29 Ocak 2021 Cuma

Vergide adalet ve verimlilik

Adil ve verimli vergi düzeni kurmak zordur. Birincisi, adalet sübjektif bir kavram; kişinin yaşadığı topluma, ait olduğu zümreye ve dünya görüşüne göre değişir. Becerikli, çalışkan ve girişimci bireylerin çok kazanıp toplumda ödüllendirildiği algısında olanlar yüksek vergileri adil görmeyebilir. Böyle bir toplum düzeni arzu edenler, üretim ve tasarrufların daha az, tüketimin daha çok vergilendirildiği küçük bütçeli bir mali yapı tercih eder. Zengin olmak için zengin doğmanın ya da bağlantısı olmanın gerektiğine inananlar ile eşitlikçi bir toplum yapısı hayal edenler ise tersine, gelirin ve servetin yüksek oranda vergilendirilerek yeniden bölüştürüldüğü bir düzen ister. İkincisi, vergilendirmenin verimli olması çoğu zaman adaletle çelişir. Özellikle devletin bütçesi büyüyüp harcamalar için finansman ihtiyacı arttığında, etkin şekilde vergi toplamak daha fazla önem kazanır. Frank Ramsey'in 1927 tarihli çalışmasıyla başlayan ve 1970'lerde Peter Diamond ve James Mirrlees'in çalışmalarıyla ilerleyen optimal vergilendirme teorisi bu problemi ele alır. (Joseph Stiglitz'in Ramsey'in anısına yazdığı şu makale literatürü özetliyor.)

Verimlilik meselesini, tüketim vergileri üzerinden basitçe şöyle açıklayabiliriz. Bir mala ilave vergi konulduğunda, bazı alıcı ve satıcılar piyasadan çekilir. Kimi satıcının vergi sonrası kazancı maliyetini kurtarmaz, kimi alıcıya da yükselen fiyat malın ederinden fazla gelir. Devlet gerçekleşen satışlar üzerinden gelir toplar, vazgeçenlerden toplayamaz. Dolayısıyla, vergi yüzünden gerçekleşmeyen her alışverişte, bir ekonomik değer/refah kaybı ortaya çıkar. Belli bir miktar gelir elde etmek için hangi sektöre ne oranda vergi getirileceği belirlenirken, her sektörde ne kadar refah kaybı yaşanacağı dikkate alınır (buna dara kaybı veya verginin fahiş maliyeti de denir). Ramsey problemi, vergi oranlarının refah kayıplarının toplamını minimize edecek şekilde belirlenmesidir. Bu problemin sonucu ise, vergi oranlarının arz ve talebin fiyat esnekliğine ters orantılı belirlenmesi gerektiğini söyler. Yani, arz veya talebin daha esnek olduğu maddeler daha düşük oranlarda, esnekliğin düşük olduğu maddelerse daha yüksek oranlarda vergilendirilmelidir. Bunu birkaç temel konu bağlamında açıklayalım.

1. İhtiyaçların düşük, lüks tüketimin yüksek oranda vergilendirilmesi gerekmez mi?

Pek değil. İhtiyaç olan tüketim maddelerinde talebin fiyat esnekliği düşüktür. İşe arabayla giden biri, benzin veya köprü geçiş ücreti biraz yükseldiğinde alışkanlığını değiştirmez. Benzer şekilde sigara veya alkol bağımlısı olanlar fiyat arttığında kolay kolay tüketimi bırakamaz. Piyasadaki alışverişe bozucu etki yapmadığı ve rahatça gelir elde edildiği için, kural icabı böyle maddelere daha yüksek oranda vergi konulması gerekir. Nitekim ülkemizde akaryakıt, sigara, alkol, iletişim gibi tüketim harcamaları gerçekten diğerlerinden çok yüksek oranlarda vergiye tabidir. Lüks tüketimde ise talebin fiyat esnekliği fazladır. Lokantada yemek pahalı gelirse, insanlar etini alıp evinde pişirebilir veya ormanda mangal yapabilir. Böyle sektörlerde verginin bozucu etkisi daha büyük olduğundan, vergi oranı daha düşük belirlenmelidir.

Elbette gıda, ilaç gibi temel ihtiyaç maddelerinde, talep esnek olmasa da vergilerin sıfıra yakın olduğunu, hatta ekmek gibi bazı temel ürünlerin (halk ekmek gibi uygulamalarla) sübvanse edildiğini görüyoruz. Burada belli ki adalet kaygısı verimliliğin önüne geçiyor. Zaten aksi olsa isyan çıkabilir.

2. Vergiyi alıcıya mı, satıcıya mı yüklemek gerekir?

Fark etmez. Kanun ne derse desin, vergiyi alıcı satıcıya, satıcı alıcıya yansıtmaya çalışır. Neticeyi yine arz ve talebin esnekliğine göre piyasa koşulları belirler. Talebin esnek olmadığı sigarada, şirketler vergi zammı gelince bunu anında tüketiciye yansıtır mesela. Fakat talebin esnek olduğu ürünlerde, fiyatın yükselmesi satışları çok düşürecekse, satıcı bir süre karından feragat ederek vergi artışını yansıtmayabilir. Yeterince kar edemiyorsa da bir süre sonra piyasadan çekilir.

Lüks tüketimi vergilendirmenin bir sonucu da vergi yükünün sadece tüketiciye değil, üreticiye de yüksek oranda yansımasıdır. Yat fiyatının içindeki vergi oranının sıradan bir otomobilden düşük olması muhtemelen bundandır. Lüks otomobillerin vergi oranlarının yüksek olması ise bunların ithal olmasıyla ilgili olmalı. Ne de olsa, ülke cari açık verirken, Alman otomobil üreticilerini desteklemenin anlamı yok. TOGG'un yerli otomobili piyasaya girerse, o da büyük ihtimalle avantajlı vergi oranlarıyla satılacaktır.

3. Vergilendirme gelire göre artan oranlı mı olmalı?


Artan oranlı vergilendirme (progressive taxation), gelir arttıkça marjinal vergi oranının da artmasıdır. Mesela ülkemizde gelir vergisinde oranlar gelir dilimlerine göre yükselir. Bir çalışan 2021 değerleriyle yıllık gelirinin ilk 24 bin lirası üzerinden yüzde 15, sonrasında 53 bin liraya kadar olan kısımdan yüzde 20 vergi öder. Böyle 5 dilim vardır ve 650 bin liradan sonra oran yüzde 40'a yükselir. Fakat vergi sisteminin artan oranlı olması sırf gelir vergisine bakarak anlaşılmaz. İnsanlar harcamaları üzerinden de vergi verdiklerinden, toplamda ne kadar ödedikleri önemlidir. Fakirler gelirlerinin büyük kısmını harcarken, zenginler daha çok tasarruf eder. Bu yüzden, ağırlıklı olarak tüketime dayanan bir vergi sisteminde, fakirler üzerindeki yük büyük olur.  
   
Gelir eşitsizliği azaltılmak isteniyorsa, vergi sisteminin tüketime çok dayanmaması, vergilerin artan oranlı ödenmesi gerekir. Fakat artan oranlı bir sistemin illa verimli olacağının da garantisi yok. Esneklik problemi burada da geçerli. Çalışmak zorunda olan düşük ücretli birinin işgücü arzı esnek değilken, halihazırda yüksek geliri olan (doktor, avukat, mühendis, ust düzey yönetici gibi) nitelikli çalışanlarınki esnektir. Marjinal vergi oranı yükseldiğinde, ikinci gruptakiler kayıtdışına çıkabilir, daha az çalışabilir, daha erken emekli olabilir ya da başka bir ülkeye göç edebilir. Vergi sistemini dizayn edenler, bunları hesaba katmak zorundadır. (İşgücü gelirlerinin vergilendirilmesi problemini eski bir yazıda uzun uzun anlatmıştım.)

4. Sermayeye ne oranda vergi konulmalı?

Sermaye, sahip olunan varlığın değeri (mesela emlak) veya ondan elde edilen gelir (mesela kira) üzerinden vergilendilebilir. Servet vergisi de denen ilk gruptakiler öngörülebilir bir kural dahilinde alınıyorsa, gelir vergisinden çok farklı değildir. Sermayenin vergilendirilmesi konusunda, standart modeller optimal vergi oranının sıfır olduğunu söyler. Hatta literatürdeki önemli bir makalede (Judd 1985), sadece çalışan sınıfın refahı dikkate alınsa bile bunun geçerli olduğu bulunmuştur. Çünkü sermaye birikerek büyüdüğünden, tasarruf ve yatırımların azalması uzun vadede sermaye stoğunun (makine, araç gereç, bina, altyapı vs.) daha düşük olmasına yol açar. Bu da çalışan sınıf için, daha az istihdam ve daha düşük ücretler anlamına gelir.

Tabii literatürde farklı koşullarda farklı sonuçlar veren birçok model var. Bunlar içinde sermaye gelirlerinin, servetin ve mirasın pozitif ve artan oranlı vergilendirmesini savunanlar da mevcut. En doğrusunun ne olduğunu kolayca söylemek mümkün değil. Böyle olduğundan, sermayenin vergilendirilmesi hala çok canlı ve hararetli bir araştırma konusudur. Ayrıca bu konu, adalet bakımından da farklı açılardan çok tartışılır. Mesela ülkemizde gündemde olan değerli konut vergisi, daha önce tepki çektiği için bir süre ertelenmiş ve sonrasında kapsamı daraltılmıştı; fakat hala itirazlar (örneğin) sürüyor . Öte yandan, dünya genelinde sol görüşlü kesimler, sosyal eşitsizlikleri gidermek için servet vergilerini savunmaktadır.

Servet birikmiş bir değer olduğu için, kısa vadede tamamen esneksiz bir arza sahiptir. Bu yüzden sürpriz bir servet vergisiyle vatandaşı tek seferde kaz gibi yolmak da mümkün. Fakat adil olup olmaması bir yana, böyle bir şey devlete güveni zedeleyerek uzun vadede sermaye birikimini caydırır, insanları varlıklarını başka ülkelere veya kayıt dışına çıkarmaya teşvik eder. Bu yüzden olağanüstü durumlar haricinde böyle yüksek sermaye vergilerini pek görmeyiz. Bizde 1942'de uygulanan Varlık Vergisi savaş koşullarında konulmuş böyle bir uygulamaydı. Yakında zamanda ise, 2013'te bankacılık krizi yaşayan Güney Kıbrıs, bankalardaki mevduatının neredeyse yarısını bir kalemde silerek, çoğu yabancı (Rus) olan yatırımcılara sağlam bir gol atmıştı.

Hiç yorum yok: