Günümüz iktisadında yüksek enflasyona karşı standart politika, merkez bankasının kısa vadeli faizi artırarak parasal sıkılaştırma yapmasıdır. Bu bir defa, finansman maliyetlerini yükseltip yatırım ve tüketim talebini azaltır. Toplam talebin azalması genel fiyat düzeyindeki artışı aşağı çeker. İkincisi, faizin yükselmesi ulusal parayla yapılan tasarrufun getirisini artırarak onu döviz, altın gibi uluslararası varlıklar karşısında cazip kılar. Bu yolla paranın değerlenmesi dış ticarete konu olan tüketim mallarının ve üretimde kullanılan hammaddelerin iç piyasadaki fiyatını düşürür. Üçüncüsü, merkez bankasının sıkı para politikasını kararlılıkla uygulayacağına ve ilk iki kanaldan enflasyonun düşeceğine ekonomideki aktörler inandığında, enflasyon beklentileri düşer. O zaman, üretici satış fiyatını, ev sahibi kira değerini, çalışan ücret talebini belirlerken daha düşük artışlara razı gelir. Beklentiler ne kadar hızlı iyileşirse, uygulanması gereken sıkılaşma o kadar az olur. İlk iki kanaldan hangisinin daha önemli olduğu ekonominin koşullarına göre değişir. Fakat beklentileri yönetmek her durumda en önemlisidir.
Enflasyon yükseldiğinde faiz artırmak gerekir mi?
Günümüzün yaygın iktisat anlayışı çerçevesinde, ekonomilerin hızlı büyüdüğü dönemlerde buna evet demek kolay. Genel fiyat artışlarına arz şokları sebep olduğunda ise sorun daha çetrefilli. Arz şokları küresel ekonomide 1970'lerde hammadde ve petrol fiyatlarındaki dalgalanmalarla yaşanmıştı. Pandemi sonrası uluslararası tedarik zincirlerindeki aksaklıklarla tekrar kendini gösterdi. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra bazı hammaddelerin arzının kısılmasıyla şiddetlendi. Denebilir ki, merkez bankaları buna ne yapsın? Faiz artırımı kıt olan ürünleri bollaştırıp ucuzlatmaz. Onun yerine, talebi kısıp maliyet artışının nihai ürün fiyatlarına yansımasını bir nebze engeller. Bu da ekonominin daha fazla daralmasına yol açar ve işsizlik, yoksulluk gibi sosyal problemler doğurur. Bundan kimse hoşlanmadığından, dünya merkez bankaları yakın dönemde kontrolden çıkmaya başlayana dek enflasyona tepki vermekten kaçındılar.
Merkez bankalarının arz şoklarına tepki vermede acele etmemesinde haklılık payı var. Fakat şu noktaya dikkat etmek lazım. Günümüz enflasyonu dünyada da Türkiye'de de sadece arz şoklarının sonucu değil. Pandemi başlangıcında en büyük tehdit olarak ekonomik daralma görüldüğü için büyük parasal ve mali genişleme politikaları uygulandı. ABD'de bu yetmezmiş gibi, Biden başkan seçilince devlet bütçesinden ulufe dağıtırcasına büyük harcama programları açıkladı. Bunlar ABD'de işsizliği doğal sınırına kadar düşürürken, ücret enflasyon sarmalı yarattı ve varlık fiyatlarını şişirdi. Ülkemizde ise, geçtiğimiz seneden beri önce zamansız faiz indirimileriyle panik yaratıldı ve döviz kurunun sıçramasına yol açıldı. Sonra enflasyonun altında tutulan faizlerle Türk lirasıyla tasarruf edenler cezalandırıldı, harcayanlar ödüllendirildi. Kredi pompalanarak, her türlü mal ve hizmetin ve enflasyona karşı korunaklı (döviz, gayrimenkul vb.) varlığın fiyatı patlatıldı. Bunların hiçbirinin arz şoklarıyla alakası yok.
Yüksek enflasyonun zararlarını daha önce (şurada) anlatmıştık. Para politikası hedeflerinin inandırıcılığını kaybetmesi ise enflasyonun yüksek seviyelerde süreklilik kazanmasına ve istikrarsız olmasına yol açar. Zorda kaldığında kenara çekilen ve koyduğu hedefi unutan bir merkez bankasının sözüne artık kim neden güvensin? Enflasyon dış dünyadaki iyi kötü gelişmelere göre savrulacaksa, iktisadi aktörler nasıl fiyatlama yapsın? İşçi sendikası ücretine, mal sahibi kirasına, üretici ürününe yüksek zam istediğinde, onu enflasyonun düşeceğine kim nasıl ikna etsin? Sonra enflasyon katılık kazanınca nasıl düşürülsün? Bu zorlukları birçok merkez bankası gördüğü için para politikalarını sıkılaştırıyorlar. ABD ve İngiltere merkez bankaları faiz artırmaya başladı. Avrupa Merkez Bankası yakında başlayacak. Türkiye'de ise merkez bankası daha radikal bir çizgide. Para politikası metinlerinde (mesela şurada) belirtildiği üzere, enflasyonun bir yere kadar çıkıp küresel barışın sağlanmasıyla düşmesini bekliyorlar. Düştüğü kadar, düşmeyen kader gibi.
Faiz artırmak enflasyonu düşürmeye yeter mi?
Arz şokları özelinde parasal sıkılaşmanın dışsal maliyet artışlarını ortadan kaldırmadığını söyledik. Bunun dışında, enflasyonda kalıcı düşüşün önemli bir şartı, para politikasının diğer iktisadi politikalarla desteklenerek uzun vadede tutarlı bir şekilde uygulanmasıdır. Bu konuda klasik bir örnek, yüksek bütçe açığı ve kamu borcu olan ülkelerde, uzun vadede borcun parasallaşması sorunudur. Böyle bir ülkede para politikası sıkılaştığında, devletin borçlanma maliyeti de artar. Bütçe açıklarını kapatamayan ülkelerde borçlanma ihtiyacını artıran bu durum, politika yapıcıları gelecekte gevşek para politikasına dönüp kamu borcunu reel olarak eritmek zorunda bırakır. Uygulanan sıkı para politikasının geçici olduğu ve sürdürülemeyeceğine dair bir görünüm varsa, beklentilerde iyileşme ve enflasyonda kalıcı bir düşüş sağlanamaz. Bugün dünyada kamu borcu yüksek birçok ülke bu riski taşıyor. Fiyat istikrarına öncelik veren, güçlü ve bağımsız merkez bankalarına sahip ülkelerde risk daha düşükken, diğerlerinde daha fazla.
Ülkemizde bugün için kamu maliyesinden kaynaklanan bir enflasyon sorunu yok, fakat başka meseleler var. Büyümeyi besleyen üretkenlik artışı yetersiz olduğundan (bkz. bir, iki), üretim ve istihdamı artırmanın yolu olarak işgücü ve finansman maliyetleri düşürmek görülüyor. Düşük faiz ve değersiz Türk lirası tam da bu amaca hizmet ediyor. Fakat yükselen enflasyonun gösterdiği gibi bu yol sonunda tıkanmaya mahkum. Yüksek faiz ve değerli Türk lirası olduğunda ise enflasyon kısa vadede düşse bile, bu sefer ya büyüme duracak ya da kısa vadeli dış borçlanmaya dayanan kırılgan bir ekonomi ortaya çıkacak. Sürekli ve hızlı bir kalkınma yaratamayan bir ekonomide de enflasyonist politikalara dönüş riski hep olacaktır. Bu sorunu aşmanın yolunu bulana kadar fiyat istikrarına kavuşmamız kolay olmayacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder