Uluslararası yatırım pozisyonu (UYP), bir ülkenin dış varlıklarını ve yükümlülüklerini gösteren finansal tablodur. UYP ödemeler dengesindeki finansal akımlarla ilişkili stok değerleri gösterir. Örneğin, yabancı bir yatırımcı Türkiye'de hisse senedi satın aldığında, işlem o dönem ödemeler dengesinin uygun kalemine yükümlülük oluşumu diye kaydedilir. İşlem aynı dönemde UYP'ye de kaydedilir ve yabancı hisseyi tuttukça ileriki dönemlerde güncel dolar değeriyle raporlanır. Stok değer, piyasa koşullarında hisse senedinin TL fiyatına ve dolar kuruna göre değişir. Fiyat değişimi haricinde, yeni hisse alındığında veya eldeki hisseler satıldığında da stok değişir. Bunun gibi tüm kalemler toplandığında ülkenin yurtdışındaki, yabancıların da ülkedeki mevcut yatırımlarının dökümü ortaya çıkar.
Ülkemizde ödemeler dengesi ve UYP istatistiklerini (bkz.) merkez bankası yayımlar. Aşağıda Türkiye'nin basitleştirilmiş Mart 2020 UYP tablosu, ana başlıkları ve bazı önemli kalemleriyle görülüyor. Buna göre Türkiye'nin 234 milyar dolar değerinde uluslararası varlığı varken, 548 milyar dolar da yükümlülüğü bulunuyor. Dolayısıyla, net pozisyon en son 315 milyar dolar açık vermiş durumda.
UYP'deki varlıkların yarıdan fazlası, merkez bankasının rezervleri (92) ve bankaların (iştirakleri dahil) yurtdışındaki mevduatlarından (44) oluşuyor. İkincinin 35 milyar doları döviz, kalanı TL cinsinden. Likit döviz varlıklarından oluşan bu tutar resmi rezervlere eklendiğinde (35+92=) 127 milyar dolar ediyor. Bu da Türkiye'nin toplam uluslararası rezervini oluşturuyor. Dövize ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilecek bu kaynak, ülkenin bir nevi kara gün parası. Varlıkların geriye kalan kısmı doğrudan yatırımlar, çeşitli krediler ve banka dışı kesimin yurtdışı mevduatından oluşuyor. Portföy yatırımı ise pek yok. Elbette bunlar kayıtlı varlıklar. Türk vatandaşlarının yurtdışındaki takip edilemeyen servetleri bu tabloya dahil değil.
Yükümlülük tarafında, borçlanma araçları (yani çeşitli krediler, borç senetleri ve mevduat) aslan payına sahip. Bunlar büyük ölçüde döviz cinsinden. Doğrudan veya hisse senetleri yoluyla özsermayeye yapılan yabancı yatırımların payı ise daha küçük. Özsermaye yatırımları ve TL cinsi borçlanma araçları bizim için daha avantajlıdır. Mesela yabancı bir banka Türkiye'deki bir kuruma dolarla kredi verirken, temerrüt (default) ihtimali dışında bir risk almaz. Döviz kuru arttığı ve büyüme düştüğünde, bizim dolar cinsi milli gelirimiz düşer; fakat bu durum parasını faiziyle tıkır tıkır alan yabancı bankayı etkilemez. Bu da kötü zamanlarda külfetin tamamen bize kalmasına yol açar. Oysa özsermayeye ya da TL borç senetlerine yatırım yapan yabancı riskleri bizimle bölüşür. TL değerlenirken ve büyüme hızlanıp varlık fiyatları yükselirken, yani biz kazanırken, o da kazanır; kaybederken o da kaybeder. Bunun önemini UYP'yi birikimli cari işlemler açığıyla karşılaştırarak anlayabiliriz.
Ödemeler dengesinde, (ölçüm ve tahmin hataları hariç) cari işlemler açığı finans hesaplarındaki fazlaya eşittir. Dolayısıyla varlık değerleri sabitken, cari açık varsa UYP'nin bunun kadar azalması, fazla varsa artması beklenir. Oysa aşağıdaki grafikte, 1996 yılından başlayıp UYP'yi her sene cari denge kadar değiştirdiğimizde (kırmızı çizgi), bunun UYP'nin gerçekleşmesinden (mavi) farklı olduğunu görüyoruz.
Grafiğe göre 2000'lerin başında TL'nin değerli ve varlık fiyatlarının yüksek olduğu dönemlerde UYP hızla düşerken, daha sonra bu eğilim yavaşlıyor ve 2012'den sonra da tersine dönüyor. Grafikteki çizgiler 2012-13 arası kesişmiş. O tarihten bu yana toplamda 200 milyar dolara yakın cari açık verilirken, UYP'deki açık genişlemek şöyle dursun 100 milyar dolara yakın daralmış. Demek ki değer değişimlerinden 300 milyar dolarlık bir kazanç (capital gain) sağlamışız. Başka bir açıdan bakarsak, bu kazanç sayesinde bu cari açıkları verebilmiş ve büyüme açısından maliyetli olacak bir dengelenmeyi uzun süre ertelemişiz.
Peki bu değer kazançlarına sevinmeli miyiz? Burada bizim kazancımız, yabancının kaybı demek. Kimse de para kaybedeceği yere yatırım yapmak istemez. Dolayısıyla uzun vadeli ilişkilere zarar verecek güven kaybı yaşanıp yaşanmaması önemli. Küresel finansal kriz, salgın hastalık ya da jeopolitik tehdit gibi öngörülemez bir olay yaşandığında, kimse bu sebepten o ülkeyi suçlayamaz. Böyle zamanlarda ülkenin nimetlerinden faydalanan herkesin krizin külfetini paylaşması doğaldır. Fakat bugünkü durumun farklı olduğu açık. Uzunca bir süredir, bizim ne düşündüğümüzü geçtim, AB ve IMF gibi etkili kurumların ve batılı basının neredeyse tamamı Türkiye'yi olumsuz değerlendiriyor ve bundan siyasi iktidarı sorumlu tutuyor. Türkiye'de iş yapanlarsa ülkenin siyasi ve ekonomik sorunlarını bizzat gözlemliyor. Yatırımcı çekmeyi ve olanı korumayı giderek zorlaştıran bu koşulları, geleceğimiz için endişe verici buluyorum.
Ülkemizde ödemeler dengesi ve UYP istatistiklerini (bkz.) merkez bankası yayımlar. Aşağıda Türkiye'nin basitleştirilmiş Mart 2020 UYP tablosu, ana başlıkları ve bazı önemli kalemleriyle görülüyor. Buna göre Türkiye'nin 234 milyar dolar değerinde uluslararası varlığı varken, 548 milyar dolar da yükümlülüğü bulunuyor. Dolayısıyla, net pozisyon en son 315 milyar dolar açık vermiş durumda.
UYP'deki varlıkların yarıdan fazlası, merkez bankasının rezervleri (92) ve bankaların (iştirakleri dahil) yurtdışındaki mevduatlarından (44) oluşuyor. İkincinin 35 milyar doları döviz, kalanı TL cinsinden. Likit döviz varlıklarından oluşan bu tutar resmi rezervlere eklendiğinde (35+92=) 127 milyar dolar ediyor. Bu da Türkiye'nin toplam uluslararası rezervini oluşturuyor. Dövize ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilecek bu kaynak, ülkenin bir nevi kara gün parası. Varlıkların geriye kalan kısmı doğrudan yatırımlar, çeşitli krediler ve banka dışı kesimin yurtdışı mevduatından oluşuyor. Portföy yatırımı ise pek yok. Elbette bunlar kayıtlı varlıklar. Türk vatandaşlarının yurtdışındaki takip edilemeyen servetleri bu tabloya dahil değil.
Yükümlülük tarafında, borçlanma araçları (yani çeşitli krediler, borç senetleri ve mevduat) aslan payına sahip. Bunlar büyük ölçüde döviz cinsinden. Doğrudan veya hisse senetleri yoluyla özsermayeye yapılan yabancı yatırımların payı ise daha küçük. Özsermaye yatırımları ve TL cinsi borçlanma araçları bizim için daha avantajlıdır. Mesela yabancı bir banka Türkiye'deki bir kuruma dolarla kredi verirken, temerrüt (default) ihtimali dışında bir risk almaz. Döviz kuru arttığı ve büyüme düştüğünde, bizim dolar cinsi milli gelirimiz düşer; fakat bu durum parasını faiziyle tıkır tıkır alan yabancı bankayı etkilemez. Bu da kötü zamanlarda külfetin tamamen bize kalmasına yol açar. Oysa özsermayeye ya da TL borç senetlerine yatırım yapan yabancı riskleri bizimle bölüşür. TL değerlenirken ve büyüme hızlanıp varlık fiyatları yükselirken, yani biz kazanırken, o da kazanır; kaybederken o da kaybeder. Bunun önemini UYP'yi birikimli cari işlemler açığıyla karşılaştırarak anlayabiliriz.
Ödemeler dengesinde, (ölçüm ve tahmin hataları hariç) cari işlemler açığı finans hesaplarındaki fazlaya eşittir. Dolayısıyla varlık değerleri sabitken, cari açık varsa UYP'nin bunun kadar azalması, fazla varsa artması beklenir. Oysa aşağıdaki grafikte, 1996 yılından başlayıp UYP'yi her sene cari denge kadar değiştirdiğimizde (kırmızı çizgi), bunun UYP'nin gerçekleşmesinden (mavi) farklı olduğunu görüyoruz.
Grafiğe göre 2000'lerin başında TL'nin değerli ve varlık fiyatlarının yüksek olduğu dönemlerde UYP hızla düşerken, daha sonra bu eğilim yavaşlıyor ve 2012'den sonra da tersine dönüyor. Grafikteki çizgiler 2012-13 arası kesişmiş. O tarihten bu yana toplamda 200 milyar dolara yakın cari açık verilirken, UYP'deki açık genişlemek şöyle dursun 100 milyar dolara yakın daralmış. Demek ki değer değişimlerinden 300 milyar dolarlık bir kazanç (capital gain) sağlamışız. Başka bir açıdan bakarsak, bu kazanç sayesinde bu cari açıkları verebilmiş ve büyüme açısından maliyetli olacak bir dengelenmeyi uzun süre ertelemişiz.
Peki bu değer kazançlarına sevinmeli miyiz? Burada bizim kazancımız, yabancının kaybı demek. Kimse de para kaybedeceği yere yatırım yapmak istemez. Dolayısıyla uzun vadeli ilişkilere zarar verecek güven kaybı yaşanıp yaşanmaması önemli. Küresel finansal kriz, salgın hastalık ya da jeopolitik tehdit gibi öngörülemez bir olay yaşandığında, kimse bu sebepten o ülkeyi suçlayamaz. Böyle zamanlarda ülkenin nimetlerinden faydalanan herkesin krizin külfetini paylaşması doğaldır. Fakat bugünkü durumun farklı olduğu açık. Uzunca bir süredir, bizim ne düşündüğümüzü geçtim, AB ve IMF gibi etkili kurumların ve batılı basının neredeyse tamamı Türkiye'yi olumsuz değerlendiriyor ve bundan siyasi iktidarı sorumlu tutuyor. Türkiye'de iş yapanlarsa ülkenin siyasi ve ekonomik sorunlarını bizzat gözlemliyor. Yatırımcı çekmeyi ve olanı korumayı giderek zorlaştıran bu koşulları, geleceğimiz için endişe verici buluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder