12 Ağustos 2019 Pazartesi

İktisat ve Etik: Smith, Bentham, Rawls ve Sen

Tarihi Adam Smith'e uzanan modern iktisat, felsefeden ayrılan bir disiplin olarak başlamıştır. Ahlak felsefesi olan etik, bugün de özellikle kamu politikaları ve kalkınma alanlarında iktisatla iç içedir.  Nedir iktisattaki belli başlı etik konular? Kısaca bahsedelim.

Adam Smith ve ticaret


18. yüzyılda yaşamış İskoç filozof ve iktisatçı Adam Smith, insanların kişisel menfaatleri doğrultusunda hareket ettiğine, fakat aynı zamanda başkalarına da empati duyduğuna inanır. Ekonomik düzenin nasıl işlediğine ve ulusların refahının nasıl artırılacağına dair görüşlerinin temelinde bu yatar. Fırıncı ürettiği ekmeği piyasada satıp kazancıyla ihtiyaçlarını satın aldığında sadece kendisi kazanmaz. Karnını doyuran müşteri, ücretini alan işçi ve fırıncıya mal ve hizmet sağlayan diğer üreticiler de kazanır. Herkes kendisi için çalışır ama toplumsal faydayı doğuran bireylerin bencilliği değil, karşılıklı menfaat prensibiyle piyasada serbestçe ticaret yapmalarıdır. Dolayısıyla ekonomik refah için tekellerin kırılarak rekabetin sağlanması, ticaret üzerindeki engellerin kaldırılması, tarafların haklarını güvence altına alan bir kurumsal düzen kurulması şarttır. Ayrıca toplum içinde çatışmaları önleyip huzur ve refah içinde yaşamak için, adaletin ve hayırseverliğin (bugünkü dilde sosyal dayanışmanın) gelişmesi de gereklidir. Özetle, Adam Smith hürriyet, adalet, ticaret ve sosyal dayanışma vurgusu yapar.

Faydacılık ve sosyal refah

18-19. yüzyıl İngiliz filozoflarından Jeremy Bentham'a uzanan faydacılık (utilitarianism), en çok insana en fazla fayda sağlamayı savunan bir etik teorisidir. Bir şey topluma fayda sağlıyorsa iyidir, zarar veriyorsa kötüdür prensibine dayanır. Faydacılar mutluluğu ölçülebilir kabul edip eylemlerin sonuçlarına (mutluluk veya acının şiddeti, süresi, etkilediği insan sayısı gibi) çeşitli faktörlere göre sayılar vermek suretiyle matematiksel hesaplar dahi yapmışlardır. İktisat okuyan herkesin bildiği fayda (utility) fonksiyonları kaynağını buradan alır. Lakin modern iktisatta artık insanların mutluluğunu ölçülmeye çalışmıyoruz. Fayda fonksiyonları bireylerin tercih sıralamalarını matematiksel olarak ifade etmek için kullanılan araçlardır. Pozitif iktisadi analizde, bir talep eğrisinin nasıl ortaya çıktığını tasvir etmekten öte işlevleri yoktur. 

Normatif analizde ise, toplumun toplam (ya da ortalama) refahını maksimize etme fikri bir refah kriteri olarak geçerlidir. Gelirin maliye politikası yoluyla bölüştürülmesini ele alalım. Zengin birinden 1000 lira alıp fakire versek, zengin etkilenmez ama fakir bu parayla birçok ihtiyacını görür. O zaman faydacı perspektiften, zenginlere vergi koyup parayı fakirlere harcamak toplam refahı artıracaktır. Bu da gelir eşitsizliğini azaltacak politikalar uygulamayı meşrulaştırır. Elbette vergiler de refah kayıplarına yol açtığından, eşitsizlikleri azaltmak ve verimliliği korumak arasında bir denge tutturmak gerekir. (Optimal vergilendirme konusunu şurada uzun uzadıya anlatmıştım: link)

John Rawls ve eşitlikçilik

20. yüzyıl Amerikan filozofu John Rawls, adalet ölçütlerinin belirlenmesinde "bilinmezlik perdesi" (veil of ignorance) fikrini ortaya atar. Toplumda hangi haklar ve özgürlükler tanınsın? Kimden ne kadar vergi alınsın, para nereye harcansın? Nereye nükleer santral, baraj, altın madeni vb. kurulsun? Böyle sorulara bugün herkes kendi menfaati ve hassasiyetine göre farklı cevap verir. Ancak dünyaya gelmeden ve kimin ne durumda (nerede, hangi meslek ve statüde, zengin ya da fakir) olacağı bilinmeden sorulsaydı, ne cevap verirdik? Rawls'a göre önemli olan bu.

Böyle düşününce, gelirin bölüşümü konusunda faydacı yaklaşım bana makul görünüyor. Zira zengin mi fakir mi olacağımızı bilmeseydik; muhtemelen ortalama gelirin yüksek, gelir eşitsizliğinin düşük olduğu bir ülkede doğmayı tercih ederdik. Ancak Rawls bununla tatmin olmuyor. Çünkü toplumsal faydayı artırmayı hedefleyince, çoğunluğun iyiliği için azınlıkların feda edilmesinin önü açılabilir. Bölge, sınıf, meslek, ırk, etnik köken gibi türlü özellikleri sebebiyle bazı zümreler diğerlerinin gerisinde kalabilir. Bu yüzden Rawls, bilinmezlik perdesinin ardında olunduğunda, toplumun en alt kademesinin refahını artırmanın daha makbul bulunacağını savunur. Bu da daha eşitlikçi bir toplum düzeni ortaya koyar. 

Aslında Rawls'un teorisi gelir ve servet gibi maddi değerlerle sınırlı değildir. İnsanların sahip olduğu fırsatlar, hak ve özgürlükler de "temel değerler" (primary goods) olarak refahın belirleyicisi kabul edilmiş ve bu konularda da eşitlik ilkesi benimsenmiştir.

Amartya Sen ve kapasite yaklaşımı

Günümüz filozofu ve Nobel ödüllü Hintli iktisatçı Amartya Sen'in de Aristo felsefesindeki insanın işlevi  (function of man) tezine dayanan, kapasite yaklaşımı adlı bir teorisi var. Aristo iddia eder ki, şu hayatta her şeyin olduğu gibi insanın da bir işlevi vardır ve onun için iyi olan buradan kaynaklanır. Nedir bu işlev? Akılcı prensipler doğrultusunda aktif bir hayat sürmektir. Elbette bu düşünce tartışılır, ama Amartya Sen ikna olmuştur ki işlev edinmeleri için insanlara imkan sağlanmasını savunmuştur. Mesela eğitim almak, meslek sahibi olmak, sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmek gibi şeyler insan için işlevken, bunlara dilediği gibi ulaşması için ona sağlanacak fırsat ve özgürlükler kapasite (capability) olarak adlandırılır. 

İşlev ve kapasiteler insana maddi refah da getirir ama onun ötesinde başlı başına değerli şeylerdir. Bu yönüyle toplumsal refahı maddi sonuçlar üzerinden tanımlayan ve bu sonuçların nasıl ortaya çıktığını önemsemeyen yaklaşımlardan ayrılır. Örneğin, faydacı bakış açısından iyi kazanç sağladıktan sonra bir insanın doktor mu, kabzımal mı olduğunun bir önemi yokken, Sen'e göre seçme şansına sahip olmak bile değerlidir. O yüzden bu yaklaşımda fırsat eşitliği başta olmak üzere, birçok hak ve özgürlük iktisadi kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilir.

Hiç yorum yok: