İktisadın temel problemini iki kelimeyle özetleyebiliriz: kıtlık ve tercih. İktisadi aktörler ve toplumlar kıt kaynaklarını alternatif kullanım alanları arasında en iyi şekilde bölüştürmeye çalışırlar. Makroekonomik açıdan, bugün yüzyüze olduğumuz kıtlık ve tercih problemlerini sıralayalım.
Öncelikle, ulusal ekonominin toplam kaynak kısıtı gösterir ki; bir zaman diliminde (özel sektör ve kamunun) tüm tüketim ve yatırım harcamalarının toplamı, üretim artı net ithalatı aşamaz. Bugün salgın hastalık yüzünden işyerleri kapanıyor, ticaret aksıyor, birçok insan işsiz kalıyor, çalışanların geliri düşüyor; sonuçta mal ve hizmet üretimi azalıyor. Dış ticareti göz ardı edersek, bu durumda üretimle beraber toplam tüketim ve yatırım da düşmek zorunda. Haliyle buradan çıkış sağlık krizini aşıp iş hayatını normale döndürdüğümüzde olacak. O zamana kadar iktisadi daralmanın sıkıntılarını yaşayacağız.
Peki dış ticaret ve finans bize yardım eder mi? İhracat ve ithalat sayesinde ülkemizin tüketim imkanları üretim imkanlarıyla sınırlı değil. Bu yüzden, toplam üretimin düşmesi veya belli ihtiyaçların artması sebebiyle yaşanacak eksiklikleri normalde ithalat yoluyla aşabilirdik. Ancak bugün bu kolay değil. Bir defa, hastalık tehdidi tüm ülkelerde olduğundan, sağlık ürünleri gibi öncelikli ihtiyaçları dışarıdan yeterince sağlamak mümkün olmayabilir. İkincisi, genel olarak ithalatta finansman sorunu arttı. İhracat ve turizm aksadığından, ithalat yapacak döviz girişi de azalıyor. Dünyadaki bu çalkantılı ortamda, dövizi dışarıdan yatırım çekerek veya borçlanarak sağlamak da zorlaştı. Hatta tersine, son zamanlarda sermaye çıkışı yaşıyoruz. Ayrıca, merkez bankasının döviz rezervleri bir yandan sermaye çıkışını, diğer yandan ithalat gereksinimini çok uzun süre karşılayacak düzeyde değil. Çok şükür ki, petrol fiyatları düştü de petrol ve doğalgaz için ülkece ödeyeceğimiz fatura azalacak. Bunun dışında dış dünyadan şu an bize pek hayır yok.
Üretim ve tüketim konusunda sadece toplam değerler değil, bunların ekonomide nasıl dağıldığı da önemli. Biz biliyoruz ki, kaynakların verimli dağıldığı ideal piyasa koşullarında bile, sonuç çok eşitsiz olabilir. Bugünkü olağanüstü koşullarda ise durum daha vahim. Birçok insan salgın hastalıkla beraber yoksullukla da mücadele edecek. Başta sağlık, öncelikli ihtiyaçların karşılanması, (tarım, perakende gıda, nakliye, bankacılık, ileşitim vb.) kritik sektörlerin faaliyetini kesintisiz sürdürmesi, kimsenin aç ve açıkta kalmaması ve bu afetin külfetinin topluma dengeli dağıtılması devletin sorumluluğunda. Devletin elinde bunun için para ve maliye politikaları, düzenleyici kurumlar, kamu bankaları gibi birçok araç var. Ancak neyi kullanırsa kullansın, yapacağı şey aynı: daha iyi durumdakilerden alıp daha kötü durumdakilere vermek. Ayrıca her durumda, karşılaşılacak farklı ekonomik kısıtlar ve yapılması gereken tercihler olacak.
Devletin en bariz kısıtı bütçedir. Bütçede, kamu harcamalarının (tüketim, yatırım, destek/transfer ve faiz) toplamı, gelirler (vergi ve diğer) ve ilave borçlanma miktarıyla sınırlıdır. Dolayısıyla, daha çok harcama yapmak için ya geliri arttırmak ya da daha çok borçlanmak gerekir. Bunları yapmanın birden çok yolu var ve her biri farklı ekonomik sonuçlar doğurur. Devletin bu politikaları uygularken karşılacağı ödünleşimler (trade-off) yeni ekonomik kısıtlar ortaya koyar.
Şimdi birkaç ekonomi politikası örneği ele alalım. Bunun için sabit tutarlı yeni bir harcama paketi hazırlandığını düşünelim ve paketin nasıl finanse edilebileceğine bakalım.
İlk durumda, finansman ek vergiyle sağlansın. Vergi tüketimden, gelirden ya da servetten alınabilir. Zenginler daha çok tasarruf ettiğinden, tüketim vergilerinin yükü onlara az düşer. O yüzden ÖTV veya KDV artırmak, geliri dağıtmak için iyi bir yöntem değil. Şirketler krizde destek bekliyor (zaten birçoğunun halihazırda vergileri ertelendi), onlar vergilendirilemez. Gelir vergilerinde bordrolu çalışanlar açık hedef. Fakat adalet gözetilecekse, sırf onlara dayanarak büyük bir ek gelir yaratılamaz. Kalıyor geriye servet vergileri. Bunlar rahat toplandığı için, zor zamanlarda gündeme gelir. Ancak devlete güveni zedeleme ve sermayeyi kaçırma riski var. İkinci dünya savaşı yıllarında ülkemizde uygulanan varlık vergisi hala farklı boyutlarıyla tartışılıyor. Yine yakın zamanda ülkemizde yasalaşan değerli konut vergisi de tepki yaratmıştı. Buna rağmen, şartlar zor denilerek böyle bir vergi getirilirse hiç şaşırmam.
İkinci olarak, ek bütçe finansmanının vergi dışı gelirlerle yapıldığını düşünelim. Son yıllarda bunlar ülkemizde çok kullanıldı. Geçmiş vergi borçlarının yapılandırılması, imar affı, bedelli askerlik, özelleştirme, merkez bankasından yapılan kar ve ihtiyat akçesi ödemeleri hemen aklıma gelen gelir kaynakları. Merkez bankası transferleri dışındakiler (ona ayrıca geleceğiz), özel sektörün tasarrufunu gönüllü olarak devlete aktaran mekanizmalar. Tabii, özel tasarruflar devlete gidince, bu sefer yeni yatırımlara gidecek kaynak da düşer. Ama salgın hastalık gibi geçici bir durumda, bir süre yatırımdan feragat edip tüketimi desteklemek yanlış bir politika tercihi olmaz. Buradaki sorun, ülkede toplam gelirin düştüğü ortamda toplam tasarruf da düşecektir. Tasarrufun azaldığı durumda bu ve benzeri yollardan eskisi kadar bol gelir elde edilemeyebilir.
Üçüncü olarak, borçlanma seçeneğini ele alalım. Her dönem vadesi gelen bir miktar borcu olan devlet hazinesi, bunu çevirip üzerine ilave borçlama da yaparsa, gelirlerinin üzerinde harcama yapabilir. Yabancılar Türkiye'ye uğramazsa, borçlanma yurtiçinden yapılmak zorunda. Bu durumda gene yurtiçi tasarruflar kullanılacağı için, yatırım harcamaları geriler. Birkaç ay sonra dünyada finansal piyasalar durulur ve yabancı sermaye ülkemize tekrar yönelirse, yatırımlardaki dışlama etkisi (crowding-out) ortadan kalkabilir. Ancak, içeriden ya da dışarıdan her borçlanma devlete gelecekte faiz gideri çıkartır. Bunlar gelecekteki gelirlerden ödeneceğinden, borçlanma vergi toplamayı geleceğe ertelemek anlamına gelir. Salgının geçici olduğunu düşünürsek, bu da aslında iyi bir fikir. Ancak borçlanmanın miktarı arttıkça maliyeti yükselecektir. Dolayısıyla, piyasadan sınırsız borçlanma imkanı olamaz.
Dördüncü olarak, harcamanın merkez bankası kaynaklarıyla finanse edildiğini düşünelim. Bu doğrudan ya da dolaylı, çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin, merkez bankası bilançosundaki çeşitli kalemlerden hazine hesabına (kar, ihtiyat akçesi vs. adı altında) senyoraj diyebileceğimiz transferler yapılmaktadır. Bunlar kamu harcamalarında kullanıldığında piyasaya ilave para sürülür. Dolaylı merkez bankası fonlaması ise bankalar yoluyla olur. Örneğin, bankalar merkez bankasından kısa vadeli borç alıp bununla devlet tahvili satın alabilir. Bu bankaların işine gelmezse, bu sefer merkez bankası hazinenin piyasaya sattığı tahvilleri ikinci elden satın alabilir. İkinci piyasadan yapılan bu işlemler için kanuni bir engel ya da sınır bulunmuyor. Saydığım bu yöntemler halihazırda kullanılıyor. Bunların dışında, merkez bankasının ilk elden hazinenin borç senetlerini satın alması kanunen yasak. Fakat istenirse kanun da pek ala değiştirilip devlet için sıfır maliyetle sınırsız fonlama imkanı sağlanabilir.
Nasıl yapılırsa yapılsın, kamu harcamalarını para yaratarak finanse etmek enflasyonist olacaktır. Zaten paranın gelirin bölüştürülmesinde işe yaraması enflasyonist olmasıyla doğrudan ilişkili. Üretim sürecinde, çalışamayan insanları parayla ikame edemeyeceğimizden, doğrudan salgın kaynaklı üretim düşüşünü para yaratarak geri alamayız. Para yaratarak elde edilen kaynak, mesela fakirlere transfer edildiğinde, onların reel tüketimi artar. Yükselen enflasyon, ekonomi genelinde reel geliri ve (banka mevduatı, tahvil gibi) Türk lirası varlıkların reel değerini düşürür. Sonuçta, kamu harcamasından faydalanmayanlar fakirleşir, bunların reel tüketim ve yatırım harcamaları düşer. Dolayısıyla, toplam reel gelir değişmeden, enflasyon vergisi yoluyla toplum içinde kaynak transferi yapılabilir.
Para yaratmanın avantajı, çok kolay olmasında. Merkez bankası ol deyince, para oluyor. Hem bir seferlik hamleyle enflasyonu geçici olarak yükseltmenin maliyeti tek başına makul de olabilir. Lakin para politikası beklenti yönetimine dayanır. Hazineyi fonlayan bir merkez bankası, bu işi kontrollü yapacağına ve tekrar etmeyeceğine iktisadi aktörleri inandırabilir mi? Ayrıca, yukarıda bahsetmediğimiz, tasarrufunu dövizde tutan büyük bir grup var. Parasal genişleme ve enflasyon beklentisinin yaratacağı en büyük risk, dövize kaçışı (dolarizasyonu) hızlandırması olur. Dolarizasyon arttıkça da, aynı miktarda reel gelir üretip transfer yapmak giderek daha yüksek enflasyona yol açar ve sarmal şeklinde bu sürer. Yani büyük bir parasal genişlemeye gidilir ve beklentiler de iyi yönetilemezse, 1990'lardaki çok yüksek enflasyon ortamına veya daha kötüsüne gidilebilir. Ya da bir noktada döviz hesaplarına, sermaye giriş-çıkışına sınırlamalar koymak gibi tedbirler almak gerekir ki, sonrası ne olur bilinmez.
Burada daha çok makroekonomik politikaların bölüşüm maksadıyla kullanılmasından bahsettik. Zira böyle bir afet durumunda, vatandaşlara sosyal destek sağlanması öne çıkıyor. Ancak günümüzde özellikle para politikasının, daha çok istikrar amaçlı kullanıldığını görüyoruz. Dünyada merkez bankaları politika faizlerini indiriyor ve geniş çaplı parasal destek tedbirleri açıklıyor. Elbette bunlar arz tarafından kaynaklanan üretim kaybını gideremez. Ancak salgın gelmeden korkusu geldiği ve ekonomiler küçülmeden finansal piyasalar çöktüğü için, bu politikalar piyasalara istikrar sağlayarak ayrıca bir olumsuz talep şoku oluşmasını engelleyebilir. Tabii burada da bedaya yemek olmayacaktır. Bugün acil durum diye merkez bankaları ellerinde ne varsa kullanıyorlar, fakat bunun gelecekte ne gibi istenmeyen sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz.
Toparlarsak, ekonomide bir süre daralmaya sebep olacak bu salgında, sosyal destek için devletin yeni önlemler alması gündeme gelebilir. Bu durumda, finansman alternatifleri arasında, borçlanmak ve bunu da mümkünse dışarıdan (belki IMF desteği de alarak) yapmak en iyi seçenek gibi görünüyor. Bu yeterli gelmezse diğer seçenekler de içerdikleri ödünleşimler dikkate alınarak devreye sokulabilir. Tabii destek paketi oluşturulurken, finansman tarafındaki maliyetler de hesaba katılacak ve harcama kalemleri belirlenen önceliklere göre sıralanacaktır. ABD'deki süreçte, herkes destek paketine kendi kolladığı kesime yönelik bir şey koydurmaya kalkınca paket şiştikçe şişti. Bizim öyle bir lüksümüz yok. O yüzden, yoksulluğu hafifletmeye öncelik veren, hedefe yönelik politikalar uygulamamız gerekiyor. Kıtlık ve tercih problemi bizim için daha çetin.
Öncelikle, ulusal ekonominin toplam kaynak kısıtı gösterir ki; bir zaman diliminde (özel sektör ve kamunun) tüm tüketim ve yatırım harcamalarının toplamı, üretim artı net ithalatı aşamaz. Bugün salgın hastalık yüzünden işyerleri kapanıyor, ticaret aksıyor, birçok insan işsiz kalıyor, çalışanların geliri düşüyor; sonuçta mal ve hizmet üretimi azalıyor. Dış ticareti göz ardı edersek, bu durumda üretimle beraber toplam tüketim ve yatırım da düşmek zorunda. Haliyle buradan çıkış sağlık krizini aşıp iş hayatını normale döndürdüğümüzde olacak. O zamana kadar iktisadi daralmanın sıkıntılarını yaşayacağız.
Peki dış ticaret ve finans bize yardım eder mi? İhracat ve ithalat sayesinde ülkemizin tüketim imkanları üretim imkanlarıyla sınırlı değil. Bu yüzden, toplam üretimin düşmesi veya belli ihtiyaçların artması sebebiyle yaşanacak eksiklikleri normalde ithalat yoluyla aşabilirdik. Ancak bugün bu kolay değil. Bir defa, hastalık tehdidi tüm ülkelerde olduğundan, sağlık ürünleri gibi öncelikli ihtiyaçları dışarıdan yeterince sağlamak mümkün olmayabilir. İkincisi, genel olarak ithalatta finansman sorunu arttı. İhracat ve turizm aksadığından, ithalat yapacak döviz girişi de azalıyor. Dünyadaki bu çalkantılı ortamda, dövizi dışarıdan yatırım çekerek veya borçlanarak sağlamak da zorlaştı. Hatta tersine, son zamanlarda sermaye çıkışı yaşıyoruz. Ayrıca, merkez bankasının döviz rezervleri bir yandan sermaye çıkışını, diğer yandan ithalat gereksinimini çok uzun süre karşılayacak düzeyde değil. Çok şükür ki, petrol fiyatları düştü de petrol ve doğalgaz için ülkece ödeyeceğimiz fatura azalacak. Bunun dışında dış dünyadan şu an bize pek hayır yok.
Üretim ve tüketim konusunda sadece toplam değerler değil, bunların ekonomide nasıl dağıldığı da önemli. Biz biliyoruz ki, kaynakların verimli dağıldığı ideal piyasa koşullarında bile, sonuç çok eşitsiz olabilir. Bugünkü olağanüstü koşullarda ise durum daha vahim. Birçok insan salgın hastalıkla beraber yoksullukla da mücadele edecek. Başta sağlık, öncelikli ihtiyaçların karşılanması, (tarım, perakende gıda, nakliye, bankacılık, ileşitim vb.) kritik sektörlerin faaliyetini kesintisiz sürdürmesi, kimsenin aç ve açıkta kalmaması ve bu afetin külfetinin topluma dengeli dağıtılması devletin sorumluluğunda. Devletin elinde bunun için para ve maliye politikaları, düzenleyici kurumlar, kamu bankaları gibi birçok araç var. Ancak neyi kullanırsa kullansın, yapacağı şey aynı: daha iyi durumdakilerden alıp daha kötü durumdakilere vermek. Ayrıca her durumda, karşılaşılacak farklı ekonomik kısıtlar ve yapılması gereken tercihler olacak.
Devletin en bariz kısıtı bütçedir. Bütçede, kamu harcamalarının (tüketim, yatırım, destek/transfer ve faiz) toplamı, gelirler (vergi ve diğer) ve ilave borçlanma miktarıyla sınırlıdır. Dolayısıyla, daha çok harcama yapmak için ya geliri arttırmak ya da daha çok borçlanmak gerekir. Bunları yapmanın birden çok yolu var ve her biri farklı ekonomik sonuçlar doğurur. Devletin bu politikaları uygularken karşılacağı ödünleşimler (trade-off) yeni ekonomik kısıtlar ortaya koyar.
Şimdi birkaç ekonomi politikası örneği ele alalım. Bunun için sabit tutarlı yeni bir harcama paketi hazırlandığını düşünelim ve paketin nasıl finanse edilebileceğine bakalım.
İlk durumda, finansman ek vergiyle sağlansın. Vergi tüketimden, gelirden ya da servetten alınabilir. Zenginler daha çok tasarruf ettiğinden, tüketim vergilerinin yükü onlara az düşer. O yüzden ÖTV veya KDV artırmak, geliri dağıtmak için iyi bir yöntem değil. Şirketler krizde destek bekliyor (zaten birçoğunun halihazırda vergileri ertelendi), onlar vergilendirilemez. Gelir vergilerinde bordrolu çalışanlar açık hedef. Fakat adalet gözetilecekse, sırf onlara dayanarak büyük bir ek gelir yaratılamaz. Kalıyor geriye servet vergileri. Bunlar rahat toplandığı için, zor zamanlarda gündeme gelir. Ancak devlete güveni zedeleme ve sermayeyi kaçırma riski var. İkinci dünya savaşı yıllarında ülkemizde uygulanan varlık vergisi hala farklı boyutlarıyla tartışılıyor. Yine yakın zamanda ülkemizde yasalaşan değerli konut vergisi de tepki yaratmıştı. Buna rağmen, şartlar zor denilerek böyle bir vergi getirilirse hiç şaşırmam.
İkinci olarak, ek bütçe finansmanının vergi dışı gelirlerle yapıldığını düşünelim. Son yıllarda bunlar ülkemizde çok kullanıldı. Geçmiş vergi borçlarının yapılandırılması, imar affı, bedelli askerlik, özelleştirme, merkez bankasından yapılan kar ve ihtiyat akçesi ödemeleri hemen aklıma gelen gelir kaynakları. Merkez bankası transferleri dışındakiler (ona ayrıca geleceğiz), özel sektörün tasarrufunu gönüllü olarak devlete aktaran mekanizmalar. Tabii, özel tasarruflar devlete gidince, bu sefer yeni yatırımlara gidecek kaynak da düşer. Ama salgın hastalık gibi geçici bir durumda, bir süre yatırımdan feragat edip tüketimi desteklemek yanlış bir politika tercihi olmaz. Buradaki sorun, ülkede toplam gelirin düştüğü ortamda toplam tasarruf da düşecektir. Tasarrufun azaldığı durumda bu ve benzeri yollardan eskisi kadar bol gelir elde edilemeyebilir.
Üçüncü olarak, borçlanma seçeneğini ele alalım. Her dönem vadesi gelen bir miktar borcu olan devlet hazinesi, bunu çevirip üzerine ilave borçlama da yaparsa, gelirlerinin üzerinde harcama yapabilir. Yabancılar Türkiye'ye uğramazsa, borçlanma yurtiçinden yapılmak zorunda. Bu durumda gene yurtiçi tasarruflar kullanılacağı için, yatırım harcamaları geriler. Birkaç ay sonra dünyada finansal piyasalar durulur ve yabancı sermaye ülkemize tekrar yönelirse, yatırımlardaki dışlama etkisi (crowding-out) ortadan kalkabilir. Ancak, içeriden ya da dışarıdan her borçlanma devlete gelecekte faiz gideri çıkartır. Bunlar gelecekteki gelirlerden ödeneceğinden, borçlanma vergi toplamayı geleceğe ertelemek anlamına gelir. Salgının geçici olduğunu düşünürsek, bu da aslında iyi bir fikir. Ancak borçlanmanın miktarı arttıkça maliyeti yükselecektir. Dolayısıyla, piyasadan sınırsız borçlanma imkanı olamaz.
Dördüncü olarak, harcamanın merkez bankası kaynaklarıyla finanse edildiğini düşünelim. Bu doğrudan ya da dolaylı, çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin, merkez bankası bilançosundaki çeşitli kalemlerden hazine hesabına (kar, ihtiyat akçesi vs. adı altında) senyoraj diyebileceğimiz transferler yapılmaktadır. Bunlar kamu harcamalarında kullanıldığında piyasaya ilave para sürülür. Dolaylı merkez bankası fonlaması ise bankalar yoluyla olur. Örneğin, bankalar merkez bankasından kısa vadeli borç alıp bununla devlet tahvili satın alabilir. Bu bankaların işine gelmezse, bu sefer merkez bankası hazinenin piyasaya sattığı tahvilleri ikinci elden satın alabilir. İkinci piyasadan yapılan bu işlemler için kanuni bir engel ya da sınır bulunmuyor. Saydığım bu yöntemler halihazırda kullanılıyor. Bunların dışında, merkez bankasının ilk elden hazinenin borç senetlerini satın alması kanunen yasak. Fakat istenirse kanun da pek ala değiştirilip devlet için sıfır maliyetle sınırsız fonlama imkanı sağlanabilir.
Nasıl yapılırsa yapılsın, kamu harcamalarını para yaratarak finanse etmek enflasyonist olacaktır. Zaten paranın gelirin bölüştürülmesinde işe yaraması enflasyonist olmasıyla doğrudan ilişkili. Üretim sürecinde, çalışamayan insanları parayla ikame edemeyeceğimizden, doğrudan salgın kaynaklı üretim düşüşünü para yaratarak geri alamayız. Para yaratarak elde edilen kaynak, mesela fakirlere transfer edildiğinde, onların reel tüketimi artar. Yükselen enflasyon, ekonomi genelinde reel geliri ve (banka mevduatı, tahvil gibi) Türk lirası varlıkların reel değerini düşürür. Sonuçta, kamu harcamasından faydalanmayanlar fakirleşir, bunların reel tüketim ve yatırım harcamaları düşer. Dolayısıyla, toplam reel gelir değişmeden, enflasyon vergisi yoluyla toplum içinde kaynak transferi yapılabilir.
Para yaratmanın avantajı, çok kolay olmasında. Merkez bankası ol deyince, para oluyor. Hem bir seferlik hamleyle enflasyonu geçici olarak yükseltmenin maliyeti tek başına makul de olabilir. Lakin para politikası beklenti yönetimine dayanır. Hazineyi fonlayan bir merkez bankası, bu işi kontrollü yapacağına ve tekrar etmeyeceğine iktisadi aktörleri inandırabilir mi? Ayrıca, yukarıda bahsetmediğimiz, tasarrufunu dövizde tutan büyük bir grup var. Parasal genişleme ve enflasyon beklentisinin yaratacağı en büyük risk, dövize kaçışı (dolarizasyonu) hızlandırması olur. Dolarizasyon arttıkça da, aynı miktarda reel gelir üretip transfer yapmak giderek daha yüksek enflasyona yol açar ve sarmal şeklinde bu sürer. Yani büyük bir parasal genişlemeye gidilir ve beklentiler de iyi yönetilemezse, 1990'lardaki çok yüksek enflasyon ortamına veya daha kötüsüne gidilebilir. Ya da bir noktada döviz hesaplarına, sermaye giriş-çıkışına sınırlamalar koymak gibi tedbirler almak gerekir ki, sonrası ne olur bilinmez.
Burada daha çok makroekonomik politikaların bölüşüm maksadıyla kullanılmasından bahsettik. Zira böyle bir afet durumunda, vatandaşlara sosyal destek sağlanması öne çıkıyor. Ancak günümüzde özellikle para politikasının, daha çok istikrar amaçlı kullanıldığını görüyoruz. Dünyada merkez bankaları politika faizlerini indiriyor ve geniş çaplı parasal destek tedbirleri açıklıyor. Elbette bunlar arz tarafından kaynaklanan üretim kaybını gideremez. Ancak salgın gelmeden korkusu geldiği ve ekonomiler küçülmeden finansal piyasalar çöktüğü için, bu politikalar piyasalara istikrar sağlayarak ayrıca bir olumsuz talep şoku oluşmasını engelleyebilir. Tabii burada da bedaya yemek olmayacaktır. Bugün acil durum diye merkez bankaları ellerinde ne varsa kullanıyorlar, fakat bunun gelecekte ne gibi istenmeyen sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz.
Toparlarsak, ekonomide bir süre daralmaya sebep olacak bu salgında, sosyal destek için devletin yeni önlemler alması gündeme gelebilir. Bu durumda, finansman alternatifleri arasında, borçlanmak ve bunu da mümkünse dışarıdan (belki IMF desteği de alarak) yapmak en iyi seçenek gibi görünüyor. Bu yeterli gelmezse diğer seçenekler de içerdikleri ödünleşimler dikkate alınarak devreye sokulabilir. Tabii destek paketi oluşturulurken, finansman tarafındaki maliyetler de hesaba katılacak ve harcama kalemleri belirlenen önceliklere göre sıralanacaktır. ABD'deki süreçte, herkes destek paketine kendi kolladığı kesime yönelik bir şey koydurmaya kalkınca paket şiştikçe şişti. Bizim öyle bir lüksümüz yok. O yüzden, yoksulluğu hafifletmeye öncelik veren, hedefe yönelik politikalar uygulamamız gerekiyor. Kıtlık ve tercih problemi bizim için daha çetin.