8 Aralık 2021 Çarşamba

Zenginleşiyor muyuz, fakirleşiyor muyuz?

Türkiye'nin Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) verilerine bakınca iki farklı resim göze çarpar. Birincisinde Türkiye ekonomisi reel olarak büyümektedir ve büyüme oranları genellikle benzeri ülkelere göre yüksektir. Pandemi sebebiyle dünya ekonomisinin küçüldüğü 2020 senesi de dahil, 2009 küresel krizinden bu yana Türkiye'nin reel GSYH'si kesintisiz olarak artmaktadır. Öte yandan, GSYH'nin dolar cinsi değerine bakıldığında, 2013-2020 arası küçülen bir Türkiye ekonomisi görülür. Peki bu nasıl oluyor? Ülkece ürettiğimiz gelir/katma değer, elde ettiğimiz refah artıyor mu, azalıyor mu? Bunun kısa cevabı, ülkemizde üretim istikrarlı bir şekilde artıyor; fakat paramız değer kaybettiğinde, refahımız artacağı yerde azalıyor. Açıklayalım...

Yukarıdaki grafik Türkiye'nin üç farklı GSYH göstergesinin gelişimini gösteriyor.  GSYH serilerini IMF'nin Ekim 2021 Dünya Ekonomi Görünüm raporundan aldım. Tüm serilerin kişi başına düşen değerini kullandım. Birim ve seviyeleri farklı olan serilerin değişimini karşılaştırmak için onları endeksledim. Yani, 2000 yılını 100 kabul edip sonraki değerleri yıldan yıla orijinal GSYH serilerindeki değişim oranlarına göre yürüterek üç endeks oluşturdum. Kırmızı çizgi, reel GSYH büyümesinin ima ettiği ekonomik gelişimi gösteriyor. Burada istikrarlı bir artış eğilimi var.  Mavi çizgi, dolar cinsinden kişi başına düşen GSYH'nin değişimini gösteriyor. Bu gösterge 2000-2013 arası neredeyse üçe katlandıktan sonra, 2020'ye kadar bunun bir katını geri vermiş; 2021'de artması bekleniyor. (Mavi çizginin devamlı kırmızının üzerinde olması sizi yanıltmasın. Dolar cinsi GSYH nominal bir gösterge, dolayısıyla artışı ABD enflasyonundan da etkileniyor.) 

Yeşil çizgi, satınalma gücü paritesine (SGP) göre hesaplanan GSYH'nin değişimini gösteriyor. Ne demek bu? SGP sağlandığında, Türk lirası ve Amerikan doları arasındaki kur iki ülkenin enflasyon oranları arasındaki fark kadar artar. Bu seri, dolar kuru SGP'ye göre artsaydı, reel büyümeyle beraber nominal GSYH'nin ne olacağını gösterir. Nominal GSYH'nin (yani mavinin) bundan farklı hareket etmesi, piyasada belirlenen döviz kurlarının SGP'den sapmasından ileri gelir. 2013 yılına kadar olan dönemde dünyada sermaye bolluğu vardı ve Türkiye yatırım için cazip bir ülke olarak görünürdü. Türkiye'ye sermaye girişlerinin hızlı olduğu bu dönemde, dolar kurundaki artış SGP'den düşük gerçekleşti. Türk lirasının reel olarak değerlenmesi anlamına gelen bu gelişme, GSYH'nin dolar karşılığının şişmesine yol açtı. SGP'den sapmalar, parası değerlenen ülkenin diğerinden daha büyük verimlilik artışı kaydetmesinden  (yani "Balassa-Samuelson etkisi"nden) kaynaklanmıyorsa, bunların ticaret akımları yoluyla uzun vadede dengelenmesi beklenir. Nitekim öyle de oldu. Türk lirasındaki reel değerlenme yüksek cari işlemler açıklarına yol açtı. 2013 sonrasında cari açığın sermaye akımlarıyla finansmanı sürdürülemedi ve Türk lirası değer kaybetti. Bu dönemde değer kaybını şiddetlendiren bir dizi gelişme de oldu ki (hangi birini sayalım?) bu sefer GSYH'de düşüş abartılı oldu.    

Ticaret yoluyla reel kur nasıl dengelenir? Türk lirasının değerlenmesi, gelirimizin dış piyasalardaki alım gücünü arttırır. Bu durumda elektronik eşya, otomobil, giyim ürünleri, ilaç gibi tüketim mallarını daha çok ithal edip tüketiriz; yurt dışına daha çok seyahat ederiz; üretimde daha çok ithal girdi kullanırız. Tüketim refahımızı artırır, fakat işgücü maliyetleri dolar bazında arttığından üreticilerin yabancı firmalarla rekabeti zorlaşır. Eğer reel değerlenme verimlilik artışı ile birlikte gerçekleşirse bu zorluk telafi edilebilir ve refah artışı sürekli olur. Aksi takdirde, dış ticaret dengesi bozulur ve açığı finanse eden sermaye girişi kesildiğinde refah düşer. Bu çerçevede, Türk lirasında 2013'ten bu yana yaşanan değersizleşme bir ölçüde dengelenme olarak görülebilir. Grafikte mavi çizginin yeşilin altına inmesi, değersizleşmenin de aşırıya gittiğini gösteriyor. Ne zaman olur bilemiyoruz ama, bu aşırılıkları yaratan unsurlar ortadan kalkınca, dengelenme mekanizması ters yönde işleyecek ve bugün yaşadığımız refah kaybını telafi edebileceğiz. 

Buradan çıkartılacak ders, sermaye hareketlerindeki dönemsel dalgalanmaların refahımızda yarattığı iyileşme ve kötüleşmelerin geçici olduğudur. İdeal olan özellikle büyük sermaye girişleri yaşanırken dalgalanmaları yumuşatacak ve riskleri azaltacak önlemler almaktır. İstikrarlı ve yüksek hızda büyümenin yolu üretimde kalıcı verimlilik artışı yakalamaktan geçer. 

29 Ekim 2021 Cuma

İstenmeyen sonuçlar

İktisat eğitimi almamış kişilerin en büyük kaybı, müşevviklerin (incentives) ve kaynak kısıtlarının önemini ve fiyat mekanizmasının işleyişini öğrenememeleridir. Bu onların iktisat politikalarının yol açtığı istenmeyen/amaçlanmayan sonuçları (unintended consequences) anlayamamalarına yol açar. Ücretlerin yüksek, mal ve hizmetlerin bol ve ucuz olmasını; tasarruf sahipleri yüksek getiri elde ederken, yatırım ve ihtiyaç için finansman arayanların düşük faizle borçlanabilmesini; vergilerin olabildiğince düşük, sosyal refahın olabildiğince yüksek olmasını herkes ister. Fakat böyle amaçların hepsine aynı anda ulaşmak mümkün olmadığı gibi, bazılarına ulaşmak için yapılan eylemlerin istenmeyen sonuçları da ortaya çıkar. İktisat bileni bilmeyenden ayıran bunları öngörebilmesidir. 

Konut kiralarını ele alalım. Türkiye'de son dönemde kiralarda büyük artışlar oldu. Ne demek bu? Çok büyük bir talep var ama arz aynı oranda artmıyor. Talebin artmasının, pandemi kısıtlamalarının kalkmasıyla öğrencilerin okula dönmesi, evlenmeyi bekleyenlerin evlenmesi, yurtdışından göçmen gelmesi gibi sebepleri olabilir. Arzın kısıtlı olması da muhtemelen inşaat yapım ve finansman maliyetlerinin yüksek olmasıyla ve belki konut piyasasına yönelik yasal düzenlemelerle ilgilidir. Sonuçta birçok sebebi olan bir miktar problemi var. Az sayıda konutu talep eden çok sayıda kişiden, daha yüksek kira verenler evleri tutabiliyor. Peki kiralar yükselmesin diye devlet müdahale etse ne olur? Ev sahipleri kirayı yükseltemiyorsa başka şekilde kiracı seçer. Miktar problemi ortadan kalkmadığı için yine birileri açıkta kalır. Onlar da muhtemelen öğrenci, bekar gibi makbul görülmeyen kiracı gruplarındaki kişiler olur. Hatta eve giren kiracıyı sonra çıkarmak sorun olduğundan, bir sürü insan ev bulamazken bazı ev sahiplerinin evini boş tuttuğu çarpık bir durum da oluşabilir. 

Ücretlerde de benzer bir durum var. Normalde ücretler çalışanın ve işin niteliği, ihtiyaç duyulan ve çalışmak isteyen kişi sayısı, ekonominin ve ilgili sektörün koşulları gibi bir dizi faktöre bağlı olarak piyasada belirlenir. İdeal olan ekonominin hızlı büyümesi, iş sayısının ve niteliğinin artması, çalışanların eğitim seviyesi ve becerilerinin yükselmesidir. Bunlar piyasada ücret seviyelerini arttırır. Peki bu yeterli gelmiyorsa, asgari ücrete yüksek oranlarda zam yapılıp çalışanların refahı artırılabilir mi? Bir noktaya kadar evet. Bizde de senelerdir yapılan bu sayılır. Türkiye'de zaman içerisinde kayıtlı çalışanların neredeyse yarısı asgari ücret ve civarında kazanır hale geldi (bkz.). Oysa gelişmiş ülkelerde asgari ücretin işlevi, nispeten düşük gelirli kesimleri destekleyip toplumsal eşitsizlikleri azaltmaktır. Orada ücretlerin genel seviyesinde asgari ücretin bizdeki kadar ağırlığı yoktur. Ücretleri piyasa koşullarından bağımsız belirlemenin muhakkak istenmeyen sonuçları olacaktır. Nedir mesela? Çalışma koşullarının ağırlaşması, çok genç veya yaşı çok ileri kimselerin ve vasıfsız kişilerin iş bulmasının zorlaşması, işverenlerin kayıtsız işçi ve göçmen istihdam etmeyi tercih etmesi ya da üretim faaliyetlerinin azalması olabilir. 

Para ve maliye politikaları, tüketici fiyatları, finansal düzenlemeler, sanayi ve ticaret politikaları gibi daha birçok alandan örnekler verebiliriz. İstenmeyen sonuçlar, iktisat politikalarına yönelik eleştirilerin temelini oluşturur. Fakat şu da var ki, istenmeyen sonuçlarının olması bir politikayı illa yanlış yapmaz. Çünkü, birincisi, elde edilen faydanın büyüklüğü veya belirlenen toplumsal öncelikler bazen olumsuz sonuçlara katlanmayı haklı çıkarabilir. Daha önce (şurada) "ikinci en iyi" kavramıyla açıklamıştık; ideal politikaların uygulanamadığı durumlarda, alternatifler politikalar handikaplarına rağmen tercih edilebilir. İkincisi, bazen de teorik olarak ortaya çıkabilecek etkiler pratikte önemli olmaz. Örneğin asgari ücret üzerine ABD'de yapılmış birçok çalışma, incelenen koşullardaki ücret artışlarının istihdam üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığını tespit etmiştir. Bunların öncülerinden olan David Card ve Alan Krueger'in yaklaşık 30 sene önce yaptığı (şuradaki) çalışma, Card'ın bu sene Nobel ödülüne layık görülmesinde önemli rol oynamıştır. Bunlar kamu politikalarının etkilerini inceleyen akademik araştırmaların yapılmasının ve bunlara dayanan tartışmaların politika yapıcılarca dikkate alınmasının önemini ortaya koyuyor. Ortada sağlam bilimsel bilgiler yoksa veya politika yapıcılar bunlara kulak tıkıyorsa vay o toplumun haline. 

18 Temmuz 2021 Pazar

Gelirler politikaları ve enflasyon

Gelirler politikaları (incomes policies), iktisadi aktörlerin ücret, kira, kar, faiz gibi gelirlerini doğrudan kontrol ederek yürütülen ekonomi politikalardır. Fiyat mekanizmasına müdahale eden düzenlemeler, para ve maliye politikalarına alternatif şekilde veya onları tamamlayıcı olarak kullanılır. Temel gıda, barınma gibi kimi tüketim kalemlerinde fiyatları düşük tutarak alt gelir gruplarına kaynak aktarmak; kredi koşullarına müdahale ederek, kredilerin arzu edildiği gibi genişleyip daralmasını sağlamak; asgari ücret artışını makroekonomik hedefler doğrultusunda belirlemek; savaş gibi olağanüstü durumlarda ülke kaynaklarını öncelikli alanlara yönlendirmek için fiyat kontrolü ve karne uygulaması yapmak gibi farklı şekillerde olabilir. Uygulanan politikalar birilerin menfaatine ise, başka birileri bunun maliyetini öder. Ayrıca fiyat mekanizmasına yapılan müdahaleler, dara kaybı (deadweight loss) denen ekonomik maliyetlere yol açar. Dolayısıyla, gelirler politikalarını değerlendirirken hangi kesime ne kadar fayda sağlıyor, bedelini kim ödüyor, ne kadar verimsizlik yaratıyor ve aynı hedeflere ulaşacak daha iyi politikalar var mı diye bakmak gerekir.

Gelirler politikaları, enflasyon sorunu olan ülkelerde standart makroekonomik politikalara alternatif olarak kullanılmışlardır. Fakat para ve maliye politikalarının genişlemeci olduğu ve arz tarafında maliyet artışı yaşanan durumlarda, fiyat ve ücret artışlarını kontrol ederek enflasyonu durdurmak mümkün olmamıştır. Öte yandan, gelirler politikalarının uygun koşullarda tamamlayıcı olarak faydalı olduğunu savunanlar da var. Örneğin, IMF, para politikasında beklenti yönetimini iyileştirecek bir yapısal reform olarak, kamu ve asgari ücret artışlarının gerçekleşen değil beklenen enflasyona göre belirlenmesini öneriyor (bkz.). IMF'nin önerdiği elbette piyasadaki ücret artışına tavan koymak gibi bir müdahale değil. Fakat özellikle asgari ücret piyasadaki aktörler için yol gösterici olduğundan, yönlendirici bir ücret politikasından yana gibi görünüyorlar.

Gelirler politikalarının enflasyonla mücadelede kullanılmasında, 1980 öncesi ABD ekonomisi güzel bir vaka oluşturuyor. ABD kongresinin bir organı olan Kongre Bütçe Ofisi (Congressional Budget Office, CBO) 1977 yılında bu konuda kapsamlı bir rapor yazmış (bkz.). Bundan faydalanarak o dönemki gelişmeleri, uygulanan politikaları ve sonuçlarını ana hatlarıyla ele alacağız. Öncelikle ABD ekonomisinin 1960'lardan itibaren genel makroekonomik duruma bakalım. Aşağıdaki grafik ABD'nin 1960-90 arası yıllık tüketici enflasyonunu gösteriyor. Büyüme ve işsizlik oranlarının ve daha uzun dönemli enflasyonun grafiklerine linklerden bakabilirsiniz. 

1960'ların başlarında Amerikan ekonomisinde atıl kapasite var. Makroekonomik politikalar genişlemeci, büyüme hızlı, işsizlik giderek azalıyor, enflasyon da düşük. 60'ların sonlarında atıl kapasite tükenip işsizlik doğal sınırına dayanıyor. Üstüne Vietnam savaşının da etkisiyle maliye politikası gevşetiliyor ve enflasyon yükselmeye başlıyor. Sonrasında 70'ler çalkantılı bir dönem. Sanayileşmiş ülkeler hızlı kalkındığı için uluslararası hammadde fiyatları yükseliyor. Ödemeler dengesi sorunları yaşayan ABD Bretton-Woods sisteminden çıkıyor ve dolar değer kaybediyor. Ortadoğu'daki sorunlar sebebiyle, biri 1973'te biri 1979'da olmak üzere iki petrol krizi çıkıyor ve petrol fiyatları fırlıyor. Hepsi bir araya gelince enflasyon arttıkça artıyor. Arada parasal ve mali sıkılaştırma yapıyorlar ama arz şokları işsizliği de yükselttiğinden çok ileri gitmiyorlar. Ta ki 1979'da Paul Volcker ABD merkez bankası Fed'in başına geçene kadar. Volcker itirazlara aldırmadan kısa vadeli faizi yüzde 20'lere kadar çıkaran güçlü bir parasal sıkılaşma yapıyor. 1980 başında yüzde 15'e yaklaşan enflasyonu üç sene içinde yüzde 3 civarına çekiyor. O günden sonra da Amerika'nın ciddi bir enflasyon sorunu olmuyor.

ABD'de yükselen enflasyona çare aranırken gelirler politikaları deneniyor. Önceleri, 1960'larda devlet sanayideki ücret pazarlıklarına ve fiyat ayarlamalarına müdahale ediyor ama zorlayıcı olmuyor. Daha çok işçi sendikaları ve işveren örgütlerini ikna ederek, ücret ve fiyatları üretkenlik ve maliyet artışlarına göre belirlemeye çalışıyor. 1971-74 arasında ise katı önlemler devreye sokuluyor. Bu süreçte büyük bir bürokratik yapı kuruluyor. Kapsama alınan sektörlerde ücret artışları ve kar marjları kontrol ediliyor. Büyük firmalar için zamlar oluşturulan fiyat komisyonunun onayına bağlanırken,  orta ve küçük boy firmalar için düzenleme ve denetim mekanizmaları oluşturuluyor. Hatta zaman zaman zamlar bir süreliğine tamamen donduruluyor. Konut kiralarında da yaygın olarak tavan fiyat uygulanıyor.

Yapılanların amacı enflasyon beklentilerini ve fiyatlama davranışlarını zapturapt altına alıp enflasyonun belini kırmak. Fakat enflasyonu yaratan temel etmenler oradan kalkmadığı için bu başarılamıyor. Üstelik piyasalarda birçok bozucu etkiye ve adil olmayan sonuçlara yol açtığından, kontroller 1973-74'te kademeli olarak geri çekiliyor. Bastırılan fiyatların serbest bırakılmasıyla da grafikte 1974'te görülen enflasyon dalgası oluşuyor. Katı gelirler politikaları burada bitiyor. 1974 sonrasında, Ücret ve Fiyat İstikrar Konseyi (the Council on Wage and Price Stability) adlı bir kurulun çalışmaları var ama pek etkili olmamış gibi. Zaten 1981'de de görevine son verilmiş.

Peki gelirler politikalarında ters giden ne? En başta, enflasyon kimi ekonominin içinden kimi dış dünyadan kaynaklanan sorunların bir belirtisi. Sorunu kaynağında çözmeden belirtileriyle uğraşmak etkili olmuyor. Tersine, zaman kaybettirip sorunların birikmesine yol açıyor. ABD için problem, makroekonomik politikaların zamanında sıkılaştırılmamasıyla başlıyor ve arz şoklarıyla büyüyor. Enflasyon beklentilerinin bozulması yükselişi körüklüyor. Ücret ve fiyat artışları kontrol edilerek beklentilerdeki bozulmanın yarattığı fasit daire kırılmak isteniyor. Fakat makroekonomik koşullar enflasyonist oldukça, iktisadi aktörleri düşük zamlara güzellikle ikna etmek mümkün değil. Zorlayınca da çarpıklıklar ortaya çıkıyor.

Enflasyonist talep baskısı ve arz şoklarının bulunmadığı, kamu kurumlarının sınırlı alanlarda yol gösterici rol üstlendiği durumlarda, uygulamaların (belki etkisi de olmadığından) fazla bir yan etkisi yok. Tersi durumlarda ise ortaya çıkan başlıca sorun suni kıtlıklar. Normalde bir malın fiyatı piyasadaki arz ve talebe göre belirlenir. Düzenleyici kurumlar daha düşük veya yüksek bir fiyatı dayatılırsa suni kıtlık veya israf derecesinde bolluklar ortaya çıkar. Örneğin, tarım ürünlerinde olumsuz hava koşulları sebebiyle üretim düşerse veya artan hammadde ihtiyacı sebebiyle talep artarsa, gıda fiyatları yükselir. 1971-74 döneminde dünyayı vuran arz şokların biri bu. Üstelik o dönem dolar değer de kaybediyor. Maliyet artışları fiyat kontrolleri sebebiyle tam yansıtılmadığında üretim hacmi azalıyor, üreticiler ihracata yöneliyor veya iç pazarda müşteri seçerek satış yapıyor, üretilen malların ve sağlanan hizmetlerin kalitesi düşüyor, stokçuluk ve karaborsacılık ortaya çıkıyor.

Peki ama fiyat tavanını neden maliyetlere göre düzeltmiyorlar? Neden yan etkilere yönelik önlemler almıyorlar? Neden daha iyi denetim yapmıyorlar? Ellerinden geleni yapıyorlar da kifayetsiz kalıyor. Denetleme ve düzenleme işini büyütüp karmaşıklaştırınca işin içinden çıkamıyorlar. Fiyatları düşük tutunca kıtlık büyüyor. Kıtlık olan üründe fiyatı bırakınca, ücretler sabit, insanların alım gücü eriyor. Üstelik üreticiler çeşit çeşit, hepsinin maliyet yapısı farklı. Fiyatlamada tek bir kriter getirseler olmaz, herkese farklı kriter getiremiyorlar, getirseler uygulayamıyorlar, denetleyemiyorlar. Sonunda memnuniyetsizlik artıyor ve pes ediyorlar. Kontrolleri bıraktıklarında da bastırılan zamlar hızla geri geliyor. (ABD'deki deneyimlerin detaylarını merak edenler CBO raporuna bakabilir.)

Peki bu mevzu aklıma nereden geldi? Ülkemizde yakın zamanda enflasyonla mücadele maksadıyla bir fiyat istikrar komitesi kurulunca, ister istemez gelirler politikalarını düşündüm. Elbette önyargılı olmamak lazım, belki bambaşka bir plan vardır. Geniş kapsamlı bir istikrar programı içerisinde, kamu kurumları arasında eşgüdüm sağlayan bir yapı faydalı olabilir. Fakat sıkı para ve maliye politikaları olmadan bir istikrar programı uygulamak mümkün değil. Bu konudaki isteksizlik açık olduğundan, fiyat istikrar komitesinin ne yapacağını merak ediyorum.

19 Haziran 2021 Cumartesi

John Bates Clark Madalyası

John Bates Clark Madalyası, iktisat alanında Nobel ödülünden sonra en prestijli ödüldür. Amerikalı olan veya Amerikan üniversitelerinde çalışan kırk yaşının altındaki iktisatçılara verilir. Geçmişte bu ödülü alan (Samuelson, Solow, Stiglitz, Krugman gibi) birçok iktisatçı sonraki yıllarda Nobel ödülü de aldı. Nobel ödülü, iktisatta yer edinmiş konularda öncü çalışmaları yapan kişilere verildiğinden geçmiş çabaları onurlandırır. John Bates Clark Madalyası ise iktisatçılara en verimli çağlarında verildiğinden teşvik edici bir özelliğe de sahiptir. Daron Acemoğlu 2005 yılında büyüme, çalışma iktisadı, kurumsal ve politik iktisat alanlarındaki çalışmalarıyla bu ödülü almıştı. Harvard ve MIT üyelerinin ağırlıklı olduğu listede (tamamı şurada), son beş yılın kazananları şöyle:

2021-Isaiah Andrews (Harvard): Ekonometrik çalışmaların daha sağlıklı ve güvenilir sonuçlar vermesi için yöntemler geliştiriyor.

2020-Melissa Dell (Harvard): İktisat tarihi, kurumsal ve politik iktisat alanlarında ampirik çalışmalar yapıyor.

2019-Emi Nakamura (Berkeley): Mikro ölçekli, yüksek frekanslı büyük veri setlerini kullanarak, para ve maliye politikalarıyla ilgili makroekonomik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.

2018-Parag Pathak (MIT): Mekanizma dizaynı teorisini kullanarak, başta eğitim alanında olmak üzere iktisadi ve sosyal sorunlara çözümler üretiyor.

2017-Dave Donaldson (MIT): Kalkınma ve ticaret konularında veriye dayalı yenilikçi çalışmaları sebebiyle ödül almış.

Son yıllarda iktisat teorisini pratik sorunlara çözüm üretmekte kullanan ve veriye dayalı çalışmalar yapan iktisatçılar ödül kazanmış. Demek ki günümüzde bu revaçta.

13 Haziran 2021 Pazar

Yapay zeka, otomasyon ve çalışma

Dünyada iktisadi dönüşüm konusunda yapay zeka, otomasyon, robot gibi teknolojik unsurların etkisi son yıllarda ilgi görüyor. "İşlerimizi mi alacaklar?" sorusu artık robotlar için soruluyor. Eskiden daha çok küreselleşme bağlamında Çinliler'den korkulurdu. Daha da eskiden, sanayileşme sürecinde traktöre bakan köylü ve yeni makinelere bakan işçi de benzer korkular yaşamıştır. Öne çıkan unsurlar değişse de meselenin özü aynı. Serbest ticaret ve teknolojik yeniliklerle beraber sektörler yükselir veya geriler, yeni iş alanları ortaya çıkar, sermaye ve emek yer değiştirir. Bir yandan genel bir üretkenlik ve refah artışı yaşanırken, diğer yandan değişime uyum sağlayamayanlar ve onun nimetlerinden az pay alanlar olur. Eşitsizlikler ve toplumsal rahatsızlıklar ortaya çıkar. Sorunlara çözüm olacak politikalara ihtiyaç duyuldukça o konudaki akademik çalışmalar da artar.    

Yapay zeka ve otomasyon konusunda çalışan önemli iktisatçılardan biri Daron Acemoğlu. Teknolojik değişimin işgücü talebine etkisi ve ortaya çıkan fayda ve zorluklar konusunda, kendisinin Pascual Restrepo ile birlikte yazdığı güzel bir makale var. Konuyu ana hatlarıyla açıklayan akademik bir eser arayanlar faydalanabilir. "The Economics of Artificial Intelligence: An Agenda" adlı kitapta bir bölüm olarak yayımlanan makale "Artificial Intelligence, Automation, and Work" adını taşıyor. Linki şurada.

Makalede özetle, yapay zekanın daha önce gerçekleştirdikleri görevlerde insanların yerini alırken, telafi edici etkiler de yarattığına dikkat çekiliyor. Sermaye birikiminin çoğalması, çalışanlar için işgücü verimliliğinin artması ve yeni iş alanlarının yaratılması emeğe olan talebi ve ücretleri artıran gelişmeler olarak sayılıyor. Makineleşmenin işgücünü tarımdan sanayiye ve sanayiden hizmetlere kaydırması gibi, yapay zeka ve otomasyonun yaygınlaşmasıyla insan gücünün değerlendirileceği yeni alanların ortaya çıkacağı belirtiliyor. Elbette insanların yeni teknolojiler ve iş alanlarına yönelik beceriler kazanması ve piyasaların etkin işlemesini sağlayan bir kurumsal yapının olması dönüşümün sancılarını azaltmak açısından önemli. Bu da eğitim, sanayi ve işgücü politikalarında adımlar atmayı gerektiriyor.

9 Mayıs 2021 Pazar

Zaman tutarsızlığı her yerde

Zaman tutarsızlığı veya dinamik tutarsızlık, davranış bilimi ve oyun teorisi çerçevesinde incelenen bir problemdir. Bir karar alıcının tercihlerinin zaman içinde değişmesiyle ortaya çıkar ve optimal olmayan sonuçlara yol açar. Mikrodan makroya birçok iktisadi uygulaması vardır. Örneğin, bireysel olarak tasarruf edememek, sağlıklı bir yaşam sürememek gibi kimi davranışsal sorunların altında birey tercihlerindeki zaman tutarsızlığı yatar. Makroiktisatta, ekonomik ve siyasi koşullara göre değişen kamu tercihleri ekonomi politikalarını etkileyen dinamik tutarsızlıklara yol açar. Para politikasında, merkez bankalarının fiyat istikrarına odaklı bağımsız kurumlar olması bu sorunu aşmak amacıyla çıkmış bir kurumsal düzenlemedir. Bunun dışında, mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgili kamu tercihlerinde de dinamik tutarsızlıklar görülebilir. Kısaca açıklayalım.

Tasarruflar

Hayatımızda kimi zaman uzun vadede zararlı çıkacağımız ve pişman olacağımız kararlar alırız. Kendisine hakim olamayarak sağlıksız alışkanlıklar edinmek böyle bir şeydir. İktisatçıları daha yakından ilgilendiren konu ise tasarruf davranışlarıdır. Normalde insanların gelirlerinin yüksek olduğu dönemlerde ve gençlik yıllarında zor zamanlar ve yaşlılık için para biriktirmeleri beklenir. Fakat birçok insan bunu yapmakta zorlanır. Elbette herkes için tek bir ideal davranış kalıbı olduğunu iddia edemeyiz. Fakat kişinin geçici dürtülere uyarak fazla harcama yapması ve kendisi için ideal birikimi sağlayamaması bir sorundur. (Zaman tutarsızlığını davranışsal iktisat bağlamında ele alan bir makale için bkz.)

Dürtülere karşı kişinin kendisini nasıl kontrol edebileceği psikolojinin konusudur. İktisatçılar, bu dürtüler karşısında, hangi araçların kişileri doğru tasarruf davranışına yönlendirebileceği ve kamu politikalarının bu konuda ne rol oynayabileceği ile ilgilenir. Birçok insanın yaptığı en basit şey ev almaktır. Niye? Çünkü bir defa, gayrimenkul birikimin değerini koruyan ama likit olmayan bir varlıktır. Onu satmak yastık altındaki altını bozdurmak kadar kolay değildir. Bu da insanları daha yavaş ve planlı hareket etmeye zorlar. İkincisi, konutun krediyle satın alındığı durumlarda, kişi krediyi geri ödemek zorunda olduğundan mecburen tüketimini kısar. Böylece kişi krediyle ev alarak gelecekteki kendisini bağlamış olur.

Gayrimenkul yatırımı dışında, günümüzde sigorta ve bireysel emeklilik sistemleri gibi risklerden korunmayı ve birikim yapmayı kolaylaştıran araçlar var. Bunlar gönüllülük esasına dayanan piyasa temelli araçlar oldukları için, insanların ihtiyaçlarına göre en iyi seçimi yapmalarına imkan verir. Bunun dışında, devletin sosyal güvenlik sistemi toplumdan sağlanan kaynakla emeklilik, sağlık ve işsizlik sigortası gibi hizmetleri yürütür. Bu bir bakıma tasarrufu zorla dayatan bir sistem olduğu için, bireysel kararlardaki zaman tutarsızlığı sorununu doğrudan aşar. Fakat kamu otoritesi tarafından yönetildiği ve bireylere tercih hakkı verilmediği için başka sorunlar ortaya çıkar. (Örneğin, sosyal güvenlik sistemlerinin tasarruf eksikliğini gidermedeki etkinliğini sorgulayan bir makale için bkz.)  

Makroekonomik politikalar

Zaman tutarsızlığını makroekonomik politikalar bağlamında çalışan Finn Kydland ve Edward Prescott, bu sayede 2004 yılında Nobel ödülü kazanmıştı (bkz.). Bu çalışmaların en önemli yansıması para politikasında oldu. Para politikasının reel ekonomiye bir etkisi, enflasyonun reel ücretleri eritmesi yoluyladır. İşçi ve işveren arasındaki sözleşmeler belli periyotlarla yenilendiğinden, bir sonraki sözleşmeye kadar nominal ücret sabit kalır. Fakat bu arada mal fiyatları arttığından, işverenin ödediği reel ücret düşer. Dolayısıyla, gevşek para politikası ve yüksek enflasyon kısa vadede istihdam talebini ve üretimi teşvik eder. Bunun ülkeyi yöneten siyasiler için, halk desteğine ihtiyaç duydukları zamanlarda ne kadar çekici olabileceği açık. Böyle zamanlarda para politikasını gevşetip enflasyonun yükselmesine izin vermek, büyümeyi hızlandırıp işsizliği azaltarak iktidarın siyasi pozisyonunu güçlendirebilir. Sorun bu etkinin geçici olmasıdır. Ertesi sene ücret pazarlığı geldiğinde işçiler daha yüksek zam isteyince, zor bir ikilem ortaya çıkar. Eğer sıkı para politikası uygulanıp enflasyon düşürülmeye çalışılırsa, ücretler bu sefer enflasyondan fazla artacağından (yani reel ücret yükseleceğinden) büyüme yavaşlayıp işsizlik artacaktır. Bu yapılmazsa yüksek enflasyon kalıcı olur ve her yukarı yönlü sürprizde biraz da artar. (Burada reel ücretlerden bahsettik ama enflasyon aslında her türlü sözleşme ve borç ilişkisine tesir eder. Bu da üretim, bölüşüm ve refah üzerinde bozucu etkilere yol açar.)

Optimal para politikası, konjonktürel dalgalanmaları yumuşatarak ekonomik istikrarı sağlayacak şekilde yürütülür. Tersine, büyüme dalgasını daha da güçlendirmeyi amaçlayan ihtiyari politikalar, yol açtıkları enflasyon, cari açık gibi yan etkiler sebebiyle uzun vadede zararlıdır. Böyle sorunların önüne geçilmesi için, merkez bankalarının bağımsız olması ve kanun tarafından belirlenen çerçevede uzmanlar tarafından yönetilmesi ilkesi kabul görmüştür. Fakat genellikle bu da yetmez. Atanan uzman ekonomideki aktörleri, aldığı kararların hedeflerle uyumlu olduğuna ikna etmek zorundadır. Bunun için açık ve şeffaf olmak ve güven tesis etmek önemlidir.

Maliye politikasında aynı sorun yok mu? Olmaz mı, fazlası var. 1990'larda Türkiye siyasetinde enkaz devralmak diye bir tabir vardı. Hükümetlerin sık değiştiği bir ortamda, seçimden önce kamu kaynaklarını arzu ettiği şekilde kullanan iktidar, vergi artışı ve zam gibi kararları gelecek hükümete bırakırdı. 2000'lerde iktidar partisinin seçimlere rahat girdiği yıllarda bu sorun hafiflemişti, fakat son yıllarda bozulan siyasi istikrarla beraber kamu maliyesinde de kötüleşme oldu. Dünyada da siyasi süreçlere bağlı olarak kamusal tercihlerin değişmesi ve bu yüzden aşırı kamu harcaması, bütçe açığı ve borç gibi ekonomik sonuçların ortaya çıkması politik iktisat alanında incelenen başlıca meselelerdendir. (Örnek için bkz.)

Demokratik bir toplumda maliye politikası bağımsız bir kuruma havale edilemez. Kimden ne kadar vergi alınacak, nereye harcanacak, ne kadar yatırım yapılacak ve gelecek kuşaklara ne kadar borç bırakılacak gibi ülke kaynaklarının kullanımıyla ilgili kararları vatandaşların seçtiği temsilciler almak durumunda. O zaman ne yapılabilir? Liberal bir bakışla, devleti küçültecek reformlar yapmak (örneğin kamu bankalarını özelleştirmek) otomatik olarak zaman tutarsızlığı sorununu hafifletir. Bunun haricinde, AB'nin Euro'ya üye ülkelere uyguladığı Maastricht kriterleri ve IMF programlarındaki performans kriterleri gibi, zorlayıcı yaptırımları olan düzenlemeler aşırılıkları engelleyebilir. Denetimi ve yaptırımı olmayan kurallarsa bağlayıcı olmaz. Kamu politikalarının şeffaf bir şekilde yürütülmesi de seçmene sandıkta denetim yapma imkanı verir. Fakat seçmen davranışını birçok şey belirlediğinden bunun tek başına mali disiplini sağlaması zor.

Mülkiyet hakları

Kişi bir yatırım yapıyorsa, satın aldığı varlığı dilediği gibi kullanmak, onun getirisinden faydalanmak ve dilediği zaman onu satmak ister. Bu gayrimenkul alan için de böyledir, bir şirkete ortak olan için de, borç veren için de, fikir ve sanat eseri üretenler için de... Bunu garanti altına alan yasal düzenlemeye mülkiyet hakkı denir. Mülkiyet haklarının belirlenmesi ve korunması arzu edilen yatırımların gerçekleşmesi için gereklidir. Elbette mülkiyet hakkı sınırsız olamaz. Örneğin, kişi sahip olduğu araziye istediği gibi bina dikemez. Savaş gibi olağanüstü durumlarda, her türlü hak ve özgürlüğü sınırlayan devlet bu konuda da tedbirler alır. Normal zamanlarda da kamu yararı varsa (mesela yol yapmak için) devlet özel mülkleri sahibine değerini ödeyerek kamulaştırabilir. Burada önemli olan şey kısıtlamaların makul ve yasal olmasıdır. Bunun ötesinde mülkiyet haklarının beklenmedik şekilde çiğnenmesi veya geri alınması tehlikesi varsa, zaman tutarsızlığı ortaya çıkar.

Fikri mülkiyet alanında, dünyada son zamanlarda koronavirüsle ilgili aşı ve ilaçlar için patent haklarının askıya alınması tartışılıyor. Buna karşı çıkanların (örneğin bkz.) bir tezi zaman tutarsızlığına dayanıyor. Nasıl? Dünyada tıbbi araştırmalar yapan irili ufaklı çok sayıda firma var. Pandemi ortaya çıktığında, bunların içinde aşı geliştirebilecek bilgi ve tecrübesi olan yüzlercesi, büyük ilaç şirketleri ve devletlerle işbirliği yaparak çalışmaya koyuldu. Bunlardan birkaç tanesi de işe yarayan aşılar geliştirip yaygın kullanıma sokabildi. Çoğunun boşa gideceğini bile bile harcanan onca emek ve para sayesinde, süreç başta öngörülenden de hızlı ilerledi. Bu gelişmelerin arkasında geçmişten bugüne sistemi işleten, fikri mülkiyet haklarına güvenerek risk alan ve yatırım yapan büyük bir finansal sermaye var. Bu güven sarsılırsa, gelecekte yenilik üreten çalışmalara finansman azalabilir. Diğer taraftan,  patentlerin askıya alınmasından yana olanlar (örneğin bkz.), mevcut durumun olağanüstü olduğuna dikkat çekerek, ilaç şirketlerinin karlarından feragat etmesi ve aşı üretiminin yaygınlaştırılması çağrısı yapıyorlar. Tabii ki, güncel tartışmalar zaman tutarsızlığının ötesinde birçok karmaşık meseleyi içeriyor. İdeal olmayan koşullarda, herhangi bir tezin mutlak doğru olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Sonuçta taraflar arasındaki pazarlıklarda, güç dengesine göre bir orta yol üzerinde uzlaşılacaktır diye düşünüyorum.

17 Nisan 2021 Cumartesi

Kripto paralar ve para politikası

Kripto paralar, merkezi bir otoriteye gerek duymadan, şifrelenerek bir bilgisayar ağı üzerinde kayıtları tutulan dijital varlıklardır. Bunların yaygınlaşmasının yerleşik para ve bankacılık sistemlerine ne etkisi olabilir? Politika yapıcı ve düzenleyici kurumlar buna nasıl cevap verebilir? Merkez bankaları kendi dijital paralarını çıkarınca ne olabilir? Bunlara kısaca değineceğiz.

Kripto varlıklar, para olarak düşünülmüş olmakla beraber, henüz paranın fonksiyonlarını yeterince yerine getirmiyorlar. Nedir paranın fonksiyonları? Hesap birimi (unit of account), değişim aracı (medium of exchange) ve değer saklama aracı (store of value) olmaktır. Birincisi, fiyatların belirlenmesi ve işlemlerin muhasebeleşmesinde kripto paraların hesap birimi olarak kullanılması henüz gerçekleşmedi. Yani, bir ödeme yapıldığında tutar dolar, euro gibi yasal para birimleri üzerinden belirlenip ilgili kripto para birimine çevriliyor. İkincisi, mal ve hizmet alım satımında, ücret ödemesi ve kar dağıtımında, borçlanma ve borç ödemede, vergi ödemede ve benzeri ekonomik işlemlerde kullanımları, dünya genelinde yaygınlaşmakla birlikte hala sınırlı. Üçüncüsü, insanlar kripto paraları çoğunlukla spekülatif davranarak, yani değerinin gelecekte artacağı beklentisiyle alıyorlar. Bu açıdan bir değer saklama aracı olarak kullanıldıkları söylenebilir. Fakat diğer özellikleri sağlamayan, ekonomik değeri olan başka bir varlığa dayanmayan, istikrarını koruyacak bir merkez bankasının da olmadığı, bu yüzden fiyatı çok sert dalgalanan bir varlık, uzun vadede makbul bir değer saklama aracı olabilir mi, şüphe götürür. Dolayısıyla, kripto paraların geleceği spekülasyondan ziyade değişim aracı olarak rağbet görmelerine bağlı olacak diye düşünüyorum.

Değişim aracı olmak neden önemli? Çünkü ekonomik işlemleri gerçekleştirmek için bir miktar para tutmak zorunludur. Likit olmayan (kolayca paraya çevrilemeyecek) servet ödeme ihtiyaçlarını karşılamaz. Bu yüzden insanlar cüzdanlarında kağıt para, bankada mevduat hesabı bulundururlar (mevduat da resmi paraya dayanarak bankaların yarattığı bir paradır). Bunlar kişisel tercihlere ve ihtiyaçlara göre yerli veya yabancı para cinsinden olabilir. Yarın öbür gün kripto paralar değişim aracı olarak yaygınlaşırsa, insanlar bu amaçla onları da talep edip sanal cüzdanlarında tutacaktır. Böylece onların da kağıt para ve mevduat gibi bir kullanım değeri oluşacaktır.

Kripto varlıklar değişim aracı olarak yaygınlaşabilir mi? Kısa vadede bunun önünde ciddi engeller var. En başta, fiyatları düzenleyen bir merkez bankası olmadığı için, bugün bu varlıklarda spekülasyon ve fiyat oynaklığı çok büyük. Bu da ticarette kullanımınlarını caydıran riskler yaratıyor. Buna rağmen kripto paralar tercih edilecekse, kullanıcıları için alternatiflerine göre büyük avantajları olmalı. Meşru bir faktör, banka gibi aracıları ortadan kaldırarak işlem maliyetlerini azaltmaları ve yeni finasman yöntemlerinin oluşmasını kolaylaştırmaları olabilir. Gayrimeşru bir faktör ise, kayıtdışı ve hatta yasadışı işlemlerin bu yoldan rahat yapılabilemesi olabilir. Ancak gayrimeşru kullanım alanları yasal kurumların önlem almasını gerektireceği için, (ne kadar etkili olacak bilinmez ama) buna yönelik düzenlemelerin gelmesi kaçınılmaz.

Kamu otoritesi açısından kripto paraların yarattığı tek sorun vergi kaçağı ve kara para değil. Bunların yaygınlaşması dolarizasyon etkisi yapıp para politikasının etkinliğini de azaltabilir. Uluslararası bir şirket ya da yerel bir holding gibi, itibarlı bir özel kurumun kendi kripto parasını başarıyla dolaşıma soktuğunu varsayalım. İnsanların bunu kullanarak kredi aldığını, alışveriş yaptığını, ödemelerini gerçekleştirdiğini, bunu diğer para birimleriyle serbestçe değiştirebildiğini düşünelim. Bu para sadece şirket ve müşteriler tarafından değil, üçüncü kişilerce de kullanılabilir. Şirket bastığı parayla merkez bankasına rakip olup senyoraj geliri elde eder. Bu da merkez bankası için hem gelir kaybına, hem de kontrolü dışında işleyen ve kendi politika araçlarıyla ekonomiyi yönetme kabiliyetini sınırlayan bir parasal sistem oluşmasına yol açar.

Dahası, söz konusu şirketin para yaratarak üretken yatırımları finanse ettiğini düşünelim. Bu durumda parayı reel bir ekonomik faaliyete dayandırmış olur. Bu yatırımın getirisi üzerinden para tutanlara faiz ödemek suretiyle parasının istikrarını artırabilir ve ona talebi artırabilir. Bu yolla ticari bankaları aradan çıkararak, küçük yatırımcının tasarruflarına doğrudan ulaşan bir yatırım bankasına dönüşür. O zaman bankacılık sistemi de değişir. Mevcut sistemde yaratılan ve dayandığı merkez bankası parasının kat kat üzerinde olan banka mevduatları (inside money) daralır. Bu hayırlı da olabilir. Çünkü aşırı büyük para ve kredi genişlemelerinin yol açtığı istikrarsızlıkların giderilmesi daha sağlıklı bir finansal sistem yaratabilir.

Bunlar bugünden yarına olacak şeyler değil. Ekonomi bir uzun vadeli denge noktasından (steady state) diğerine bir anda sıçramaz. Geçiş süreci türlü bilinmezliklerle ve (belki de aşılamayacak) engellerle dolu olacaktır. En başta, kripto varlıkların spekülasyon aracı olmaktan çıkıp anlamlı bir ekonomik değer yaratmaya başlamaları gerek. Serbest piyasa dinamiklerinin yanında yasal düzenlemelerin nasıl ilerleyeceği de bunda belirleyici olacak. Politika yapıcı ve düzenleyici kurumlar ekonominin kontrolünün ellerinden çıkmasına kolayca rıza göstermeyeceklerdir. Ticari bankalar gibi iş modelleri değişecek çıkar grupları da yasal düzenlemelere etki etmek için lobi yapacaklardır. Sonunda su akıp yolunu bulacak mı göreceğiz.

Buraya kadar serbest piyasada ortaya çıkan ve merkezi olmayan kripto paralardan bahsettik. Ancak benzer işlevler görecek resmi dijital paraların çıkmasının önünde engel yok. Hatta bizim merkez bankamız da dahil olmak üzere, dünyadaki politika yapıcılar bu konuda çalışıyorlar. Merkez bankası kendi dijital parasını çıkarırsa ne olur? Öncelikle bunun bir fark yaratması için, yukarıda bahsettiğimiz şekilde alternatif dijital paraların kendisine rakip çıkmasını engellemesi lazım. Bu durumda örneğin, kira, maaş, fatura, borç gibi ödemeleri elektronik olarak yapmak veya ödeme almak için banka hesabı kullanmaya gerek kalmaz. Doğrudan merkez bankası parası kullanılabilir. Bu durumda para tabanı genişler ve daha çok senyoraj geliri sağlanabilir. Ayrıca, bankaların merkez bankasındaki hesaplarına halihazırda uygulandığı gibi, dijital paraya da bir politika aracı olarak faiz uygulanabilir. Buna paralel kağıt ve madeni para kullanımı kaldırılır (veya en azından ciddi şekilde kısıtlanırsa) bu faiz gerektiğinde eksi yapılabilir. Böylece Avrupa, Amerika ve Japonya gibi çok düşük enflasyonlu ülkelerde para politikası uygulamayı zorlaştıran bir engel kaldırılabilir. Ticari bankalar içinse, bu sefer merkez bankası kendilerine rakip çıkacağından, yine bir dönüşüm olmak zorunda. En azından vadesiz mevduatlardan bedava faydalanmak, hatta ücret alıp gelir sağlamak herhalde ortadan kalkar.

Finansal teknolojilerin nasıl gelişeceğini, serbest piyasa dinamiklerinin ve yasal düzenlemelerin nasıl şekilleneceğini zaman gösterecek. Ben doğduğumda bırakın interneti, ülkemizde özel televizyon bile yoktu. Sıradan insanın ilgi duyduğu yazılı, sesli, görüntülü içeriğe anında ulaşması, hatta içerik üreterek sesini dünyaya duyurması hayal dahi edilmezdi. Bugün doğan nesiller de belki sonraki kuşaklara şöyle anlatacaklar: "Bir zamanlar kağıt para diye bir şey vardı. Para evin yakınında banka şubesi denen yerlere veya ATM denen cihazlara yatırılır, ihtiyaç olunca çekilirdi. Kredi kullanacaklar da bankalara gider, orada birikmiş tasarrufları kullanırdı."

Son olarak, daha fazla bilgi arayanlar, AB'nin bir araştırma kurumu tarafından hazırlanmış ve bu yazıyı yazarken faydalandığım şu rapora bakabilir: link

4 Nisan 2021 Pazar

ABD kamu borcu ve optimal borç yönetimi

Amerikan ekonomisinde mali harcama paketleri art arda geliyor. Amerikan devletinin borç yükü uzun süredir artıyordu. Pandemi döneminde vatandaşa ve iş dünyasına verilen mali destekler büyük bütçe açıklarına ve kamu borcunda sıçramaya sebep oldu. Üzerine bu sene Joe Biden başkan oldu ve seçim vaatlerini yerini getirmek için kesenin ağzını daha da açtı. Amerikan devleti nasıl oluyor da bu kadar genişlemeci bir maliye politikası izleyebiliyor? Yüksek ve artan kamu borcunun sonuçları ne olabilir? Bu politika sürdürülebilir mi? Optimal borç yönetimi nasıl olmalı? Amerikan ekonomisinde yaşananlar bize, maliye politikalarının işleyişini ve sonuçlarını anlamakta faydalı olacak bir vaka sunuyor.

ABD'nin hızla artan kamu borcu

Aşağıdaki grafik (kaynak) Amerika'da kamu borcunun GSYH'ye oranla uzun dönemli seyrini gösteriyor.  2020 yılına kadar gerçekleşmeler, sonrasında ise 30 senelik bir projeksiyon sunulmuş. Projeksiyonu hazırlayan, partiler üstü bir kurum olan Kongre Bütçe Ofisi (Congressional Budget Office, CBO). Çalışma Mart ayı başında hazırlandığı için, sadece o tarihe kadar yasalaşmış vergi ve harcama politikalarını dikkate almış. O tarihten sonra büyük bir mali harcama paketi yasalaştı. Bunun da borca etkisi olacak. Ama acele etmeye gerek yok. Daha sırada bir kamu yatırımı paketi ve bir de vergi reformu var. Dolayısıyla, bu projeksiyonlar daha çok değişecek. Biz genel resme bakalım. (Not: CBO kamu borcunu, kamu kurumlarının tuttuğu borç senetlerinin tutarını brüt borç stoğundan düşerek takip ediyor. IMF, Dünya Bankası gibi kaynaklardan, bizim alışık olduğumuz brüt borç stoğuna baksak daha yüksek oranlar görürüz. Öyle ya da böyle meselenin özü değişmiyor.)

Amerika'nın kamu borcu 2008 finansal krizinden çıkışta hızla arttı. Sonrasında geçen sene pandemi gelince kamunun kaynakları salgının etkileriyle mücadelede kullanıldı. Bu gelişmeler kamu borcunun GSYH'ye oranını tıpkı Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı zamanlarındaki gibi yükseltti. Grafiğin 30 yıllık projeksiyon bölümü, bundan sonra hiçbir şey yapılmazsa ne olacağı konusunda fikir veriyor. Bunu bir tahmin olarak düşünmemek, raporu hazırlayanların uyarısı olarak görmek lazım. Zira borcun sonsuza kadar sürekli artması mümkün değil. Böyle "sürdürülebilir" olmayan bir politikada uzun süre ısrar edilirse, bir noktada borç krizi çıkar ve bunun zamanlamasını da kimse kestiremez. O yüzden yeni bir olağanüstü durum olmazsa ve Amerikan ekonomisini yönetenler akılcı davranırsa, tedbir alınmasını ve kamu borcunun uzun vadede sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesini bekleyebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı sonrası uzun süre kamu borcunun oranı azalmıştı. Bunda maliye politikası yönetiminin yanı sıra, o dönemde Amerikan ekonomisinin hızlı gelişmesinin ve 1970'li yıllarda enflasyonun (bkz.) bir miktar yükselmesinin de katkısı var. (Borç nominal bir değer olduğundan karşılaştırma nominal GSYH ile yapılır. Amerika gibi kendi parası cinsinden borçlanan ülkelerde, reel büyümeyle beraber enflasyon da kamu borcu/GSYH oranını aşağı çeker.) Elbette 1950 sonrasındaki gibi kamu borcunun oranında büyük bir azalma olacağını kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü bir defa, maliye politikası kararları siyasi süreçlerle alınır ve bu düzen gelişmiş ülkelerde bile rasyonel şekilde işlemeyebilir. İkincisi, o dönemdeki ("baby boom" denen) nüfus patlaması bugün yok, tersine yavaşlayan bir artış hızı (bkz.) ve yaşlanan bir nüfus var. Teknolojik ilerlemeye rağmen Amerika'da uzun vadede üretkenlik artışı ve iktisadi gelişme hızlarının korunup korunamayacağı da tartışmalı. O yüzden politika yapıcıların işi eskisi kadar kolay değil.

Kamu borcunun sürdürülebilirliği

Peki borcun sürdürülebilir olması ne demek? Temel olarak, devletin borçlanmasının ecnebilerin Ponzi şeması dediği, bizim Çiftlik Bank olarak bildiğimiz modele dönüşmemesi lazım. Nedir o? Uyanık bir şahıs bir grup insandan faiz vaadiyle para toplar. Ortada faizi ödeyecek kadar gelir yaratan bir yatırım yoktur. Sisteme katılım oldukça, yeni giren parayla daha önce katılan insanların faizi ödenir. Hatta uyanık cebine de para attığı için, gelen para faiz ödemesinden de fazla olmalıdır. Böyle olduğu sürece sistem büyür, fakat bir noktada girişler yavaşlayınca tıkanır ve vaat edilen ödemeleri yapamaz hale gelir. Dolandırıcılar genelde parayı vurup kaçmak niyetinde olduklarından fahiş oranlarda getiri vaat ederler ve bu yüzden sistemleri çabuk çöker. Ama bazen Bernie Madoff (bkz.) örneğinde olduğu gibi meşru bir yatırıma benzeyen ve daha makul oranlarda ödeme yapan bir sistem çok uzun süre yaşayabilir. 

ABD'de borcun bugüne kadar artması böyle bir Ponzi şemasıyla alakalı değil. Bunu görmek için borçlanmaya yol açan bütçe açıklarına bakacağız. Aşağıda CBO'nun aynı raporundan alınmış grafik, ABD bütçe açıklarının GSYH'ye oranla son 15 senedeki durumunu ve tedbir alınmazsa bundan sonra ne olacağını gösteriyor. Faiz harcamaları son yıllardaki bütçe açıklarının küçük bir kısmından sorumlu. 2008 krizinden sonra ekonomi yavaşladığından vergi gelirleri düştü ve kamu harcamaları arttı. Sonuçta faiz dışı açık (primary deficit, grafikte mor) verilmeye başlandı ve bu yakın zamana kadar sürdü. 2020 yılında hem vergi kaybı hem pandemi sebebiyle yapılan harcamalar yüzünden faiz dışı açıkta büyük artış oldu. 2021'de Biden'in harcama paketi sonradan geldiği için açık grafiktekinden de fazla olacak. Fakat pandemi geçip normale dönüldüğünde harcamalar ve faiz dışı açık azalacak. Uzun vadede nüfusun yaşlanmasına bağlı gelişmeler (çalışanların azalıp emeklilerin artması, sağlık harcamalarının artması vb.), önlem alınmazsa faiz dışı açığın yapısal olarak yavaş yavaş büyümesine yol açacak.

Daha büyük problem faiz harcamalarındaki (grafikte mavi) yükselişten kaynaklanabilir. Küresel krizden sonra dünya ekonomisinde büyüme güçlü olmadığı için, o dönem düşen faiz oranları fazla değişmedi. Hele Amerika en sağlam ekonomilerden biri olarak görüldüğü için, parasını güvenceye almak isteyen yatırımcılar düşük getirilerine rağmen Amerikan devlet tahvillerini satın aldı. Faiz oranları gelecekte bir süre daha düşük kalabilir, fakat oranlar bir noktada illa ki artacak. Hem ekonomiye güven de kayıtsız şartsız değildir. Mali yapı bozulursa risk primi de artar. Sonrasında, Ponzi şemasındaki gibi faiz ödemelerini yapmak için daha fazla borçlanmak, borçlandıkça daha fazla faiz ödemek, ödedikçe daha da borçlanmak gibi bir sarmala girilir. Bunun sonu da borç krizi olur. Böyle bir sarmalı gösteren aşağıdaki projeksiyonlar, buraya gelmeden önlem alınması gerektiğini gösteriyor.

Yüksek kamu borcu için ne yapılabilir?

Kamu borcunun GSYH'ye oranını azaltmak için seçenekler şunlar: Vergileri yükseltmek, harcamaları kısmak, enflasyonu yükseltip borcu reel olarak eritmek, bir şey yapmayıp çözümü ertelemek. Sondan başlarsak, hem kısa vadede riskleri artıracağı, hem de uzun vadede borç yükünü gelecek kuşaklara yansıtacağı için çözümü ertelemek sorumlu bir tercih olmaz. Tabii politikacıların ne yapacağı da belli olmaz.

Olağanüstü bir durum yokken, sürpriz enflasyon yaratıp istikrarsızlık çıkarmak çok saçma bir şey olur. Amerikan faizlerini düşük tutan güven de biter. Amerika'nın avantajı merkez bankasının (Federal Reserve, Fed) bağımsız olması. Enflasyon hedeflerden saparsa Fed'in buna müdahale edeceğinden kimsenin şüphesi yok. Amerikan hazinesi ciddi bir risk primi ödemeden trilyonlarca dolar borçlanabiliyorsa, bunda Fed'in bağımsızlığının ve itibarının payı büyük.

Makul bir politika alternatifi olarak geriye kamu harcamaları ve vergileri ayarlamak kalıyor. Harcama tarafında kesintiye gitmek şöyle dursun, şu an artış var. Biden fırsatını bulmuşken (partisi yasama organı olan Kongre'ye hakim) seçim vaatlerini yerine getiriyor. Mart ayında vatandaşlara vergi iadesi, ilave işsizlik yardımı, sağlık harcamalarına destek gibi kalemler içeren 1.9 trilyon dolarlık, GSYH'nin yaklaşık %9'u büyüklüğünde bir mali yardım paketini yasalaştırmıştı. Şimdi de 2.3 trilyon dolar olarak tasarlanan (bkz.) bir yatırım paketini gündeme aldı. Bunlar miktarları büyük olsa da tek seferlik harcamalar. Ayrıca ulaştırma altyapısının yenilenmesi gibi projeler gelecekte üretkenlik artışına katkı da yapabilir. Asıl büyük zorluk, nüfusun yaşlanmasıyla ortaya çıkacak kalıcı maliyetlere yönelik uzun vadeli çözümler üretmek olacak.

Vergi politikaları, Biden'in gündeminde sırasını bekliyor. Yüksek gelir grupları için marjinal vergi oranının ve kurumlar vergisinin yükseltilmesi seçim vaatleri arasında yer alan tedbirlerdi. Asıl radikal adım servet vergisi gündeme gelirse olur. Amerikan siyasetinin sol kanadı uzun zamandır, hem servet eşitsizliğini azaltmak hem de kamu harcamalarına kaynak sağlamak için bunu istiyor. Fakat bu konuda yasama sürecinde direnç büyük olabilir.

Şoklara karşı optimal borç yönetimi

Savaş, doğal afet gibi olağanüstü durumlarda devletin borçlanma imkanının yüksek olması büyük nimet. Zira borç yönetimi ekonomi için şok emici işlevi görür. Borçlanabilen devletler, vergi gelirlerinin azaldığı durumlarda bile gerekli kamu harcamalarını yapabilir. Optimal maliye politikası, geçici bir zorluk yaşandığında devletin bütçe açığı verip borcu artırarak bunu atlatması, normale dönülünce de borcu azaltması şeklindedir. İkinci kısım, yani normal zamanda borcu düşük tutup kötü zamanlarda kullanılabilecek bir alan açmak çok önemli. Ayrıca böyle zamanlarda enflasyonu ve risk primini düşürüp makroekonomik istikrarı güçlendirecek tedbirler almak, gerektiğinde daha düşük maliyetle daha bol borçlanabilme imkanı sağlar.

İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında ABD kamu borcunun yönetimi güzel bir örnek. Pandemi döneminde de ABD yönetimi ekonomiye destek sağlamak için aynı yolu seçti. Eğer önümüzdeki yıllarda borçluluğu azaltabilirlerse, optimal politikayı başarıyla uygulamış olacaklar. Bu kadar geniş bir borçlanma imkanı bizde olmadığı için, pandemi döneminde zorluk yaşadık. 2020'de ABD GSYH'nin %15'i kadar bütçe açığı verirken, Türkiye %3.5 oranında açık kaydederek insanına daha az doğrudan destek sağlayabildi. Bu farkı kader gibi görmemek lazım. Bu en başta kurumlarına güvenilen ve istikrarlı bir ekonomi olmakla alakalı.

ABD'nin dünyanın en büyük ekonomisi olarak, diğer tüm ülkelerden farklı bir konumu var elbette. Ancak kendi grubumuzdaki ülkelerle de karşılaştırınca, bizde bir şeylerin ters gittiği anlaşılıyor. IMF'nin yayımladığı aşağıdaki grafik (kaynak) orta gelirli ülkelerde pandemi döneminde sağlanan mali destekleri gösteriyor. Koyu renkli sütunlar ilave harcama, vergi iadesi gibi ihtiyari tedbirlerin GSYH'ye oranını bildiriyor. Bu ölçüye göre en gerilerdeyiz. Bu eksiği açık renkli gösterilen kredi politikalarıyla kapatmaya çalışmışız. Yani diğer ülkelerde devlet zengininden borçlanıp ihtiyaç sahibine hibe verirken (aralarında IMF'den destek alan da olabilir), bizde devlet vatandaşın borçlanmasına yardım etmiş. Tabii bu da bir şey. Sağlanan krediler birçok ihtiyaç sahibine dar anında nefes aldırmıştır. Fakat ülkemizde son bir senede konut, otomobil, beyaz eşya satışlarının; döviz ve altın talebinin patlamasına bakınca, kredilerin daha çok ihtiyaç sahibine mi yoksa lüks tüketim ve finansal spekülasyona mı gittiğini insan sorguluyor. Üstelik kredi genişlemesinin cari açığı patlatması, Türk lirasını zayıflatıp döviz rezervlerini eritmesi, enflasyonu yükseltmesi gibi yan etkileri çıktı. Geri dönmeyecek kredilerin bankacılık sistemine ne maliyeti olacak, onu da sonra göreceğiz. Artık olan oldu, bir sonraki krize hazırlıklı girsek iyi ederiz.

7 Mart 2021 Pazar

Hangi GSYH?

Farklı yerlerde farklı GSYH ölçüleri kullanılıyor. Yerine göre, ulusal ve uluslararası fiyat etkileri, döviz kuru, nüfus, mevsim ve takvim etkileri gibi etmenlere yönelik düzeltmeler yapılıyor. Bunların anlamı ne? Neyi ne zaman kullanmak doğru? Kısaca bunlara değinmek istiyorum.

Nominal büyüklüklerin karşılaştırılması

Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH), ülkede üretilen toplam katma değeri ölçen ve aslen yerel para (bizde TL) cinsinden "cari fiyatlarla" hesaplanan bir değerdir. Buna "nominal GSYH" denir. Ülkemizde TÜİK; vergi, tapu, kamu harcaması, şirket bilançosu gibi kayıtlardan derlediği verileri kullanarak GSYH'yi hesaplar. Bu değer, üretilen mal ve hizmetlerin miktarının yanı sıra, bunların güncel fiyatlarına da bağlıdır.

Nominal GSYH; banka kredileri, borçlar, para arzı ölçüleri gibi başka nominal büyüklüklerle karşılaştırma yapmaya yarar. Bunları GSYH'ye oranladığımızda ülke ekonomisine nazaran büyüklüklerini ölçebiliriz. Bu payların zaman içindeki değişiminden ve diğer ülkelerle karşılaştırılmasından sonuçlar çıkartırız. Örneğin, bir ülkenin vergi gelirleri 2020'de şu kadar olmuş dersem, bu tek başına bir şey ifade etmez. Ama bunu GSYH'ye oranlarsam ve çıkan oranı geçmiş dönemlerle, başka ülkelerle ve uluslararası standartlarla karşılaştırırsam, bu az mı çok mu, iyileşme mi var kötüleşme mi, yorumlayabilirim.

Türkiye'nin ödemeler dengesi ve uluslararası yatırım pozisyonuyla ilgili veriler (dış ticaret dengesi, turizm gelirleri, döviz rezervleri, sermaye akımları, dış borç stoku vs.) dolar cinsinden ölçülür. Bunlar için benzer oranlar hesaplamak için dolar cinsi GSYH'ye ihtiyaç var. O da TL cinsi GSYH verileri, ilgili dönem için ortalama bir döviz kuruna bölünerek hesaplanır
.

Zaman içinde GSYH karşılaştırması (Büyüme)

GSYH'nin başlıca amaçlarından biri toplam ekonomik faaliyetin zaman içinde ne kadar geliştiğini (yani büyüme hızını) takip etmektir. Yüksek enflasyonlu bir ülkenin insanları olarak hepimiz, bir değer artışının enflasyonun üzerinde olduğu zaman gerçek bir iyileşme ifade ettiğini biliyoruz. Bunun için, enflasyonun etkisi düzeltilmiş bir göstergeye ihtiyacımız var. Bu amaçla bir baz yılına göre "sabit fiyatlarla" GSYH serisi hesaplanır. Buna "reel GSYH" denir.

GSYH yılda dört defa açıklandığından, herbir üç aylık döneme çeyrek denir. Uzun dönemde (onlarca yıl içinde) ekonominin nasıl geliştiğini görmek için, genellikle dört çeyreğin toplamından oluşan yıllık GSYH değerlerine bakılır. IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların veri setlerinde uzun dönemli seriler de yıllık olur. Fakat ekonomistler ekonominin yakın dönemdeki durumunu da GSYH ile takip ederler. Bunun içinse ulusal istatistik kurumunun çeyreklik frakanstaki serileri kullanılır.

GSYH büyümesine çeyreklik dönemlerde bakarken dikkat edilmesi gereken birkaç nokta var. Birincisi, özellikle tarım, turizm, inşaat gibi daha çok belli bir mevsimde yapılan ekonomik faaliyetler yüzünden, GSYH ve onunla ilişkili göstergeler yıl içinde bir döngü izler. Ülkemizde, yaza doğru artıp kışa doğru azalır. Bu çok bariz bir şey olduğu için, düz bir şekilde bir çeyrekten sonraki çeyreğe değişim hesaplanmaz. Mevsim etkisi hariç büyüme hesaplanmaya çalışılır. Bunun da iki yolu var. Basit yol, bir önceki senenin aynı dönemiyle kıyaslama yapmaktır. Örneğin, 2020 yılının dördüncü çeyreğindeki reel GSYH'nin, 2019'un aynı dönemine göre ne oranda değiştiği hesaplanır. Karmaşık yol (bunu TÜİK yapıyor), bu amaçla geliştirilmiş istatistiksel yöntemleri kullanarak, mevsimsellik olmasaydı GSYH değerinin ne olacağını tahmin etmektir. Ondan sonra çeyrekten çeyreğe değişim hesaplanır. İkinci önemli nokta, çalışma günü sayısının ekonomik faaliyete etkisidir. Her ülkede önemli olmayabilir ama ülkemizde dini bayramlar seneden seneye öne kaydığı ve tatillerin uzunluğu değiştiği için bu etki büyük olabiliyor. Mevsimsellik gibi bu etkiyi çıkarmak, daha sağlıklı bir analiz yapmayı sağlar. Bunu yapmanın basit yolu yok, istatistiksel yöntemler kullanmak gerekiyor (bunu da TÜİK yapıyor).

Ülkemizde, reel GSYH ve bileşenleri ham, takvim etkisi arındırılmış ve mevsim ve takvim etkileri arındırılmış olarak, üç set halinde açıklanır. İstatistiksel arındırma sonradan uygulanmaya başlandığı için, ham verilere göre basit yolla büyüme hesaplamak gelenek olmuştur. O yüzden, manşetlerde Türkiye ekonomisi 2020 yılının 4. çeyreğinde %5.9 büyüdü dendiği zaman, kastedilen bir önceki yılın aynı ayına göre artış oranıdır. Burada kafa karıştırabilecek birkaç husus var. Birincisi, yukarıda bahsettiğimiz, tatillerin kaydığı dönemlerde büyümeyi belirgin olarak aşağı ya da yukarı itebilecek takvim etkisi. İkincisi, önceki sene ekonomide çok büyük bir olay olmuşsa, bunun yol açtığı "baz etkisi". Bunu bu sene 2. çeyrekte muhtemelen çok bariz şekilde yaşayacağız. Geçen sene COVID-19 pandemisi yüzünden Nisan-Haziran döneminde ekonomi daralmış, sonra hızla toparlanmıştı. Bu sene umalım ki yine böyle bir daralma olmayacak. O yüzden GSYH
2. çeyrekte geçen yılın aynı çeyreğine göre muhtemelen %10'dan fazla yüksek olacak.

Başka ülkelerle karşılaştırma yaparken, o ülkede hangi GSYH büyümesinin konuşulduğunu da bilmek gerek. Örneğin, Amerikalılar mevsimsellikten arındırılmış GSYH'nin bir önceki çeyreğe göre değişimine bakar (önceki yılın aynı çeyreğine göre değil); bununla da yetinmez, bir sene böyle gitse ne olurdu diye hesaplayıp bir "yıllıklandırılmış çeyreklik" büyüme oranı elde ederler. Manşetlerde öne çıkan büyüme oranı budur. Yani Amerikan ekonomisi 2020 yılının 4. çeyreğinde %4.1 büyüdü dendiği zaman, bu oran bizim %5.9'un dengi değildir. Neyin dengidir? TÜİK'in açıkladığı bir mevsim ve takvim etkisinden arındılmış GSYH büyümesi var, %1.7. Bunu alıp (1+0.017)(1+0.017)(1+0.017)(1+0.017)-1=%7 hesabıyla elde ettiğimiz değer, manşete çıkan ABD büyümesinin (%4.1) dengidir. Bunun yerine ABD GSYH'sinde yıllık değişim hesaplarsak (-%2.4 oluyor), bu da bizim %5.9 ile karşılaştırılabilir.  

Ülkeler arası GSYH karşılaştırmaları

GSYH'nin bir başka başlıca amacı, ekonomilerin büyüklüğü ve ortalama gelir düzeyi gibi konularda ülkeler arasında karşılaştırma yapmaktır. Bunun için GSYH ortak bir para birimi cinsinden ölçülmek zorunda. IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların yayımladığı veri setlerinde ortak birim dolar olur. Avrupa ülkeleriyle karşılaştırma yapılacaksa, Eurostat'ın yayımladığı euro cinsi veriler de kullanılabilir.

Dolar cinsi GSYH seviyesi, ülkelerin dünya ekonomisi içerisindeki nisbi büyüklüğünü gösterir. Bir ülkenin GSYH'si tek başına bir şey ifade etmez. Fakat karşılaştırma yapınca, ülkenin ticari ilişkilerindeki ve dünya ekonomisindeki ağırlığıyla ilgili çıkarımlar yapabiliriz. Örneğin, iki ülke arasındaki ticaret hacminde, ülkeler arasındaki mesafe ve ekonomilerin büyüklükleri önemlidir. Dolayısıyla, Türkiye AB'ye yakın ve büyük bir ekonomi olduğundan, AB açısından önemli bir ticaret ve yatırım ortağıdır.

Ülke ekonomisinin dünya geneline göre büyük olması, o ülkedeki insanların dünya geneline göre zengin olduğunu göstermez. Örneğin, Çin ve Hindistan ortalama gelir bakımından ancak orta sıralarda yer alırken, nüfus bakımından kalabalık olduklarından ekonomileri dünya ekonomisine göre büyüktür. Bunun tam tersine, Lüksemburg ve Katar ekonomilerinin boyutu küçüktür ama ortalama gelir yüksektir. Eğer ülkelerin yaşam standardı ve bunun zaman içindeki değişimi karşılaştırılacaksa, o zaman toplam değil "kişi başına düşen" GSYH kullanılmalıdır.

Ülkeler arası karşılaştırmalarda yerine göre faydalı olan bir düzeltme de "satınalma gücü paritesine" (SGP) göre yapılır. İşgücünün daha verimli olduğu ülkelerde genel ücret seviyesi yüksek olduğundan (Balassa-Samuelson etkisi), ticaret engeli bulunan malların ve hizmetlerin fiyat seviyeleri de yüksektir. Örneğin, Fransa'da tatil yapmak, İngiltere'de saç traşı olmak, Amerika'da tesisatçı çağırmak, Türkiye'den daha pahalıya gelir. Dolayısıyla aynı faaliyet GSYH'ye kaydedilirken, zengin ülkede fakir ülkeye göre daha çok katkı yapar ve zengin ülkenin GSYH'si daha şişkin görünür. O yüzden, özellikle ülkelerin ortalama hayat standardını karşılaştıran çalışmalarda SGP'ye göre düzeltilmiş (bir "sabit uluslararası dolar" değerine göre hesaplanan) kişi başına GSYH değeri kullanılır.

Görüldüğü gibi, GSYH ile ilgili birçok farklı gösterge var. Bunların hangisinin kullanılacağı amaca göre değişir. Önemli olan göstergeleri doğru yorumlamak ve yerli yerinde kullanmak. Bunun için özen gösterip istatistiklerin içeriğini öğrenmek gerekiyor.

27 Şubat 2021 Cumartesi

İktisat konulu filmler

Daha önce konusu iktisatla ilgili olan beğendiğim birkaç filmi (şurada) yazmıştım. Bununla ilgili ABD'de eğitmenler arasında yapılan bir anketle belirlenen bir grup filmi aktaran, pedagojik amaçlı bir akademik makale gördüm (linki şurada). İlgi duyanlar için bu makalede seçilen 20 film sırasıyla şöyle:

1. It's a Wonderful Life
2. A Beautiful Mind
3. Moneyball
4. Wall Street
5. Trading Places
6. The Hunger Games
7. The Hudsucker Proxy
8. The Lorax
9. Cast Away
10. The Wolf of Wall Street,
11. Inside Job
12. Office Space
13. Boiler room
14. Tucker: The Man and His Dream
15. Pretty Woman
16. The Dark Knight
17. Pursuit of Happyness
18. Mary Poppins
19. Too Big to Fail
20. The Grapes of Wrath

Dördü ilk sıradakiler olmak üzere, listedeki 11 filmi izledim. Bunların sondaki iki tanesini (Too Big to Fail ve The Grapes of Wrath) hem beğendiğim, hem de iktisadi içeriğini kayda değer bulduğum için daha önce tavsiye etmiştim. Diğer izlediklerim hakkında da kısaca fikrimi söyleyeyim.

Listede seyir zevki bakımından en çok hoşuma gidenler Wall Street, Cast Away, The Wolf of Wall Street ve Pursuit of Happyness oldu. Bunlar büyük başrol oyuncularına (sırasıyla Michael Douglas, Tom Hanks, Leonardo DiCaprio ve Will Smith) sahip, tekrar tekrar izlenebilecek sağlam filmler. Fakat iktisadi bilgi veya düşünce anlamında bana büyük katkıları olmadı. Cast Away filminde, ıssız bir adaya düşmüş kahramanın başından geçenler işbölümünün değerini gösteriyor. Üstelik bu kişinin önceki hayatında küresel ticaretin önemli bir parçası olan FedEx kargo firmasının çalışanı olması da hoş bir ironi olmuş. Diğer üç film ise finans piyasalarıyla ilgili, ortalama izleyicinin ilgi ve hassasiyetlerine hitap ediyor.  

İlk üçte yer alan It's a Wonderful Life, A Beautiful Mind ve Moneyball, yine güçlü erkek başrol oyuncularına (sırasıyla James Stewart, Russell Crowe ve Brad Pitt) sahip yapımlar. İlginç iktisadi konuları var ama bana sıkıcı geldiler. 1946'da yapılmış ilk film, ABD'de konut kredilerinin büyüme dönemini ve küçük yerel bankalardan oluşan finansal sistemin işleyişini yansıtıyor. İkincisi, oyun teorisinin büyüklerinden John Nash'in biyografisi. Üçüncüsü ise, istatistiksel yöntemlerin faydasını spor uygulaması üzerinden gösteriyor.

Geriye kaldı Office Space ve The Dark Knight. İlki işveren ve çalışan arasındaki asil-vekil (principal-agent) ilişkisini konu edindiği için listeye girmiş, fena olmayan bir komedi filmi. Batman serisinden olan diğer filmin listeye girme sebebi ise, Batman'in baş düşmanı Joker'in stratejik eylemlerinin oyun teorisi bağlamında ilgili bulunması. The Dark Knight, serisinde uzak ara en sevdiğim film, fakat oyun teorisi konusunda bir öneri yapacak olsam aklıma bu gelmezdi. Bu konuda, nükleer savaş temalı Dr. Strangelove ve Fail Safe (aynı konuyu ilki kara komedi, ikincisi dram olarak işler) ile 1962 Küba füze krizini konu alan Thirteen Days ağır basar. Bir tür hafıza kaybı sorunu olan ana karakterin kendi kendisini stratejik olarak manipüle ettiği Memento da farklı tarzda ilginç bir film.

18 Şubat 2021 Perşembe

Amerika ve Avrupa'nın büyüme farkı

Yabancı bir platformda, 2008 krizinden pandemi öncesine kadar ABD ve Avrupa ülkelerinin büyüme performanslarının neden farklılaştığına dair bir soruyla karşılaştım. Konuyu ilginç bulduğum için, verdiğim cevabı burada da paylaşmak istedim.

Öncelikle, farklı para birimi kullanan ülkeler için dolar cinsi nominal GSYH değerlerini karşılaştırmak yanıltıcıdır. Çünkü yerel para birimi ile ABD doları arasındaki kur, dolar cinsinden ölçülen GSYH'yi değiştirir. Nominal ABD GSYH'si de ABD enflasyonu nedeniyle yükselme eğilimindedir. Bu nedenle, anlamlı bir karşılaştırma için, satın alma gücü paritesine göre düzeltilmiş, kişi başına reel GSYH kullanılmalıdır. Bunun gelişimi şu grafikte görülüyor: bkz.

Grafiğe göre, İtalya dışındaki Avrupa ülkelerinde, 2019'daki kişi başına düşen GSYH 2008'dekinden daha yüksek. ABD ekonomisi çoğu büyük Avrupa ekonomisinden daha iyi performans göstermiş. Ancak Avrupa ülkeleri arasında büyük bir ayrışma var. Almanya'nın büyüme hızı ABD'ye çok yakın ve istikrarlıyken; İngiltere, Fransa ve İspanya'da farklı büyüme hızları ve uzun vadede düşük bir büyüme ortalaması görülüyor. İtalya'da ise bu dönemde ortalama büyüme negatif. 

Farklılaşmanın yapısal sebepleri arasında verimlilik artışı, demografi, vergi ve bölüşüm politikaları, piyasa düzenlemeleri ve sosyal politikalar sayılabilir. Örneğin, Avrupa genelinde daha yüksek vergiler ve sosyal transferler, daha kısıtlayıcı piyasa düzenlemeleri var. Nüfusun yaşlanması da Avrupa'da daha büyük bir sorun. Ayrıca makroekonomik politikalar Avrupa'da daha az koordineli çalışıyor, çünkü ABD'nin aksine AB birleşik bir devlet değil. Avrupa Merkez Bankası'nın para politikası, üye ülkeleri farklı etkileyen şoklara karşı tek başına yeterli olamıyor. Bu eksikliği gidermek üzere, Avrupa içinde kaynak transferi yapacak ortak bir mali otorite AB'de bulunmuyor. ABD'nin parasal, mali ve düzenleyici kurumlardan oluşan oturmuş bir sistemi varken, AB'nin kurumsal yapısı hala gelişme aşamasında bulunuyor. İngiltere'nin AB'den çıkmasını ve çeşitli ülkelerde para birliğinin sorgulanmasını (birçok ülke para birliğine hiç girmedi zaten), bu kurumsal zayıflıklardan doğan hoşnutsuzlukların işareti olarak görebiliriz.

12 Şubat 2021 Cuma

Rekabetçi denge

Modern iktisatta ekonomik gelişmeler modeller çerçevesinde çalışılır. Basit formları ders kitaplarındaki grafiklerle de gösterilebilen, matematiksel yapıdaki bu modeller iktisatçı için laboratuvar görevi görür. Ele alınan ekonomik yapı ve cevap aranan soruya göre uygun olarak seçilen modellerin çıktıları üzerinde analiz yapılır. Serbest ticaret ve rekabet prensibiyle işleyen piyasaları ve bunlardan oluşan ekonomileri betimleyen modellerin çözüm konsepti "rekabetçi denge"dir. (İngilizce, competitive equilibrium.)

Kısmi rekabetçi denge  

İktisada giriş derslerindeki arz-talep eğrilerini gözümüzün önüne getirelim. Arz eğrisi (S(P) diyelim), piyasada belirlenen P fiyatına göre firmaların maliyet minimizasyonu (kar maksimizasyonu) problemlerinden gelir ve piyasaya sürülen mal miktarlarının toplamının fiyata göre nasıl değiştiğini gösterir. Talep eğrisi (D(P)), yine piyasadaki P fiyatına göre tüketicilerin fayda maksimizasyonu probleminden gelir ve onların almak istedikleri mal miktarlarının toplamının fiyat seviyesine göre nasıl değiştiğini gösterir. Standart bir grafikte bunlar y-ekseninde bir fiyat (P*) ve x-ekseninde bir miktar (Q*) değerinde kesişirler. Arz ve talebin eşit olduğu, yani D(P*)=S(P*)=Q* koşulunu sağlayan (P*, Q*) ikilisine rekabetçi denge denir. (Özel değerleri ayırt etmek için * gibi semboller kullanıyoruz.)

Model içinde çözülen fiyat ve miktar değerlerine içsel değişken denir. Etkisi araştırılan faktörler (mesela firma maliyet yapısı, teknoloji, tüketici tercihleri, vergi ve sübvansiyonlar vb.) modelde parametrelerle ifade edilir. Dolayısıyla, analitik çözüm bu parametrelere bağlı olarak bulunur. Sonuç üzerinde parametreler değiştirilerek statik analiz (comparative statics) yapılır. İktisat ders kitaplarında kayan eğrilerle görsel olarak yapılan, niteliksel statik analizdir. Parametre değerleri, (vergi oranları gibi) verilerden doğrudan elde edilir ya da (arz ve talebin fiyat esnekliği gibi) uygun yöntemlerle tahmin edilirse sayısal analiz de yapılabilir.

Örneğin, akaryakıt, tütün, otomobil gibi bir mal üzerindeki tüketim vergisinin artırılmasının, piyasa fiyatını ne kadar artıracağını ve satılan miktarı ne kadar azaltacağını kestirmek, vergiden sağlanacak geliri ve oluşacak refah kaybını hesap etmek için önemlidir. İstatistik bilenler, burada geçmiş verileri kullanıp düz bir regresyon yapmayı düşünebilir. Fakat bu genellikle iktisadi açıdan doğru sonuç vermez. (Diyelim ki satış miktarı ve fiyat arasında regresyon yapıldı. Tahmin edilen denklem, arz eğrisine mi, talep eğrisine mi karşılık gelir? Cevap hiçbiri.) O yüzden iktisat teorileriyle uyumlu istatistiksel teknikler kullanmak gerekir ki, ekonometri dediğimiz alanın konusu bunları geliştirmektir. Teoriyi ve uygun ekonometrik teknikleri bilmek, doğru analiz yapabilmenin koşuludur. ABD'de akaryakıt vergilerinin etkileri üzerine yapılmış şu çalışma bu konuda güzel bir örnek: bkz.

Bir de şu var, piyasadaki her sonuç illa denge değildir. Örneğin asgari ücrette, devlet vasıfsız işgücü için piyasa dengesinin üzerinde bir ücret seviyesi belirler. Standart arz-talep analizinde, bu durumda firmaların işgücü talebi çalışanların işgücü arzından düşük olacağından, arz fazlası/talep eksikliği (işsizlik) oluşur. Elbette burada denge yok diye analizi bırakmıyoruz. Tersine, asgari ücretin artırılmasının işgücü talebinde anlamlı bir düşüş yaratıp yaratmayacağı, tüm dünyada oldukça güncel ve hararetli bir ampirik araştırma konusudur. Yakın zamanda makine öğrenimi tekniklerini kullanarak yapılmış şu çalışma güzel bir örnek: bkz. 

Genel rekabetçi denge

Yukarıda rekabetçi dengeyi, mikroekonomide kullanılan ve bir piyasayı bağımsız olarak ele alan kısmi denge modelleri üzerinde tanımladık. Makroekonomik analizlerde ise birçok piyasa (mal ve hizmetler, sermaye, işgücü vb.) arasındaki etkileşimlerin dikkate alındığı "genel denge" modelleri kullanılır. Bunlar içerisinde tasarruf, borçlanma, yatırım gibi sermaye piyasası işlemlerini içerenler "dinamik" olarak nitelenir. Makroekonomik belirsizliklere karşılık gelen rastlantısal degişkenler de varsa modele "stokastik" denir.  

Genel denge modellerinde de kısmi dengede olduğu gibi, arz ve talep fonsiyonları bireylerin ve firmaların piyasalarda belirlenen fiyatlara göre çözdükleri optimizasyon problemlerinden gelir. Arz ve talep her bir piyasada eşitlenir. Buna ek olarak, modelde her şeyi birbirine bağlayan unsurlar vardır. En önemlisi kaynak kısıtıdır. Ders kitaplarında iki üründen oluşan basit bir ekonomi için çizilen üretim imkanları sınırı (production possibilities frontier) tam da budur. Bu eğri, ekonomideki tüm kaynaklar (emek, fiziksel ve beşeri sermaye vs.) sektörler arasında farklı şekillerde dağıtıldığında, üretebilecek maksimum ürün kombinasyonlarını gösterir. Maliye politikası, para politikası, uluslararası ticaret ve finans gibi konular incelenecekse, modelde devletin bütçe kısıtı gibi bunlara ait denklemleri de eklemek gerekir. Sonuçta, genel denge modelindeki tüm fiyatları P ve miktarları Q vektörleri ile ifade edersek, belirttiğimiz şartları (birey ve firma optimizasyon problemlerini, piyasa denge koşullarını, ekonominin kaynak kısıtını ve diğer koşulları) sağlayan (P*,Q*) vektörüne rekabetçi denge denir.

Genel denge modeliyle analiz yapmak, temelde kısmi denge modelindeki gibidir. Ders kitaplarında gördüğümüz basit modellerde, denge durumunu gösteren grafikler elde edilir ve bunlar üzerinde eğriler kaydırılarak dengenin dışsal tepkilere nasıl tepki verdiği bulunur. Fakat karmaşık modellerde denge ancak sayısal olarak hesaplanıp analiz yapılabilir. Bunun için yine bazı parametreler (mesela vergi oranları) ilgili verilerden doğrudan alınır, diğer parametreler makroekonometrik yöntemlerle tahmin edilir. Kalibrasyon denilen ve modelin dengesini iktisadi verilerle örtüştüren bu işlemden sonra, parametre değerleri değişse denge değerlerinin buna ne kadar tepki vereceğinin analizi yapılır.

Örneğin, gümrük vergilerinin dünya genelinde artırılmasının farklı özellikteki ülkelerin ticaret hacimlerini nasıl etkileyeceği ve ne kadar küresel ticaret kaybına yol açacağı bir genel denge modeliyle analiz edilebilir. Cevap aranan soru sermaye birikimi veya konjonktürel dalgalanmalar gibi unsurlarla doğrudan ilgili olmadığından, burada statik ve deterministik bir model iş görür. Robert Lucas'ın yazarı olduğu şu makalede, özü Ricardo'nun ticaret teorisine dayanan tam da böyle bir model var: bkz.

Sosyal planlamacı problemi

Rekabetçi genel dengenin önemli bir özelliği, birinci (bkz.) ve ikinci (bkz.) refah teoremleri uyarınca (elbette belli varsayımlar altında), dengedeki Q* dağılımının ekonomideki pareto optimal (bkz.) kaynak dağılımıyla aynı olmasıdır. Zamanında, linkli yazılarda bunun anlam ve önemini detaylıca anlatmıştım. Söz konusu teoremler rekabetçi dengeyi hem pozitif hem normatif analiz için önemli bir referans noktası yapar. Bu teoremlerin pratik bir faydası da iktisatçıya sermaye birikimi ve büyüme gibi konuları kısa yoldan analiz etme fırsatı vermesidir. Zira model ekonomide optimal büyüme patikasını hesaplamak, rekabetçi dengeyi çözmekten daha kolaydır. Örneğin, Solow'un büyüme teorisine dayanan neoklasik büyüme modellerinde bu yöntem kullanılır. Alanın babalarından Philippe Aghion ve Charles Jones, yazarı oldukları şu makalede böyle bir model üzerinde yapay zeka ve otomasyonun etkilerini çalışmışlar: bkz. 

Uzun vadeli büyümeyi çalışmakta kullanılan modeller deterministiktir. Öte yandan konjonktürel dalgalanmaları çalışırken, kısa vadeli belirsizliklerin etkisini gösterecek stokastik değişkenler kullanmak gerekir. Bu modellere "dinamik stokastik genel denge" modeli denir. Örneğin, küçük açık ekonomiler için böyle bir model kullanılan şu çalışma, ani sermaye çıkışlarının gelişen ülkelerde nasıl ekonomik daralmaya yol açtığına cevap vermeye ve özel olarak 1995 Meksika krizini açıklamaya çalışıyor: bkz. (Sermaye çıkışı, teorik olarak yerel paranın değerini düşürüp ihracatı artırarak büyümeyi bir süre hızlandırabilir. Gelişen ülkelerde neden böyle olmadığı önemli bir soru.)

Piyasa başarısızlıkları

Pratikte refah teoremlerinin şartlarının sağlanmadığı, yani serbest piyasadaki dengeyle verimli kaynak dağılımının aynı olmadığı birçok durum var. Buna piyasa başarısızlığı denir. Buna yol açan monopol (tekel), oligopol, kamu malları, dışsallıklar, eksik piyasalar gibi durumlara yazıyı buraya kadar okuyan herkes aşinadır diye düşünüyorum. Bunların makroekonomi bağlamında nasıl modellendiğini örnekleyelim.  

Kamu malı ve dışsallıklar bağlamında önemli bir mesele beşeri sermayenin (human capital) büyümedeki rolüdür. Beşeri sermayeyi yaratan eğitimin ekonomiye faydası iki türlüdür. İlki özel fayda; daha eğitimli kişiler daha üretkendir ve karşılığında da daha çok kazanır. İkincisi ise topluma sağladığı dışsallık (externality). Üniversiteden üç arkadaş bir araya geldi ve küçük bir girişim kurdu diyelim. Muhtemelen sonunda batarlar ve maaşlı bir iş ararlar. Ama bunun gibi iyi eğitimli insanların kurduğu binlerce girişim çıkarsa, içlerinden biri bir gün Google, Tesla veya Biontech olabilir. Teknolojik gelişmişlik seviyesi bu şekilde beşeri sermayeyle ilişkiliyse, eğitime yatırım yapıldıkça gelecekte ekonomi daha hızlı büyüyecektir. Bu durumda devletin eğitimi piyasaya bırakmaması ve kamu kaynaklarıyla desteklemesi doğru bir politika olur. Peki beşeri sermayenin iktisadi büyümeye gerçekten anlamlı bir katkısı var mı? Yoksa dışsallık hoş bir hikayeden mi ibaret? Bu konuda Ben Bernanke ve Refet Gürkaynak'ın yazdığı şu makale ampirik olarak bu ilişkiyi destekliyor, fakat bununla ilgili mevcut büyüme modellerini yetersiz buluyor: bkz.

Makroiktisatta sadece ulusal gelirin büyümesi değil, onun bölüşümü de önemli bir meseledir. Önceki örnekte büyümenin kaynağına açıklama getirmek üzere anlattığım hikaye aynı zamanda bir eşitsizlik hikayesi. (Şurada daha detaylı anlatmıştım: bkz.) Aynı özellikteki ve aynı çabayı gösteren girişimcilerin içinden birilerinin başarılı olup diğerlerinin olmaması, herkese ayrı ayrı vuran bireysel şans faktörlerinden ileri geliyor. Sonunda şanslı olanlar zengin oluyor, olamayanlar fakir kalıyor ve bu da toplumda eşitsizlik yaratıyor. Sonuç önceden belli olmadığı için, bu baştan sorulsa riskten kaçan kişilerin istemeyeceği bir durum. İşte böyle sigortalanamayan bireysel risklerin varlığı, eksik piyasa (incomplete market) denen piyasa başarısızlığının bir örneğidir. Şu çalışma böyle bir modelle, Amerika'daki tüketim ve gelir eşitsizliği arasındaki ilişkiyi incelemiş: bkz.

Yeni Keynesçi modeller

Dinamik stokastik genel denge modellerini, klasik ve Keynesçi diye ikiye ayırabiliriz. (Eski tip modellerden ayırmak için başlarına "yeni" de ekleniyor.) İkisi arasındaki en önemli fark, birinci tip modellerde fiyatların esnek olduğu ve değişen koşullara hemen tepki verip ekonomiyi dengeye getirdiği varsayılırken, ikincide fiyatlar çabuk tepki veremediği için ekonomi otomatik olarak dengelenmez. Örneğin fiyatlar esnekse, ekonominin daraldığı ve şirketlerin işgücü talebinin azaldığı bir durumda reel ücretler gerilemelidir. Fakat mesela sendikalar enflasyonun altında bir ücret artışını kabul etmiyorsa bu olmaz, reel ücret denge değerinin üzerinde kalır. O zaman istihdam ve üretim dengenin altında oluşur. Ekonomi genişlerken de bunun tersi gerçekleşir. Keynesçi jargonda denge üretim (çıktı) ekonominin "potansiyel"ini gösterirken, gerçek üretimin bundan farkına (pozitif veya negatif olabilir) "çıktı açığı" denir.

Yeni klasik yaklaşımda ekonomi kendiliğinden dengelendiğinden, makroekonomik istikrar politikaları uygulamaya gerek yoktur. Hatta fiyatlar esnekken parasal şokların reel ekonomiye etkisi olmayacağı için, içinde para piyasası barındırmayan "reel iş çevrimi" (real business cycles) modelleri ile çalışırlar. Yeni Keynesçi modellerde ise parasal şoklar reel ekonomiyi bir "parasal aktarım mekanizması" yoluyla etkiler. Reel veya nominal bir şok sonrası ekonomiyi dengeye getirmek için, para ve maliye politikalarını "döngü karşıtı" (countercyclical) olarak kullanmak gerekir. 

Örneğin Covid-19 pandemisine klasik perspektiften bakarsak, devlet geliri düşen kişilere ve geçici olarak zora düşen sektörlere mali destek sağlayabilir; bu amaçla kaynak sağlamak için borçlanabilir. Fakat sağlık endişeleri veya tedbirler sonucu üretim düştü ve insanların tüketim istekleri azaldı diye, bunu tersine çevirmek için genişletici ekonomi politikaları uygulanmamalıdır. Öte yandan Keynesçi açıdan bakarsak, pandeminin doğrudan etkisinin üzerine gelecek talep eksikliğini gidermek gerekir. Dolayısıyla, devlet daha fazla borçlanarak daha büyük harcamalar yapmalı, para politikasını da olabildiğince gevşetmelidir. Dünyadaki politika yapıcılar ağırlıklı olarak Keynesçi düşüncede oldukları için, pandemi sonrası uygulama da bu şekilde oldu. Ne kadar doğru yaptıklarını, pandeminin etkisi geçtiğinde anlayacağız. Dünya çapında artan borçlar, varlık fiyatlarında şişme gibi bir sebepten finansal kriz yaşamazsak haklılarmış diyeceğiz.

İşin teknik tarafına dönersek, yeni Keynesçi modeller, para politikasının yanında ekonominin farklı noktalarına etki eden başka şoklar da içerir. Birçok stokastik parçadan oluşan modeller bu yüzden çok karmaşıktır. Bu özellik modeli daha gerçekçi hale getirir ama onun daha iyi tahminler yapacağını garanti etmez. Nitekim özellikle 2008 küresel finansal krizinden sonra, makroekonomik modellerin krizlerin sebeplerini anlamak ve onları öngörmekte işe yarayıp yaramadıkları konusunda tartışmalar hararetlendi. Tartışmada eleştirel taraftakilerden Joseph Stiglitz bu modellerin temelden çürük ve işe yaramaz olduğunu iddia ederken (bkz.), alanın önde gelen iktisatçıları Stiglitz'in bilmediği bir konuda ahkâm kestiğini söylüyorlar (bkz). Bununla beraber, ikinci gruptakiler 2008 krizinden dersler çıkarıldığını ve makroekonomik modellerin ekonominin güncel sorunlarına cevap vermek üzere sürekli geliştirildiğini de savunuyorlar.

29 Ocak 2021 Cuma

Vergide adalet ve verimlilik

Adil ve verimli vergi düzeni kurmak zordur. Birincisi, adalet sübjektif bir kavram; kişinin yaşadığı topluma, ait olduğu zümreye ve dünya görüşüne göre değişir. Becerikli, çalışkan ve girişimci bireylerin çok kazanıp toplumda ödüllendirildiği algısında olanlar yüksek vergileri adil görmeyebilir. Böyle bir toplum düzeni arzu edenler, üretim ve tasarrufların daha az, tüketimin daha çok vergilendirildiği küçük bütçeli bir mali yapı tercih eder. Zengin olmak için zengin doğmanın ya da bağlantısı olmanın gerektiğine inananlar ile eşitlikçi bir toplum yapısı hayal edenler ise tersine, gelirin ve servetin yüksek oranda vergilendirilerek yeniden bölüştürüldüğü bir düzen ister. İkincisi, vergilendirmenin verimli olması çoğu zaman adaletle çelişir. Özellikle devletin bütçesi büyüyüp harcamalar için finansman ihtiyacı arttığında, etkin şekilde vergi toplamak daha fazla önem kazanır. Frank Ramsey'in 1927 tarihli çalışmasıyla başlayan ve 1970'lerde Peter Diamond ve James Mirrlees'in çalışmalarıyla ilerleyen optimal vergilendirme teorisi bu problemi ele alır. (Joseph Stiglitz'in Ramsey'in anısına yazdığı şu makale literatürü özetliyor.)

Verimlilik meselesini, tüketim vergileri üzerinden basitçe şöyle açıklayabiliriz. Bir mala ilave vergi konulduğunda, bazı alıcı ve satıcılar piyasadan çekilir. Kimi satıcının vergi sonrası kazancı maliyetini kurtarmaz, kimi alıcıya da yükselen fiyat malın ederinden fazla gelir. Devlet gerçekleşen satışlar üzerinden gelir toplar, vazgeçenlerden toplayamaz. Dolayısıyla, vergi yüzünden gerçekleşmeyen her alışverişte, bir ekonomik değer/refah kaybı ortaya çıkar. Belli bir miktar gelir elde etmek için hangi sektöre ne oranda vergi getirileceği belirlenirken, her sektörde ne kadar refah kaybı yaşanacağı dikkate alınır (buna dara kaybı veya verginin fahiş maliyeti de denir). Ramsey problemi, vergi oranlarının refah kayıplarının toplamını minimize edecek şekilde belirlenmesidir. Bu problemin sonucu ise, vergi oranlarının arz ve talebin fiyat esnekliğine ters orantılı belirlenmesi gerektiğini söyler. Yani, arz veya talebin daha esnek olduğu maddeler daha düşük oranlarda, esnekliğin düşük olduğu maddelerse daha yüksek oranlarda vergilendirilmelidir. Bunu birkaç temel konu bağlamında açıklayalım.

1. İhtiyaçların düşük, lüks tüketimin yüksek oranda vergilendirilmesi gerekmez mi?

Pek değil. İhtiyaç olan tüketim maddelerinde talebin fiyat esnekliği düşüktür. İşe arabayla giden biri, benzin veya köprü geçiş ücreti biraz yükseldiğinde alışkanlığını değiştirmez. Benzer şekilde sigara veya alkol bağımlısı olanlar fiyat arttığında kolay kolay tüketimi bırakamaz. Piyasadaki alışverişe bozucu etki yapmadığı ve rahatça gelir elde edildiği için, kural icabı böyle maddelere daha yüksek oranda vergi konulması gerekir. Nitekim ülkemizde akaryakıt, sigara, alkol, iletişim gibi tüketim harcamaları gerçekten diğerlerinden çok yüksek oranlarda vergiye tabidir. Lüks tüketimde ise talebin fiyat esnekliği fazladır. Lokantada yemek pahalı gelirse, insanlar etini alıp evinde pişirebilir veya ormanda mangal yapabilir. Böyle sektörlerde verginin bozucu etkisi daha büyük olduğundan, vergi oranı daha düşük belirlenmelidir.

Elbette gıda, ilaç gibi temel ihtiyaç maddelerinde, talep esnek olmasa da vergilerin sıfıra yakın olduğunu, hatta ekmek gibi bazı temel ürünlerin (halk ekmek gibi uygulamalarla) sübvanse edildiğini görüyoruz. Burada belli ki adalet kaygısı verimliliğin önüne geçiyor. Zaten aksi olsa isyan çıkabilir.

2. Vergiyi alıcıya mı, satıcıya mı yüklemek gerekir?

Fark etmez. Kanun ne derse desin, vergiyi alıcı satıcıya, satıcı alıcıya yansıtmaya çalışır. Neticeyi yine arz ve talebin esnekliğine göre piyasa koşulları belirler. Talebin esnek olmadığı sigarada, şirketler vergi zammı gelince bunu anında tüketiciye yansıtır mesela. Fakat talebin esnek olduğu ürünlerde, fiyatın yükselmesi satışları çok düşürecekse, satıcı bir süre karından feragat ederek vergi artışını yansıtmayabilir. Yeterince kar edemiyorsa da bir süre sonra piyasadan çekilir.

Lüks tüketimi vergilendirmenin bir sonucu da vergi yükünün sadece tüketiciye değil, üreticiye de yüksek oranda yansımasıdır. Yat fiyatının içindeki vergi oranının sıradan bir otomobilden düşük olması muhtemelen bundandır. Lüks otomobillerin vergi oranlarının yüksek olması ise bunların ithal olmasıyla ilgili olmalı. Ne de olsa, ülke cari açık verirken, Alman otomobil üreticilerini desteklemenin anlamı yok. TOGG'un yerli otomobili piyasaya girerse, o da büyük ihtimalle avantajlı vergi oranlarıyla satılacaktır.

3. Vergilendirme gelire göre artan oranlı mı olmalı?


Artan oranlı vergilendirme (progressive taxation), gelir arttıkça marjinal vergi oranının da artmasıdır. Mesela ülkemizde gelir vergisinde oranlar gelir dilimlerine göre yükselir. Bir çalışan 2021 değerleriyle yıllık gelirinin ilk 24 bin lirası üzerinden yüzde 15, sonrasında 53 bin liraya kadar olan kısımdan yüzde 20 vergi öder. Böyle 5 dilim vardır ve 650 bin liradan sonra oran yüzde 40'a yükselir. Fakat vergi sisteminin artan oranlı olması sırf gelir vergisine bakarak anlaşılmaz. İnsanlar harcamaları üzerinden de vergi verdiklerinden, toplamda ne kadar ödedikleri önemlidir. Fakirler gelirlerinin büyük kısmını harcarken, zenginler daha çok tasarruf eder. Bu yüzden, ağırlıklı olarak tüketime dayanan bir vergi sisteminde, fakirler üzerindeki yük büyük olur.  
   
Gelir eşitsizliği azaltılmak isteniyorsa, vergi sisteminin tüketime çok dayanmaması, vergilerin artan oranlı ödenmesi gerekir. Fakat artan oranlı bir sistemin illa verimli olacağının da garantisi yok. Esneklik problemi burada da geçerli. Çalışmak zorunda olan düşük ücretli birinin işgücü arzı esnek değilken, halihazırda yüksek geliri olan (doktor, avukat, mühendis, ust düzey yönetici gibi) nitelikli çalışanlarınki esnektir. Marjinal vergi oranı yükseldiğinde, ikinci gruptakiler kayıtdışına çıkabilir, daha az çalışabilir, daha erken emekli olabilir ya da başka bir ülkeye göç edebilir. Vergi sistemini dizayn edenler, bunları hesaba katmak zorundadır. (İşgücü gelirlerinin vergilendirilmesi problemini eski bir yazıda uzun uzun anlatmıştım.)

4. Sermayeye ne oranda vergi konulmalı?

Sermaye, sahip olunan varlığın değeri (mesela emlak) veya ondan elde edilen gelir (mesela kira) üzerinden vergilendilebilir. Servet vergisi de denen ilk gruptakiler öngörülebilir bir kural dahilinde alınıyorsa, gelir vergisinden çok farklı değildir. Sermayenin vergilendirilmesi konusunda, standart modeller optimal vergi oranının sıfır olduğunu söyler. Hatta literatürdeki önemli bir makalede (Judd 1985), sadece çalışan sınıfın refahı dikkate alınsa bile bunun geçerli olduğu bulunmuştur. Çünkü sermaye birikerek büyüdüğünden, tasarruf ve yatırımların azalması uzun vadede sermaye stoğunun (makine, araç gereç, bina, altyapı vs.) daha düşük olmasına yol açar. Bu da çalışan sınıf için, daha az istihdam ve daha düşük ücretler anlamına gelir.

Tabii literatürde farklı koşullarda farklı sonuçlar veren birçok model var. Bunlar içinde sermaye gelirlerinin, servetin ve mirasın pozitif ve artan oranlı vergilendirmesini savunanlar da mevcut. En doğrusunun ne olduğunu kolayca söylemek mümkün değil. Böyle olduğundan, sermayenin vergilendirilmesi hala çok canlı ve hararetli bir araştırma konusudur. Ayrıca bu konu, adalet bakımından da farklı açılardan çok tartışılır. Mesela ülkemizde gündemde olan değerli konut vergisi, daha önce tepki çektiği için bir süre ertelenmiş ve sonrasında kapsamı daraltılmıştı; fakat hala itirazlar (örneğin) sürüyor . Öte yandan, dünya genelinde sol görüşlü kesimler, sosyal eşitsizlikleri gidermek için servet vergilerini savunmaktadır.

Servet birikmiş bir değer olduğu için, kısa vadede tamamen esneksiz bir arza sahiptir. Bu yüzden sürpriz bir servet vergisiyle vatandaşı tek seferde kaz gibi yolmak da mümkün. Fakat adil olup olmaması bir yana, böyle bir şey devlete güveni zedeleyerek uzun vadede sermaye birikimini caydırır, insanları varlıklarını başka ülkelere veya kayıt dışına çıkarmaya teşvik eder. Bu yüzden olağanüstü durumlar haricinde böyle yüksek sermaye vergilerini pek görmeyiz. Bizde 1942'de uygulanan Varlık Vergisi savaş koşullarında konulmuş böyle bir uygulamaydı. Yakında zamanda ise, 2013'te bankacılık krizi yaşayan Güney Kıbrıs, bankalardaki mevduatının neredeyse yarısını bir kalemde silerek, çoğu yabancı (Rus) olan yatırımcılara sağlam bir gol atmıştı.

23 Ocak 2021 Cumartesi

İşsizlik nedir, ne değildir?

Son yıllarda finansal okuryazarlık tabiri dilimize yerleşti ve bu konuda duyarlılık oluşmaya başladı. Ancak toplumsal meselelerde sağlıklı yorum yapabilmek için gerekli olan ekonomik okuryazarlık ihmal ediliyor. Biz etmeyelim. Bu yazıda temel işgücü göstergelerini yorumlarken bilinmesi gereken bazı hususlara değineceğim. Sonra da pandemi döneminde yaşanan gelişmeleri buna göre yorumlayacağım.

Öncelikle, gündelik dildeki işsiz tabiriyle, iktisattaki işsiz kavramı aynı şey değil. İktisatta çalışma çağında olup işi olmayan, aktif olarak iş arayan ve bulduğunda çalışabilecek durumda olanlara işsiz denir. TÜİK'in uluslararası standartlara göre belirlediği net tanım şöyle: "Referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan kişilerden iş aramak için son dört hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kurumsal olmayan çalışma çağındaki tüm kişiler işsiz nüfusa dahildir." (Bkz.)   

Ne demek bu? Çalışmaya engel (hastalık, sakatlık gibi) bir durumu olan, (ev hanımlığı, emeklilik, aylaklık gibi bir sebepten) çalışmamayı tercih eden ya da çalışmak istediği halde (ümidini kaybettiği ya da çok ihtiyacı olmadığı için vs.) aramayı bırakanlar işsiz sayılmaz. Ya ne sayılır? "İşgücünün dışında" olarak sınıflandırılır. (Hastanede, hapishanede, askerde vs. olanlar ve 15 yaşının altındaki çocuklar ise çalışabilir nüfusun da dışında kabul edilir.)

İş sahibi olup olmamak da çetrefillidir.  Mesela pandemi sebebiyle evde oturan ve bu yüzden gelirinin bir kısmını ya da tamamını kaybeden birini gündelik hayatta işsiz diye görebiliriz. Fakat istatistiklere böyle yansımaz. Çünkü bilfiil işbaşında olmayanlar da belli şartları sağlıyorlarsa istihdamda kabul edilir. TÜİK şöyle diyor: "Ücretli ve maaşlı çalışan ve çeşitli nedenlerle referans döneminde işlerinin başında bulunmayan fertler; ancak 3 aydan kısa süre içinde işlerinin başına geri döneceklerse veya işten uzak kaldıkları süre zarfında maaş veya ücretlerinin en az %50 ve daha fazlasını almaya devam ediyorlarsa istihdamda kabul edilmektedir..." (Bkz.)  

Türkiye'de pandemi döneminde işverenlerin çalışanlarını normal şartlarda işten çıkarmaları yasaklandı. Fakat işverenin çalışanına işbaşı yaptırıp ücretini eksiksiz vermek gibi bir yükümlülüğü yok. Devlet bunu telafi etmek için, koşulları yerine getirenlere "kısa çalışma ödeneği" sağlamaya başladı. Pandemi sebebiyle çalışma süresi azaltılan veya faaliyeti durdurulan işletmelerde çalışanlara, ortalama brüt kazancının %60'ı kadar (aylık brüt asgari ücretin %150’sini geçmeyecek şekilde) ödeme yapıldı. (Bkz.) Aslen devlet tarafından yapılan bu ödemenin ücret gibi değerlendirildiğinden emin değilim. Ancak işten çıkarma yasağının istihdam verilerine büyük etkisinin olduğu açık.

Özetle, istihdam edilenler = işbaşında olanlar + işbaşında olmayan ama şartları sağlayanlar diyebiliriz.

Ayrıca, işgücünde olanlar = istihdam edilenler + işsizler olarak tanımlanır.

Ardından, işsizlik oranı = işsiz sayısı / işgücünde olanlar diye tanımlanır.

Aşağıdaki grafikte, Eurostat verilerine göre Türkiye'yle beraber bir grup ülkenin 15-64 yaş grubu için pandemi sonrasındaki istihdam değişimleri görülüyor. Türkiye özelinde, 2019 sonundaki istihdam edilen kişi sayısını 100 alırsak, 2020 yılının 2. çeyreği sonunda istihdam 93.7'ye düşmüş, 3. çeyrekte 96.5'e toparlanmış. İşten çıkarma yasağına rağmen istihdamın bu kadar düşmesi, kayıtdışı ekonominin büyüklüğünden ileri geliyor. Ayrıca GSYH büyümesinin yıllık bazda pozitife döndüğü ve %6.7 gibi yüksek bir değer aldığı bir dönemde, istihdam kaybının tam olarak telafi edilmemiş olması dikkat çekici. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında ise, Avrupa ülkelerindeki istihdam düşüşünün ve toparlanmanın bizden daha küçük, Amerika'da ise çok daha büyük olduğunu görüyoruz.

Ülkeler arasındaki farklılık, ekonomilerin pandemiden çok farklı etkilenmesinden kaynaklanmıyor. Fark ülkelerin işgücü piyasasındaki yapısal özellikleri ve politika tercihlerinden ileri geliyor. Avrupa'da bizde olduğu gibi istihdamı korumaya yönelik düzenlemeler yapıldı, fakat kayıtdışı ekonomileri küçük ve devlet destekleri güçlü olduğundan istihdam düşüşü bizden az oldu. Amerika'da ise yaklaşım, işi korumaktan ziyade işsizlere destek olmak (işsizlik maaşını ve gelir desteklerini artırmak) şeklinde olduğundan çok sert bir dalgalanma yaşandı. Bu açıdan, ABD'deki istihdam verilerinin pandeminin yol açtığı ekonomik çalkantıyı daha iyi yansıttığını söyleyebiliriz. Diğer ülkelerde pandeminin etkisi tedbirler gevşetildiğinde ortaya çıkacak.
Aşağıdaki grafikte ise, yine Eurostat verilerine göre Şubat (pandemi öncesi), Mayıs ve Ekim/Kasım ayları (son veri) itibarıyla işsizlik oranları görülüyor. Türkiye'de işsizlik oranları %13-14 arası kaldı. Yukarıda gösterdiğimiz istihdam hareketine göre bu çok küçük bir değişim. Böyle olmasının sebebi istihdam düşerken, işsiz sayısının artmayıp işgücünün azalması. Yani, işsizlik oranı = işsiz sayısı/işgücü formülünde, pay çok değişmedi ama payda azalınca oran biraz arttı. İşsiz sayısının nasıl olup artmadığını ancak TÜİK açıklayabilir. Fakat en azından bunun sadece bizde olmadığını görebiliyoruz. İtalya'da da yukarıda %2 gibi bir istihdam düşüşü olmasına karşın, aşağıdaki tabloda işsizlik oranı (son değer %8.9) Şubat ayına göre yarım puan azalmış gözüküyor. En anlamlı hareket yine Amerika'da olmuş. İşsizlik oranı %4'ten %13'lere fırlayıp sonra %7'nin altına düşmüş.

İşsizlik oranı aslında toplumdaki yapısal unsurlarla ilişkili bir göstergedir. Ülkenin demografik yapısı, kadınların iş hayatına ne kadar katıldığı, ekonomideki iş yaratma hızı, açılan pozisyonlarla işsizlerin niteliklerinin ne kadar uyumlu olduğu, (iş güvenliği, esnek çalışma, kıdem tazminatı, sendikalaşma gibi konulardaki) işgücü politikaları işsizlik oranının temel belirleyicileridir. Ayrıca, farklı sosyal meselelerde analiz yapmak için, burada değinmediğimiz farklı işsizlik tanımları ve göstergeler de kullanılır. Kısa vadede ise elbette iş çevrimlerine bağlı olarak da işsizlik artıp azalır. Fakat insanların iş bulma ümidi gibi sübjektif faktörlerden bile etkilenebildiğinden, işsizlik oranı konjonktürel dalgalanmaları takip etmek için ideal bir gösterge değildir. Normalde bu amaçla istihdam takip edilir. Fakat pandemi koşullarında bunun da çok sağlıklı çalışmadığını görüyoruz.

Daha önce enflasyon konusunda da yazmıştım (bkz.), her verinin kendine özgü sorunları var. Üstüne, pandemi sonrası değişen koşullarda makroekonomik göstergeler dünya genelinde çarpık sonuçlar verebiliyor. İktisat eğitimi almayanların iktisadi verileri anlayıp yorumlamaları zaten zor. Bunun üzerine bizde bir de, başta TÜİK, kamu kurumlarının açıkladığı verilere güvensizlik var. Şu ortamda veriye dayalı, nesnel analiz yapmaya çalışanlara Allah kolaylık versin.