekonomideki güvenin ve beklentilerin bozulduğunu gösteriyor. istihdam büyümesi yavaşlayıp, işsizlik yükseliyor. ve saire, ve saire...

ilginçtir, bu kadar kötü şey olurken, ekonomi güzel güzel de büyüyor. senelik gsyh büyümesi ikinci çeyrekte %3.8 oldu. daha önemlisi, bir önceki çeyreğe göre büyüme %1.3 (tabii mevsim ve takvim etkileri arındırılınca). dörtle çarparsak amerikalılar gibi %5.2 olur ve bu sadece bu çeyreğe özel değil. son üç çeyrekte ekonomi, her çeyrek %1 ve üzerinde (yani yıllıklandırınca %4'ten hızlı) büyümüş. allah bereket versin de, nasıl oluyor? üretim tarafında verimlilik nasıl artıyor? harcamalar tarafinda, insanlar belirsizlik, istikrarsızlık demeden niye tüketiyor; senelerdir yapmadığı yatırımı niye şimdi yapıyor?

tahminim, işin sırrı emtia fiyatlarında, bilhassa da petrolde (petrol az buz değil, 100 dolarlardan 50 doların altına düştü). enerji, hammadde ve ara mal ihtiyaçlarının önemli kısmını ithalatla karşılayan bir ülkede, emtia fiyatlarındaki düşüşün olumlu bir arz yönlü şok yaratması beklenir. bunun iç talebe etkisi, gelir etkisiyle harcamaların artması yoluyla olur. yani ithalat fiyatları düşünce, bu mallara ülkece harcadığımız para da azalır. bu da başka şeylere daha çok harcama yapmak için kaynak yaratır. bunun bir kısmını bugün tüketebilir, bir kısmını da yatırım yapıp yarına aktarabiliriz.

türkiye'de de görünüşe göre bu olmuş. insanlar, otomobil başta dayanıklı tüketim malları, firmalar makina-teçhizat almışlar en çok. tüketimde giyim, gıda gibi ihtiyaçlardan çok, talebin gelir esnekliğinin yüksek olması beklenecek nispeten lüks malların artması da gelir etkisiyle uyumlu. bu söylediğim şey aslında cari açıktaki daralmanın az olmasını; enerji ithalatında ciddi düşüş varken, enerji dışı ithalatın artmasını da az-çok açıklıyor.

bu arada iç talep üzerinde durduk ama petrolün bir de dış talebe etkisi olabilir. mesela petrol ihracatçısı rusya önemli bir dış pazarımız; hem mal ticareti, hem turizm açısından. rusya ve benzeri ülkelere ihracatımız petroldeki düşüşten olumsuz etkilendi. ancak geçenlerde yayımlanan bir merkez bankası çalışması (linki burada), ihracatın geneline bakılınca oradaki kaybın başka yerlerden telafi edileceğini tahmin etmiş. bunu kabul edersek, petrol fiyatının düşmesinin ihracat kanalında fazla etkisi olmayabilir. 

son olarak, insanın aklına geliyor, emtia fiyatlarının büyümeye etkisi verilerle örtüşüyor mu? türkiye için bir etki varsa bu ne kadardır? merkez bankası yayınlarına baktım, lakin buna doğrudan, net bir cevap bulamadım. yukarıda bahsettiğim makalede ipuçları var ama uzatmayalım şimdi.

özetle, tüm olumsuzlukların yanında, bu sene bizim için iyi bir şey de oldu ve emtia fiyatları düştü. peki gelecek için ne söyleyebiliriz? petrolde önümüzdeki birkaç sene fiyatların yükselmesinin beklenmediği söyleniyor; arz bol, talep düşük. bu durumda buradan gelen olumlu etki tersine dönmez; ancak fiyatlardaki düşüş durursa, bir süre sonra etki söner. öte yandan bundan sonrası için talep tarafı daha sıkıntılı görünüyor; zira başta anlattığım durum giderek daha tatsız bir hal alıyor. sonumuz hayrolsun.

21 Ağustos 2015 Cuma

Döviz kuru ve para politikası

dolar kurunun üç liraya dayandığı şu günlerde, kur artışlarının etkileri konusunda bir şeyler yazmak istedim. umarım birilerine faydalı olur.

döviz kurları artarsa, yani lira değer kaybederse ne olur? bir defa ithal ürünler pahalılaşır, fiyatları artar. enflasyon yükselir. ikincisi, ihraç malları yabancı paralar cinsinden ucuzlar. ihracatçı daha rekabetçi olacağından ihracat artar (türkiye özelinde burada bazı ihtilaflar var ama konudan sapmayalım). ithal ürünler pahalılaştığından, ithalatın bir bölümü yerli ürünlerle ikame edilir. sonuçta, dış ticaret açığı daralır. üçüncüsü, döviz borçlusu firmaların borcu artar.

para ve kur politikasını yürüten kurum merkez bankası. o zaman, bizimki gibi enflasyon hedeflemesi yapan bir merkez bankası kur artışlarına karşı ne yapar?

öncelikle tek seferlik, beklenmedik bir kur artışı yaşandığını düşünelim.  merkez bankasının bir enflasyon hedefi var; insanların enflasyon beklentilerini hedefte "çıpalar" (bizde burası problemli), sonra 1-2 senelik bir vadede enflasyon hedefe ulaşacak şekilde elindeki araçları kullanarak para politikasını yönetir. kur artışı gibi bir arz yönlü şok geldiğinde bunun birincil etkilerine müdahale etmez. zira yapacağı müdahale etkisini belli bir zaman içinde gösterecektir; o arada ithal ürünlerin fiyatları artmıştır bile. şokun etkisi geçtikten bir sene sonra, bunun yıllık enflasyonda izi kalmaz. (fiyatlar arttığı yerden geri gelmez. enflasyon oranı normale döner.) merkez bankası sadece, bu fiyat artışlarının başka fiyatlara da sirayet etmesine ve enflasyon beklentilerinde bozulma olmasına sebep olabilecek ikincil etkilere karşı, para politikasını sıkılaştırır. eğer doğru okuyorsam, bizim merkez bankamız da türk lirasında yaşanan değer kayıplarının ardından, bankaların ağırlıklı ortalama fonlama faizini yükselterek böyle bir sıkılaştırma yapıyor.

tabii, kur artışı her zaman beklenmedik ya da bir seferlik değildir. misal, dış dünyada faizlerin yükselmesi ya da içeride risk priminin artması sebebiyle ülkeden sermaye çıkışı gibi bir durum varsa, paranın değer kaybedeceği tahmin edilebilir. bu durumda merkez bankasının beklemesinin bir alemi yok. zaten açık bir ekonomide faiz paritesi ve fisher denklemleri; reel faiz, kur artışı ve enflasyon beklentilerindeki değişmelerin nominal faizlere yansıması gerektiğini bize söylüyor. yine doğru okuyorsam, merkez bankamız bu doğrultuda, kısa vadeli piyasa faizlerini (gecelik olanı %10.75) ağırlıklı ortalama fonlama faizinden (şu sıralar %8.70 gibi) yukarıda tutarak, muhtemel kur şoklarına karşı türk lirasının getirisini yüksek tutmaya çalışıyor. (bunun yeterli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu, profesyonel ekonomistleri ilgilendiren o konuya burada girmiyoruz.)

burada merkez bankasının sabit kur ya da hareketli kur çipası gibi bir şey uygulamadığına, dolayısıyla bir kur hedefi olmadığına dikkat etmek lazım. ancak kur artışı enflasyonda da artışa sebep olduğundan, buna kayıtsız kalamıyor.

kur artışının enflasyonist etkisine karşı yapılabilecekler bunlar. ya diğer etkiler? merkez bankasının ithalat fiyatlarındaki artışa karşı tüketiciyi korumak, ya da tersine ihracatçıyı desteklemek gibi bir rolünün olmaması lazım. şahsen bu tip korumacı politikalardan hazzetmiyorum; merkez bankasının da gördüğüm kadarıyla öyle bir kaygısı yok zaten. lakin "kur savaşları" denen konu dünyada çok revaçta. bizde de kimileri merkantalist bir bakış açısıyla (ülkeyi kar kovalayan şirket gibi görerek), kur artışlarına ihracatı destekleyeceği için sıcak bakıyor.

özel sektörün döviz borcuna gelince, bu da doğrudan merkez bankasının işi olmaması lazım aslında. ama fiiliyatta kurlar çok yükselir de döviz borçlusu firmalar patır patır batmaya başlarsa, merkez bankasının kurlara müdahale ederek bunu durdurması beklenebilir. burada da ciddi bir ahlaki tehlike (moral hazard) görüyorum; abd'de kriz sırasında ortaya çıkan "too big to fail" sorunu gibi. abd'de sıkıntı aşırı risk almış olan büyük bankalardı, batmaları durumunda ekonomiyi beraberinde götüreceklerinden, devlet bunları kurtarmak zorunda kaldı. bizde sorun bu kadar büyük olmasa da, çok sayıda döviz borçlusu şirketin batmasına yol açacak bir kur artışına göz yumulacağını sanmam. bu da aslında kur riski almayı teşvik eden bir şey. ekstra maliyet yüklenip ("hedging" yoluyla) kendini güvenceye alan firmalar enayi durumuna düşecekler. bu tip piyasa başarısızlıklarına en baştan önlem alınmalıydı ya, geçti artık.

yine de sistemik risk yaratacak düzeye gelmezse, merkez bankası döviz borçluluğu meselesini ön plana almayabilir. zaten daha iyi denetlendikleri için bankalar döviz riski taşımıyor. likidite problemleri olursa da, merkez bankasının döviz likiditesi sağlayacak araçları var. tabii, kredi verdikleri firmalar batarsa bankalar dolaylı yoldan etkilenecektir.

ee, sonuç? abd'de faizler artacak. ülkede neredeyse savaş ortamı var; kalıcı bir hükümet yok. ithal fiyatlarının enflasyona etkisi yüksek. çok sayıda firma döviz borçlusu ve döviz rezervlerini de idareli kullanmak gerekiyor. bu şartlarda merkez bankamızın para politikası daha çok sıkılaşır sanki.

not: tcmb'nin para politikasını daha iyi anlamak için, kurumun başekonomistinin geçenlerde yayımladığı şu makaleye bakılabilir: faiz koridoru ve para politikası duruşu.

7 Ağustos 2015 Cuma

Gıdada korumacılıkla nereye kadar?

gıda fiyatlarının genel enflasyonun üzerinde artması, yani gıdanın diğer şeylere göre nispeten pahalılaşması türkiye'nin önemli sorunlarından biri. vatandaşın tüketim sepetinde gıdanın payı yüksek (tuik enflasyonda %25 ağırlık veriyor), alt gelir gruplarında daha da yüksek. son zamanlarda da kırmızı et fiyatları almış yürümüş. businessht internet sitesinde bununla ilgili bir haber vardı. twitter'da da paylaştım ama, çok cevherler olduğu için şurada da iki satır yazmadan edemedim.

haberden ne öğreniyoruz? bir defa, talep artıyormuş ama arz artamıyormuş. anladığım, oldukça inelastik (esneksiz) bir arz eğrisi var. talep artınca, dengeleyecek ithalat da olmadığı için fiyat uçuyor. bunun bir anlamı, arz tarafında birileri (üretici, aracı, satıcı ya da hepsi) ciddi kar ediyor.

talep tarafında ise, dengede arz talebe eşit olacağı için, sadece oluşan yeni yüksek fiyatı ödeyen insanlar eti alabiliyor. kim bu insanlar? habere göre turistler bunlardan bir grup. yani ithal etmediğimiz gibi, bir anlamda et ihraç ediyoruz. ingilizin bizim etimizi antalya'da ya da londra'da yemesinin bir farkı yok çünkü. iki durumda da vatandaşımızın bazısı bu yüzden et alamıyor. ayrıca yaklaşan kurban bayramının da etkisi var deniyor. yani et alan (ya da alacak) diğer bir grup, kurban kesecek olanlar. bunlar da toplumun nispeten varlıklı kesimi. diğerleri onların keseceği kurbanı bekleyecek.

bu arada, fakirdir çoğu, et alamaz diye burada bahsedilmemiş olabilir; gelen suriyelilerin de gıda fiyatlarına etkisi vardır muhakkak. zira sayıları az değil; 2 milyon olsa türkiye nüfusuna oranla yaklaşık  yüzde 2.5 yapar. bu kadar insan birkaç sene içinde geldiğine göre, gıda arzı esnek de değilse (ki öyle görünüyor), gıda fiyatlarına bir hayli etki yapmıştır. merkez bankasının yakından ilgileneceği bir konu aslında ama, bu konuda bir çalışma görmedim. konunun hassasiyeti sebebiyle olabilir.

ilginçtir, et fiyatları neden artıyor, ne yapılmalı diye fikri sorulanlar sektör temsilcileri. onlar da tabii ithalat serbest bırakılsın dememişler. ya ne demişler? girdi maliyetlerinin (yem, mazot falan) ucuzlamasını istemişler. yükselen fiyatlar, artan karlar daha çok üretmeyi teşvik etmiyor, üstüne girdi maliyetleri de aşağı çekilecek. kim çekecek? tabii ki devlet. nasıl? başka kaynak olmadığına göre vatandaşın vergisiyle. oldu! kaldı ki mazotun fiyatıysa dert, son bir senede petrol fiyatlarıyla beraber o da düştü; pek bir faydası olmamış. hiç devlet desteğinin dara maliyetine (deadweight loss) falan girmiyorum bile.

bir de büyükbaş değil, küçükbaş üretmemiz lazım diye görüşler var haberde. normalde piyasa ekonomisinde neyin ne kadar üretileceği, fiyat mekanizması sayesinde piyasa koşullarında belirlenir. fiyat mekanizması işliyorsa (ki parasını vermeye hazır olduğu halde istediği eti alamayan insanlar olduğunu sanmıyorum) bunlar çok sağlam argümanlar gibi gelmedi bana. yok bilmediğimiz bir sebep (devlet politikası, eksik rekabet vs.) nispi fiyatları bozup üretimi verimsiz bir tarafa yönlendiriyorsa, bunun da çözümü o sebebi ortadan kaldırmak olur.

belkı en önemli nokta, ithalat çözüm değil denmiş. niye değil? bir defa vatandaşa ucuz gıda sağlar, refahını artırır. ikincisi, içerde rekabeti artırır; üreticiyi daha verimli olmaya zorlar. üçüncüsü, gıda fiyatlarına istikrar sağlar. böylece merkez bankasına daha az maliyetle (büyümeden daha az feragat ederek) enflasyonu düşürme imkanı verir. bir de, türkiye işgücü piyasası koşullarında gıda fiyatlarının ücretler üzerinden reel işgücü maliyetlerine ne derece etkisi vardır bilmiyorum ama, ekonomi genelinde işverenlere dahi faydası olabilir. sonuç olarak, çözüm olmayan bir şey varsa, bugüne kadar uygulanan korumacılık gibi duruyor.

özetle, serbest piyasa, rekabet, açık ekonomi diyorum. o noktaya da geleceğiz er ya da geç. zira bunlardan faydalanacak kesim geri kalandan çok daha büyük.

19 Temmuz 2015 Pazar

Bir işgücü bilmecesi

bilmeceden kastımız, verilerde görülen ama sebebi çözülemeyen, kafa kurcalayan şey. bundan bir süre önce betam bir araştırma makalesi yayımladı; düşük büyüme olağanüstü istihdam artışı diye. özetle diyorlar ki, 2011'den beri türkiye'de istihdam büyümeden daha fazla artıyor. bu da demek oluyor ki emek verimliliği düşüyor. hakikaten de öyle. aşağıdaki grafiği ve sonrakileri, tuik verilerini kullanarak ben çizdim, daha açık görülmesi için.
2009'daki gsyh küçülmesi döneminde çok fazla gerilemeyen istihdam, daha sonra hız kesmeden büyümüş. (makalede daha fazla önem verildiği için tarım dışı istihdama baktım. ama toplama da baksak, o da anlatmak istediğimizi destekliyor.) 2009'da ekonomi daralırken istihdamın hemen hemen değişmemesi kendini üretkenlik düşüşü olarak göstermiş. enteresandır, insan küçülme döneminde atıl kalan işgücücünün daha sonra bir süre istihdam artışına ket vurmasını bekliyor, ama öyle olmamış. istihdam 2009'dan sonra hemen artmış. 2010-11 yıllarında %9'lara ulaşan gsyh büyümesinin katkısıyla aynı dönemde işgücü üretkenliği de düşmüş. sonrasında ise büyüme hız kesmiş ama istihdam artışı aynen devam etmiş; bunun işaret ettiği, işçi üretkenliğinde düşüş.
tabii insan şaşırıyor, üretkenlik düşerken firmalar neden aynı hızla insan istihdam etsinler? makale de ona dikkat çekmiş zaten. bu konuda fazla bir araştırma yok ama, istihdam teşvikleri işgücü maliyetlerini düşürmüş olabilir denmiş. ben de bunun üzerine hakikaten var mı acaba böyle bir durum diye tuik'in saatlik işgücü maliyeti endeksine baktım. tarım dışı sektörlerin önemli bölümünü kapsayan bu endeks, kazanç (ücret, ikramiye vb.) ve kazanç dışından (sgk primi, kıdem tazminatı vs.) oluşan maliyetlerin seyrini gösteriyor. bu endekse göre 2007'den beri işgücü maliyetleri yıllık ortalama %11 civarında artmış. bu da enflasyonun %7 civarında olduğu ülkede %4 gibi senelik reel artış demek.

grafik olarak göstermek istersek aşağıdaki gibi bir şey çıkıyor. burada tarım dışı gsyh deflatörü kullanarak hesapladığım reel saatlik işgücü maliyet endeksini görüyoruz. buna göre işgücü maliyetinde azalış şöyle dursun ciddi bir artış var. işgücü üretkenliği artmazken maliyetin artması ve buna paralel olarak istihdamın da yükselmesi kafa karıştırıcı bir durum.
maliyet endeksinin saatlik, hesapladığımız üretkenlik göstergesinin işçi başına olduğunu dikkate alırsak, acaba saatlik üretkenlikte  bir artış olmuş olabilir mi diye düşünebiliriz. ancak maliyet ve üretkenlik göstergeleri arasındaki farkın büyüklüğü bununla açıklanamayacak kadar fazla gibi duruyor. yine de veri varsa kontrol etmek lazım. yanıtını aradığımız soru: işçiler zaman içinde daha az saat çalışarak mı bu üretimi yapmışlar?

şimdi grafiklere boğup yazıyı uzatmayayım. oecd'den bulduğum, çalışan başına yıllık çalışma saatleri verisi 2007-2013 arasında işçilerin yıllık çalışma saatlerinin %4 kadar azaldığını söylüyor. tuik'in yayımladığı sanayi ve ticaret-hizmet sektörleri için üretim girdi endeksleriyse çalışma saatlerinde artışa işaret ediyor. yani oecd verisini bile dikkate alsak, çalışma saatlerindeki değişim, üretkenlikle maliyet artışı arasındaki farkın ancak küçük bir bölümünü açıklayabiliyor.

özetle, tekrarlarsak, veriler işgücü üretkenliğinin son senelerde artmazken işgücü maliyetinin arttığını ve buna paralel olarak istihdamın da yükseldiğini gösteriyor. belki ilginç bir sebebi vardır, belki de kısa vadede tesadüfen ortaya çıkmış bir anomalıdır. bilemedim.

5 Temmuz 2015 Pazar

Korumacılık iyi bir şey değil

devletin üreticiyi koruması çok makul geliyor değil mi? bir şey (belki şeker pancarı, et; belki televizyon, telefon) üretmek isteyen insanlar var. devlet de bunları destekliyor. bu sayede ülkenin işadamı yatırım yapıyor, işçisi çalışıyor; malı vatandaşına satınca para içeride kalıyor, dışarıya satınca ülkeye döviz geliyor; ülke zenginleşiyor, açıklar kapanıyor falan. bunları yapacağını söyleyen kimseyi sorgulamak, gerekirse ona karşı çıkmak kolay değil. 

koruma çeşitli şekiller alabiliyor: üretim teşvikleri (sübvansiyon, vergi indirimi, arazi tahsisi vs.), iç rekabetten koruma (yasal tekeller, regülasyon), dış rekabetten koruma (gümrük tarifeleri, kotalar, ihracat teşvikleri) ve benzerleri. ahbap-çavuş kapitalizmi denen, birinin akrabasını zengin etmek için yapılan uygulamaları bir kenara bıraksak; sadece salih niyetle uygulanan politikalara baksak bile, açık ya da örtülü çokça israf görürüz.

bir defa şunu sorgulamamız lazım. bir iş alanı karlıysa, yatırımların getirisi yüksekse, neden bir de üzerine devletin desteği gerekir? değilse, devlet niye kötü yatırımları, ayakta duramayan işletmeleri desteklesin? sağlanacak her tür desteğin, doğrudan ya da dolaylı yoldan başka vatandaşlar tarafından üstlenilecek bir maliyeti olduğuna göre, politika ancak geçerli ortak bir amaca hizmet ediyorsa ve ortada uygulanabilir daha iyi bir alternatif yoksa iktisadi yönden anlamlıdır.

yatırım yapmak, istihdam yaratmak tek başına kamu desteğini haklı çıkarmaz. kazma kürek satın alıp iki işçi tutsak ve boş bir arazide çukur kazıp doldursak; yatırım yapmış, istihdam yaratmış, milli gelire kağıt üzerinde katkı yapmış oluruz. devlet buna arazi tahsis edip para verse görünüşte yatırımı, istihdamı teşvik eder; ama gerçekte hepimizin vergilerini çarçur eder. oysa doğalgaz borusu döşemek söz konusu olduğunda çukur kazmak çok faydalı bir iştir ve herhangi bir desteğe gerek kalmadan gerçekleştirilir. ne yazık ki gerçekte israflar şu hayali çukur kazma örneğindeki kadar bariz değil. geçenlerde üzerine yazdığım elektronikte devlet koruması örneğinde olduğu gibi, yüksek teknoloji içeren ürün üretmek gibi önemli ve kamunun fayda sağlayabileceği alanlarda dahi yanlış politika uygulanabilir (bakınız, o yazı).

bi diğer sorun, mikro ölçekli politikaların (GSYH büyümesi, işsizlik, cari açık gibi) makroekonomik meselelere çözüm olmasının beklenmesi. gözden kaçan şu ki, firmalar ülkedeki sermayeyi, emeği ve bilhassa da nitelikli emeği kendilerine çekmek için rekabet halindedir. dolayısıyla sanayi politikası bir grubun diğerlerinin aleyhine desteklenmesi anlamını taşır. desteklenen sektörün büyümesi; ekonominin tamamının da büyüyeceği, istihdamın artacağı, dış açıkların azalacağı anlamına gelmez. mikroekonomik politikaların verimlilik gibi ekonomik, bölgesel eşitsizliklerin azaltılması gibi politik, savunma sanayiinin geliştirilmesi gibi askeri stratejik gerekçeleri olabilir; ve bu gerekçeler çerçevesinde gerekliliklerinin tartışılması gerekir.

makro sorunlar; nitelikli işgücünün, tasarrufun, yabancı yatırımın çoğaltılması gibi, tüm üreticilerin faydalandığı kaynak havuzunu genişletecek makroekonomik politikalarla çözülebilir. bu doğrultuda, eğitime ve bilimsel araştırmaya yapılan yatırımlar uzun vadede üretkenliği artırır. hukuka güvenin sağlanması, hem iç hem dış yatırımcının türkiye'de güvenle iş yapmasını sağlar; yatırımı çoğaltır. ülkede barış ve huzurun tesisi, bilhassa ülkenin doğusuna hiçbir teşvikin yapamayacağı katkıyı yapar. mikro ölçekte tekellerin önüne geçilmesi, piyasaların serbestleştirilmesi; kamuda vergi sisteminin düzeltilmesi; makroekonomide istikrarın sağlanması ülke çapında verimliliği artırır.

özetle, herkesin faydasına olacak o kadar çok iş var ki, devlet korumacılığı bırakıp onlara odaklansa kafi.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Güney Kore olamama vergisi

geçenlerde ekonomi bakanı elektronik ürünlere ek vergiler konacağını, bunların ticaretine kısıtlamalar getirileceğini duyurmuştu (misal: hürriyet'in haberi). sebep yerli üreticinin ithal ürünlerle rekabet edememesi. bir takım gerekçeler de sunulmuş, anti-damping gibi. yani, yabancı şirketler rekabeti bozucu hareketlerde bulunuyor, ya da onların devletleri şirketlerine destek çıkıyor, bu yüzden haksız rekabet ortaya çıkıyor demek isteniyor. geçerli olan-olmayan başka gerekçeler de vardır muhakkak korumacılığa destek çıkan.

benim aklıma ise şu geliyor: ülkemizin bilim ve teknoloji altyapısıyla (eğitim sistemi, akademik kurumları, ar-ge faaliyetleri vs.) gelişmiş ülkeler arasında dağlar kadar fark varken, damping midir asıl sorun yaratan?

bunu düşünürken zamanında bir vesileyle yaptığım aşağıdaki grafik geldi aklıma. ortaöğretimdeki öğrencilerin temel becerilerinin uluslararası karşılaştırmasını yapmayı sağlayan pisa testlerinde, oecd ülkelerinin durumunu görüyoruz burada. güney kore, japonya ve finlandiya tepede; yani samsung, sony ve nokia'yı çıkaran ülkeler. biz dipteyiz. abd de nispeten başarısız ama onlar beyin göçüyle kapatıyorlar herhalde arayı.





pisa testi eğitimin kalitesini yansıtan bir gösterge. bunun dışında, ortalama eğitim süresi, üniversite eğitimi görmüş insan oranı, nitelikli akademik makale ve patent sayısı gibi çok sayıda istatistik gösterebiliriz ülkemizin durumunun parlak olmadığını anlatmak için. yeterince bilim yapamayan bir ülkenin firmalarının teknolojik ürünlerde rekabetçi olmamaları da şaşırtıcı değil.

elbette bu istatistikleri düzeltecek eğitim-bilim-teknoloji politikaları bizi gelişmiş ülkeler düzeyine uzun vadede (belki bir 30 senede) getirebilir. o arada hiç teknolojik ürün üretemeyiz diye bir şey yok. ülkenin mevcut kaynaklarıyla bile, girişimciler çıkıp başarılı ürünler ortaya koyabilirler. ancak, genel bir teknolojik atılım için makro düzeyde bir gelişim sağlamalıyız. son haberlerde gördüğümüz türden etkisi belli sektörlerle sınırlı mikro politikaların, hele rekabetçiliği teşvik etmek yerine caydırarak, bunu sağlayamayacağı açık.

sonuç olarak, maliyeti hepimize yansıyacak, faydası büyük ölçüde korunan firmalarla sınırlı kalacak, muhtemelen kaynak israfına yol açacak ve belki çok uzun süre yürürlükte kalacak korumacı bir devlet müdahalesiyle karşı karşıyayız. dikkat!

(korumacılık üzerine daha detaylı yazasım var zamanım olursa. bakalım, kısmet...)

4 Haziran 2015 Perşembe

Bazı insanlar neden oy vermez?

birkaç sebebi olabilir. bir, kişi bencil hareket etmiştir. bir oyunun seçim sonucuna zerre kadar etki etmeyeceğini dikkate almış; o yüzden o gün sandık başına gitme zahmetine katlanmamıştır. oy kullanmayanlara verilen ceza (kanuna göre 20 lira gibi bir şey) bu insanları sandığa gitmeye teşvik edebilir. lakin, istemeyen adamı zorla sandığa götürmenin ne faydası var tartışılır.

iki, a ya da b partisine oy vermesinin daha iyi bir sonuca hizmet edeceğini düşünmemiştir. belki ikisini de aynı görüyordur (misal, bunlar hep aynı düzenin partisi gibi); belki vereceği oyun sağlayacağı avantajlar ve dezavantajlar birbirini götürüyordur (misal, a partisi kazanırsa daha özgür oluruz, ama ekonomi bozulur gibi.); belki de seçime katılan hiçbir parti kendi siyasi görüşünü yeterince temsil etmiyordur (misal, adam ifla olmaz bir libertaryen, anarşist ya da komünist olabilir.)

üç, kendisi gibi düşünen bir grup insanla beraber seçimleri protesto ediyordur. bunun da (seçimleri adil bulmamak gibi) çeşitli sebepleri olabilir. protesto ciddi boyutlara ulaşırsa, seçimi kazanan parti için meşruiyet problemi yaratabileceğinden, örgütlü protesto yeri geldiginde gayet güçlü bir siyasi irade beyanıdır.

benim aklıma gelen başlıca gerekçeler bunlar.

28 Mart 2015 Cumartesi

Peki bunlar hayatta ne işimize yarayacak?

bunu öğrenmek istemiyorum diye düşündüğüm çok olmuştur. misal, ortaokuldaki beden eğitimi dersinde el-baş amudu diye bir şey öğretmeye çalışıyorlardı. müfredata koymasalar, o şekilde durmayı öğrenmek şöyle dursun, aklıma bile gelmez öyle bir duruş. ne işe yarar onu da bilmiyorum, ama sporcu bünyelere bir egzersiz olarak bir faydası vardır belki. birine istemediği bir şeyi zorla öğretmeye çalışmak hoş bir şey değil, lakin eğitim sistemimiz buna aldırış etmiyor. kimi matematik öğrenmez istemiyor, kimi beden eğitimi hareketleri, din kültürü, felsefe, fizik, edebiyat ve saire. 

öte yandan, geriye dönüp baktığımda, faydasını bilmeden (severek ya da sevmeyerek) öğrendiğim pek çok şey de doğrudan ya da dolaylı bir işime yaramıştır. türev mesela. matematik; bulmaca, oyun gibi bir şeydi ve bu yüzden güzeldi ben öğrenirken, ama asıl faydasını mesleğimi öğrenirken gördüm.
ne işimize yarayacak diye bilmeden öğrendiğimiz, ama sonra bir faydası dokunabilen şeyleri üç gruba topladım.

birincisi, temel bilgi ve beceriler kazandıran şeyler. havuz problemleri zihinsel, beden eğitimi hareketleri fiziksel beceriler kazandırıp geliştiriyor (herhalde). tarih, edebiyat, din kültürü dersleri ileride genel kültür olacak bir sürü şey öğretiyor. mühendis, asker ya da öğretmen olan biri, mesleğine göre bu bilgi ve becerilerden bazısını doğrudan kullanıyor. diğerleri ise hayatta hiç beklenmedik bir anda bir işe yarayabiliyor. basit bir çizim yapmak gerektiğinde, çöp adamdan iyisini yapabilmek, çizime az biraz perspektif verebilmek fena bir şey değil. 

ikincisi, uzmanlık için öğrenilmesi gerekli şeyler. bir şeyi derinlemesine öğrenirken; çok gerekli görünmeyen, muhtemelen çoğu hiç karşımıza çıkmayacak bir sürü şey de öğreniyoruz. iktisadin, istatistiğin ve ekonometrinin ve sairenin teorisini ıcığına cıcığına kadar bilmeden de iktisatçı/ekonomist olarak bir iş tutulabilir. lakin bu şeyler yeri gelir fark yaratır. 

üçüncüsü, becerilerin işaretini veren şeyler. misal, bir bankaya iş başvurusunda bulunan genetik bölümü mezunu bir genç; ilgili bir eğitim almamış ve tecrübesi de yok. yine de aldığı eğitim ve derecesine bakarak; akıllı biri olduğu, analitik düşünme yeteneği bulunduğu, uygun bir iş verilirse rahatlıkla öğreneceği gibi sonuçlar çıkartılabilir. bu durumda aldığı dersler mesleğinde bir işe yaramaz; ama onları başarıyla bitirmiş olması onu işe sokabilir.  

özetle, öğrendiklerimiz sandığımızdan çok işe yarıyor. elbette bu her şeyi öğrenelim demek değil. insanın kapasitesi, zamanı, öğrenmeye ilgisi vs. sınırlı. dolayısıyla, bir öncelik sıralaması yapmak ve ne öğrenileceğini seçmek lazım. mümkünse de bunu milli eğitim kafasına göre yapıp dayatmasın.