28 Aralık 2016 Çarşamba

Revizyonda ferahlık var

TÜİK yakın zamanda milli gelir verilerinin hesaplama yönteminde, uluslararası standartlara göre kapsamlı bir güncelleme yaptı. Yeni verilerde, kişi başına düşen milli gelir, geçmiş yıllardaki reel büyüme oranları, tasarruf ve yatırımların milli gelire oranı gibi bir çok gösterge iyileşmiş göründü. Bu da haliyle tartışma yarattı. Bunu nasıl değerlendireceğiz?

Öncelikle, benzer güncellemeler dünyanın her yerinde yapılıyor ve illa ki bir tartışma çıkıyor. Bizimkinden hemen önce Japonya'da yapılan revizyonda milli gelir yükselmiş; hükümet 2020 yılı hedefine şimdiden neredeyse ulaştı gibi iğneleyici tepkiler olmuştu (misal). Bu sene başında da Hindistan'da yapılan revizyon sonrası, GSYH büyümesinin sanayi üretim endeksiyle tutarsız biçimde çok yüksek çıkması ekonomistlerin canını sıkmıştı (misal). Kaldı ki revizyon olsun olmasın, Çin başta olmak üzere birçok gelişen ülkede (kayıt dışı ekonomi, teknik yetersizlikler, kasıtlı çarpıtmalar gibi türlü sebeplerden) GSYH verilerinin sağlıklı olduğundan şüphe duyuluyor. Hatta ölçüm problemleri olmasa dahi, kavram olarak GSYH ve onun anlamı üzerinde derin ilmi tartışmalar da yapılıyor. Demek istediğim, milli gelir doğası icabı az ya da cok kusurlu bir gösterge. Zaman zaman yenilenmesi de doğal, bunun tartışılması da.

Elbette tartışmaların bazısı anlamlıyken, bazısıysa anlamsız. Örneğin sanayi üretim endeksi ve GSYH'nin uyumlu olup olmaması önemli. Milli gelir istatistikleri geç açıklandığından, ekonominin o andaki durumuna ilişkin bilgi verecek, GSYH ile ilişkisi güçlü öncü göstergelerin olması gerekir. Dolayısıyla milli gelirin hesaplama yöntemi değiştiriliyorsa ardından öncü göstergelerde de uygun bir revizyon gerekebilir. Öte yandan, yapılan değişikliğin sonuçlarını refah artışı gibi yorumlamaksa anlamsız. Kişi başına düşen gelir kağıt üzerinde 5 bin dolara da inse, 20 bin dolara da çıksa, gerçekte kimsenin cebine para girip çıkmıyor. Dolayısıyla kimsenin refahında bir artış ya da azalış olmuyor. Bu en fazla, uluslararası karşılaştırmalara çok önem atfedenlerin moralini etkiler; siyasetçilere de malzeme çıkartır.

Burada en önemli husus, istatistik kurumunun uzmanlarla iletişim içinde olması, ne yaptığını açıklaması ve geri bildirim alması; ekonomistlerin de verileri diğer göstergelerle tutarlı şekilde yorumlayıp anlamlı sonuçlar çıkarması. TÜİK bugünlerde düzenlediği toplantılarla üzerine düşeni yapmaya çalışıyor, ancak herkes tatmin olmuş değil gibi (misal).

Açıklanan bilgiler ışığında yeni yöntemde benim en çok hoşuma giden şey, özellikle inşaat ve hizmet sektörlerinde eskiden dolaylı tahminlere dayanan istatistiklerin, artık resmi kurumlardan gelen kapsamlı veri setleri kullanılarak doğrudan ölçülmesi. Başarılı uygulanırsa, bu yöntem ekonomik faaliyet için eskiye göre çok daha iyi bir gösterge sunacaktır.

Türkiye'nin son yıllardaki makroekonomik durumunun yeni veriler ışığında yorumlanması ve geleceğe dair tahmin yapılması ekonomistleri muhtemelen bir süre zorlayacak. Benim açımdan en büyük belirsizlik, geçmiş yılların büyümesindeki yukarı revizyonların ve bunların ima ettiği verimlilik artışlarının kalıcı olup olmadığı. Uzun dönemli büyüme trendi eskiden tahmin edildiğinden daha yüksekse, geleceğe dair görünüm olumlu demektir. O durumda (darbe teşebbüsü, turizmdeki bozulma gibi) çeşitli iç ve dış sebeplerden büyümesi yavaşlayan ve bir çeyrek küçülen Türkiye ekonomisi, bu sebeplerin ortadan kalkmasıyla hızla toparlanacaktır. Yok eğer zamanında dış finansman bolluğuyla şişen krediler potansiyelinin üzerinde büyüyen bir ekonomi yaratmışsa,  sermaye girişleri yavaşladığında bu durum tersine dönecek ve artık kalıcı olarak daha düşük büyüme oranları görülecek demektir. Hangisi daha doğru henüz bilmiyorum. Öyle ya da böyle, küçük firmaların faaliyetlerini daha iyi ölçen yeni GSYH'nin eskisine göre daha sert dalgalanmalar gösterebileceği aklıma yatıyor.

17 Aralık 2016 Cumartesi

Saat dilimi değişikliği

İTÜ'lü akademisyenler çalışma yapmışlar ve ülkenin saat dilimini bir saat ileri kaydırmanın çok hayırlı olacağını söylemişler. Enerji tasarrufu olacak, insanlar daha çok güneş görecek ve daha mutlu olacak demişler. Hükümet bununla ilgilenmiş ve sonbaharda yaz saati uygulamasından geri dönmeyerek uygulamayı başlatmış. Bunun sonucunda daha çok vatandaş kışın işine, okuluna gün doğmadan gitmeye başlamış. Şikayetler başlamış, günler kısaldıkça da artmış. Bir yanda bilimsel çalışmaya dayanan kamusal bir reform, diğer yanda çok sayıda insanın memnuniyetsizliği. İşin içinden nasıl çıkacağız?

Öncelikle değişikliğin uygulamaya geçiş şeklinde bir sakatlık var. Bir grup insan, biz sizin için en doğrusunu düşündük deyip tepeden inme bir karar almış gibi duruyor. En temel sorun bu. Bilimsel açıdan, farklı alanlardan bilimadamlarının konuyu çok boyutlu olarak ele aldığı söyleniyor ama yazılan rapor ortada yok. Merak edip aradım; ne İTÜ'nün, ne enerji bakanlığının sitesinde, ne de başka bir yerde yayınlanmamış. Bir kongreye tebliğ sunulduğuna, başka bilimadamlarınca tartışıldığına, tenkit edildiğine dair bir işaret de yok. Akademinin dışında, herkesi ilgilendiren bu konuda kamuoyunda da tartışma açılmadı. İnsanların fikri sorulmadı, farklı bakış açıları ele alınmadı. Oysa zamanında tartışılsaydı, ortaya çıkacak sorunlar önceden tespit edilip vakitlice çözümler üretilebilirdi. Artık yapacak bir şey yok, gelecek senelere bakacağız.

Uygulamadaki sakatlığı bir yana bırakırsak, şahsen sabah havanın geç aydınlanmasını akşam erken kararmasına tercih ederim. Şikayetler haliyle daha yüksek sesle dile getiriliyor, ama eminim kışın havanın daha geç kararmasından memnun olan (özellikle doğu illerinde) çok sayıda insan da vardır. Dolayısıyla, iddia edildiği gibi gerçekten ciddi bir enerji tasarrufu da varsa,  mevcut durum iktisadi tabiriyle pareto verimli gibi duruyor (kavramı şurada açıklamışım). 

Elbette tartışmaya açık olmakla beraber denebilir ki, toplumsal kararlarda ağırlıklı olan genelin memnuniyeti olmalı. Buna iktisadi tabiriyle faydacı toplumsal refah (utilitarian social welfare) deniyor. Bu ölçü alınacaksa halkın eğilimini öğrenmek lazım. Bunun için de kamuoyu araştırmalarıyla beraber, katılımcı ortamlarda (medyada, sosyal medyada, STK faaliyetlerinde) dile getirilen görüşlerden faydalanılabilir. Ona göre de seneye ne yapılacağına karar verilir.

Öyle ya da böyle en önemlisi, tasarruftan da önce insanların mutluluğu. İnşallah yaşananlar ders olur, bundan sonra toplumu ilgilendiren kararlar daha açık ve katılımcı bir şekilde alınır.

4 Aralık 2016 Pazar

Uluslararası ekonominin politik üçlemi

Üçlem (trilemma) kavramını daha önce sermaye hareketleri serbestisi, döviz kuru kontrolü ve bağımsız para politikası ilişkisi bağlamında ele almıştık (şurada ve şurada). Bundan esinlenerek üretilen, yine uluslararası iktisat alanında, bir de politik üçlem var. Kavramın mucidi, kalkınma iktisadı alanındaki çalışmalarıyla tanınan (bizim kamuoyunun Balyoz davasında emekli general Çetin Doğan'ın damadı olarak bildiği) Dani Rodrik. Kendisi demokrasi, ulus devlet ve küreselleşme ile ilgili görüşlerini, (mesela şu makalede ve başka yerlerde) dünya ekonomisinin siyasi üçlemi dediği aşağıdaki şemayla özetliyor. Rodrik'e göre, şemada köşelere yerleştirilen üç makbul alternatiften en çok iki tanesine erişilebilir; yani birinden mutlaka feragat etmek gerekir.
İkinci dünya savaşı sonrasında, Bretton Woods Konferansıyla uluslararası ekonomik sistem yeniden inşa edilirken feragat edilen ekonomik küreselleşmeymiş. Sermaye akımlarının kısıtlandığı, dış ticaret serbestleştirilirken belli alanların dışarıda tutulduğu o dönemde, ulus devletler ihtiyaçları doğrultusunda politika uygulamak üzere daha geniş bir alana sahipmiş. Mesela, o zamanlar bizim gibi birçok ülke gümrük duvarlarıyla korunan ithal ikameci sanayileşme politikaları uygulardı; Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler, bambaşka bir ekonomik sistemle ihracata yönelik bir kalkınma stratejisi izlerdi; Batı Avrupa'da ise refah devletleri ortaya çıktı. Rodrik bu dünya düzenine Bretton Woods uzlaşısı diyor. (Elbette küreselleşme feda edilirken, birçok ülkede demokrasi de yoktu ya, ayrı mesele.)

80'lerden itibaren ticari ve finansal serbestleşmenin nimetlerinden faydalanmak isteyenler bunu kovalamışlar. Bunun yolu ülkelerin kurumsal yapılarının ortak bir düzene uyum sağlamasıymış. Ticaretten finansa, vergi kanunlarından merkez bankacılığına, mülkiyet haklarından çevre standartlarına, sendikal haklardan özelleştirmelere kadar birçok şeyi bu doğrultuda düzenlemeye çalışmışlar. Rodrik, birçoğu toplumsal muhalefete rağmen yapılan bu reformların sonucunda ortaya çıkan düzene, ünlü liberal yazar Thomas Friedman'dan ödünç aldığı tabirle, altın deli gömleği diyor. Ekonomik getirileri itibariyle altın, ama alternatif politikalara yer bırakmayacak kadar kısıtlayıcı olması itibariyle deli gömleği.

Bir de ütopya var: küresel demokratik federasyon. Ulus devletlerin çok zayıfladığı, piyasa ekonomisini var eden kurumların ulusların ortak katılımıyla oluşturulduğu ve yönetildiği bir düzen. Bunun gerçekleşmiş küçük modelini, irili ufaklı 50 devletin tarihsel bir süreçte ekonomik ve siyasi birlik oluşturduğu ABD'de görüyoruz. Avrupa Birliği de o yolda ilerlemeye çalışıyor ama nereye ulaşacakları bilinmez. Küresel düzeyde ise, böyle bir düzene ulaşmak Rodrik'e göre uzun süre hayal olacak.

Ben tarihsel dönemlere göre anlattım ama Rodrik bunun ötesinde bir genelleme yapıyor aslında. Söz konusu üç hedef küresel ekonomik sistemde asla ve kat'a birlikte gerçekleşemez diyor. Bu, ulus devletler var oldukça, demokratik siyaset her ülkede oranın tarihine, değerlerine, normlarına, toplumsal yapısına göre ekonomiyi şekillendirecek; o da ülkeler arasında iktisadi bütünleşmeyi sınırlayacak demek. Demokrasiden taviz vermeyi ise makbul bulmadığından, Rodrik tercihini Bretton Woods düzenine dönmekten yana yapıyor.

Şahsen, ekonomik bütünleşmeye ket vuran farklılıklar zamanla değişemez mi bilmiyorum. Geniş toplumsal destek sağlayarak dünyayla olabildiğince bütünleşmenin yollarını aramak bence en ideali olur. Pratikte ise, bugün hangi iki hedefi tuttursak kar sanki.

1 Aralık 2016 Perşembe

Reel sektörün döviz kuru riski

Önceki yazımda kur artışlarının dövizle borçlanmış firmaları olumsuz etkileyerek finansal istikrarı tehdit edebileceğini yazmıştım. Bu hafta yayınlanan finansal istikrar raporunda, reel sektörün döviz kuru riski başlığıyla bu konuya değinildi (metin burada). Merkez bankası çalışmalarına dayanan orijinal bulgular içermesi ve para politikası kararlarına dayanak oluşturabilecek olması sebebiyle, metindeki tespit ve değerlendirmeleri önemli buldum.

Raporda reel sektörün kısa vadeli döviz açık pozisyonun toplamda sıfıra yakın olduğu ve bunun firmaların kısa vadede kur şoklarına karşı dayanıklılığını gösterdiği söylenmiş. Buna karşın uzun vadeli açık pozisyonda süregelen yükselişin kur risklerine yol açtığına dikkat çekilmiş. (Tabii firmalara tek tek bakılsa muhtemelen kimilerinin kısa vadede de döviz açığının olduğu ve risk altında bulunduğu görülürdü.) 

Bilançosunda döviz açık pozisyonu yüksek, sistemik risk yaratabilecek iki grup firma öne çıkarılmış: Birincisi Borsa İstanbul'da işlem gören en büyük firmalar; ikincisi enerji, otoyol, hastane vb. altyapı projelerinde devletle iş yapan firmalar.

Birinci gruptakilerin mali açıdan güçlü olduğu, bilançolarındaki açık pozisyon kadar ihracat gelirleri bulunduğu,  türev araçlarla kısmen riskten korunduğu ("hedging" yaptığı) tespit edilmiş. Borsa İstanbul dâhilindeki toplam açık pozisyonun çok büyük kısmına bu firmaların sahip olması olumlu olarak değerlendirilmiş. (İhracat gelirlerinin değişken, riskten korunma oranlarının düşük olmasının yanında, büyük firmalar risklerini iyi yönetebilir varsayımı da doğrusu bana çok güven vermedi.)

İkinci grup içinse, firmaların sağladığı mal ve hizmetlere devlet satın alma garantisi verdiği için, hem kur hem de talep riskinin büyük ölçüde devlet tarafından üstlenildiği vurgulanmış. Bu firmaların döviz kredi borcunun yaklaşık üçte ikisinin güvence altında olduğu tahmin edilmiş. (Borcun hala ciddi bir kısmının risk altında olmasının yanında, bu aynı zamanda Türk lirası zayıfladıkça kamu bütçesine ek yük geleceği anlamına da geliyor.)

Bunların haricindeki firmalar arasında kimilerinin döviz açık pozisyonları yüksek olabilir, ancak onların da sistemik risk oluşturmadığı söyleniyor. (Tabii sistemik risk yok demek oluşacak ekonomik kayıplar önemsiz demek değil. Ayrıca bu kesimlerin kayıplarını karşılamak için devletten destek beklediğini de görüyoruz ki, sağlanırsa o da kamu maliyesi açısından ayrıca yük demek.)

Özetlersek, merkez bankamız reel sektörün kur risklerinin arttığına dikkat çekerken, bunları hafifleten kimi unsurları da dile getiriyor. Türk lirasındaki değer kaybının ekonomik maliyetleri olsa da, öyle sanıyorum ki kriz gibi çok olumsuz bir sonuç beklenmiyor. Siyasilerin söylemlerine de yansıyan bu görüş, makroekonomide politika tercihleri yaparken kur artışlarına daha çok tolerans gösterileceği anlamına gelebilir. İzleyip göreceğiz.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Döviz kuru şokuna ne yapılabilir?

Doların dünya piyasalarında değerlendiği, Türk lirasının bundan özellikle kötü etkilendiği bir dönemden geçiyoruz. Peki bu durumda kısa vadede hangi politika adımları atılabilir? Mevcut koşulları da dikkate alarak değerlendirelim. 

Döviz rezervleri

Geçici kur şoklarına karşı, böyle durumlar için biriktirilen döviz rezervleri kullanılır. Geçmiş yıllarda Rusya, Çin gibi büyük rezervleri olan ülkelerin yaptığı gibi, yüklü miktarlardaki döviz satışlarıyla değer kayıpları sınırlanabilir. Böylelikle şokun etkisinin geçmesi beklenir; yapısal bir sorun varsa, esaslı bir önlem almak için zaman kazanılır.

Bizim durumumuzda ise, cari fazla veren bir ülke olmadığımızdan döviz rezervimiz sınırlı. Onu da öyle uzun süre ve büyük ölçekte kullanma lüksümüz yok. Yine de kurlardaki oynaklığı törpülemek için, rezervlerimiz yer yer kullanılıyor. Merkez bankamız son zamanlarda rezerv opsiyon katsayısı gibi küçük bir zümre dışında ne olduğu bilinmeyen bazı araçlarda ayarlamalar yaparak bunu yönetiyor. Geçmişte günlük ihalelerle piyasaya az az döviz sattığı da olmuştu, bir seferde doğrudan büyük müdahaleler yaptığı da. Ancak çok etkili olduğu söylenemez.

Üçlem - Trilemma

Daha önce de (burada) yazmıştım, uluslararası finans teorisindeki temel kavramlardan biri olan  “trilemma” (üçlem diye çevirebiliriz) şu üç hedefe aynı anda ulaşılamayacağını ifade ediyor: dış dünyadan bağımsız faiz politikası, döviz kurunun kontrolü, sermaye hareketlerinde serbestlik. Yani birinden feragat etmek gerekiyor. Dolayısıyla büyük ve sürekli kur şoklarına karşı 3 şeyden biri yapılmalı: faiz artırmak, kuru serbest bırakmak, sermaye hareketini sınırlamak.

1. Faiz artırımı. Yatırımcılar ülkenin parasından kaçıyorsa, onları kalmaya teşvik etmenin en kestirme yolu daha fazla getiri sağlamaktır. Karşılığını alacaksa yatırımcı icabında daha fazla riske de katlanabilir. (Tabii finansal yatırımcının getirisini artıran bu politika, içerde kredi kullanmak isteyen reel sektörün de maliyetini artırır.)

ABD başkanlığına Trump seçildikten sonra, bu ülkeyle ticareti riske giren ve parası tepe taklak olan Meksika daha yeni bu yolu seçti. Bizde de Ocak 2014’te, merkez bankasının döviz satım müdahalelerinin başarısız olmasının ardından yüklü bir faiz artırımına gidilmiş ve döviz kurlarının alıp başını gitmesi engellenmişti.

Peki merkez bankamız bugün de faiz artırır mı? Para politikasının karmaşık çerçevesi içinde bazı ayarlamalar mümkün olabilir. Ancak esaslı bir faiz artırımının yaratacağı parasal sıkılaşma,  hükümetin son dönemdeki ekonomiyi canlandırma gayretleriyle de, cumhurbaşkanımızın kredi faizleri düşürülsün isteğiyle de tezat oluşturur. Herhalde mecbur kalmadıkça, ekonomide daralmaya yol açabilecek bir artış yapılmaz.

2. Kuru serbest bırakmak. Normalde enflasyon hedefleyen bağımsız bir merkez bankası varsa bunu düşünmek bile abes. Enflasyondaki kur etkisinin yüksek olduğu bir ülkede paranın değerini korumadan enflasyon düşmez. Ancak merkez bankası bugün çok bağımsız olmadığından ve para politikasının fiili önceliği iç talebi canlandırmak olduğundan, durum biraz farklı. Düşük faiz ve düşük enflasyon arasında seçim yapmak durumunda kalınırsa, ikinciden feragat edildiğini görebiliriz.

Tabii yüksek enflasyonun uzun vadeli faizleri yükselteceğini ve kur artışlarının döviz borçlusu firmaları zora sokarak ekonomik istikrarı tehdit edeceğini de dikkate almak lazım. Enflasyonun neden faizin sonuç olması Ankara’da ne kadar rağbet görür bilmem ama reel sektörün borç yüküne herhalde kayıtsız kalınamaz. O yüzden döviz kurunu çok serbest bırakmak da zor.

3. Sermaye hareketini sınırlamak. Sermaye çıkışlarını engellemek finansal panik ortaya çıktığında ve eldeki araçlar yetersiz kaldığında izlenebilecek bir politika. Birkaç sene önce Güney Kıbrıs ve Yunanistan’daki bankacılık krizlerinde geçici bir süre uygulanmıştı. Bizde ise kriz yok. Bu ortamda sırf faizleri bir-iki puan artırmamak için hiç yoktan panik çıkarmanın alemi de yok. O yüzden bunun lafını bile etmemek lazım.

Sonuç?

Kısa vadedeki politika alternatifleri arasında çok iyi bir tercih yok. Kötünün iyisi var ki, o da genelde faiz artırımı oluyor. Esas mesele uzun vadede yapısal sorunları çözmek. Türkiye’de üretkenlik arttığında, tasarruflar büyüdüğünde, yabancı sermaye içinde doğrudan yatırımların payı yükseldiğinde, finansmanda (“hedging” vs. yoluyla) riskler en az indirildiğinde, en önemlisi ülkemize ve dünyaya huzur ve güven geldiğinde kur hareketleri bu kadar önemli olmayacak.

12 Kasım 2016 Cumartesi

İktisatseverler için film önerileri

Konusu iktisatla ilgili ya da kenarından köşesinden iktisadi meselelere bulaşmış çok film var. Ancak bir şeyler öğreten; iktisadi kavramları, gelişmeleri, tarihsel olayları daha iyi anlamamızı sağlayan; üstelik keyifle izlenen yapım az. Hafızamı yokladım ve izlediklerimden dikkate değer bulduğum birkaç filmi iktisat meraklılarına tanıtmak istedim.

Hakkında daha önce (şurada) yazdığım Devrim Arabaları, bilhassa iktisat öğrencilerine izlemelerini şiddetle tavsiye edeceğim bir eser. 60'lı yıllarda Türkiye'de yerli otomobil üretmek amacıyla başlatılan bir projeye dair gerçek bir olay kurgulanmış. Yalnız uyarayım, mühendislerin kahraman olduğu bu filmde iktisatçılar kötü adam. Yine de eleştirel gözle izlenip iktisatçılarla empati kurulduğunda kalkınma, sanayi politikaları ve korumacılık gibi konularda düşünmemizi sağlıyor; Türkiye'deki sanayileşmenin başlangıcını anlamamıza yardımcı oluyor. Üretim olanakları sınırı (production possibilities frontier), fırsat maliyeti (opportunity cost), fayda maliyet analizi (cost-benefit analysis) kavramlarına dikkat. 

Finans ve özellikle de küresel finans krizi üzerine yapılmış en iyi film The Big Short (Büyük Açık). Tarihin en büyük piyasa başarısızlıklarından birini ilk fark eden ve finans piyasalarındaki fiyatların ekonomik gerçekleri yansıtmadığını gören üç-beş alsatçının (trader) buna göre pozisyon almalarını ve paranın gözüne vurmalarını anlatıyor. Böyle özetleyince çok sıkıcı durduğunun farkındayım. Konuya ilgi duymayanlar için ne heyecanlanacak, ne feyz alacak pek bir olay yok. Ama finansa biraz ilgili duyanlar, krize yol açan piyasa başarısızlıklarının nasıl oluştuğunu, yasal düzenlemelerin nasıl yetersiz kaldığını film sayesinde daha iyi anlayabilirler. Filmde ünlü bazı şahısların hikayeyi bölüp karmaşık finansal meseleleri kendi meşreplerince izleyiciye açıkladıkları, sıradışı bir teknik kullanılmış. Bu şahıslardan biri de meşhur davranışsal iktisatçı Richard Thaler.

İşgücü piyasası ve işçi hakları, ekonomik buhran gibi toplumsal yönü ağır basan konularda, aklıma ilk olarak John Ford'un yönettiği ve roman uyarlaması olan iki klasik film geliyor: How Green Was My Valley, The Grapes of Wrath. Türkçeleriyle, Vadim O Kadar Yeşildi Ki ve Gazap Üzümleri. İlki 19. yüzyılda Galler'deki kömür madencilerinin yaşamını, ikincisi ABD'de Büyük Buhran sırasında çiftliğini kaybetmiş ve iş bulmak için batıya göç eden insanları anlatıyor.

Bizde de özellikle 70'li yıllarda toplumcu filmler yapılırdı. İçlerinde Levent Kırva ve Ayşegül Atik'in başrollerinde oynadığı ve ekonomik dönüşümle beraber gerçekleşen köyden kente göçü konu edinen Taşı Toprağı Altın Şehir aklımda yer etmiştir. Çok küçükken televizyonda izlediğim bu filmde, kabzımalların ıspanakları denize dökmekten menfaat sağlamaları o vakitler çok garibime gitmişti. Sebebini yıllar sonra talebin fiyat esnekliğini öğrenince anladım.

Hafif bir şey olsun içimizi karartmasın, içinde biraz aşk-meşk de bulunsun diyorsanız, dış kaynak kullanımı (outsourcing) temalı, orijinal ismiyle müsemma romantik komedi Outsourced var. Türkçe ismi Yeni Bir Aşk gibi alakasız bir şey. Burada teknolojik gelişimin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımının ne getirdiğini, kimden ne götürdüğünü görüyoruz.



21 Ekim 2016 Cuma

Tutmayacak tahmine amin demek

Bazen ekonomistlerden bilemeyecekleri şeyleri tahmin etmeleri isteniyor. Merkez bankamızın para politikası kararları bunlardan biri. Yetkili bir merciden güvenilir bir mesaj gelmedikçe, bir iktisatçı en azından kısa vadede merkez bankasının ne yapacağını güçlü bir olasılıkla bilemez.

Bir defa, para politikası kurulu üyelerinin politika tercihleri ve ekonomik değerlendirmeleri bilinmez.  Bizde kurul üyeleri ABD’deki gibi kamuoyuna açıklama yapıp iktisadi görüşlerini, tahminlerini, politika duruşlarını açık etmezler. Yer yer yatırımcılarla, ekonomistlerle toplantılar yapsalar da burada görüşlerini değil, merkez bankasının resmi duruşunu ortaya koyarlar. Para politikası metinlerinde de fikir ayrılıkları, (varsa) alınan karara muhalif oylar belirtilmez; tek ses çıkar. Kurul içinde ne tartışmalar yapılıyor; üyeler neleri önemsiyor, nelerden endişeleniyor; kararlar oy birliğiyle mi, oy çokluğuyla mı alınıyor bilinmez.

Ayrıca merkez bankasının fiilen çok da bağımsız olmadığı bir dönemden geçiyoruz ki, bu işleri daha da karıştırıyor. Merkez bankası, yayınlarında enflasyon yüksek para politikasını sıkı tutacağız derken; siyasi iktidar faizler yüksek, düşürüp yatırımı teşvik edeceğiz diyor. Bunlar mevcut şartlarda birbiriyle çelişen söylemler. Hangisini dikkate alacaksın? Gel de çık işin içinden.

Bu durumda fikri sorulan iktisatçı ne yapar? Bir, iktisat teorisine göre ne yapılması gerektiğini söyler. Lakin karar alıcılarınkiyle aynı olmadıktan sonra, (çok yerinde bile olsa) tahmin açısından bu görüşün bir kıymeti yok. Son para politikası kararında, buna göre faizlerin değişmeyeceğini söylemiş bir iktisatçı burada haklı çıkmıştır. Ancak aynı kişi bu mantıkla daha önce birçok defa yanılmış olmalı. İki, geçmişte merkez bankasının ne yaptığına bakabilir. Fakat bu da çok faydalı değil; çünkü hem her kararın kendine özgü şartları var, hem de başkan dahil kurulda köklü değişiklikler olması çok geriye gitmeyi anlamsızlaştırıyor. Bu şekilde, mesela merkez bankası daha önce faiz indirdiği için yine indireceğini tahmin edenler, geçmişte bir çok defa haklı çıktılar ama bu sefer duvara tosladılar.

Peki doğru çıkan tahmin yok mu? Olur elbette. Zaten yazı tura bile atsak, bir faizin değişip değişmeyeceğini yüzde 50 doğru biliriz. Önemli olan veriye dayanan, tutarlı, makul ölçülerde güvenilir (yazı turadan hallice) bir tahmin yönteminin olup olmadığı. Ben diyorum ki yok. O yüzden iktisatçılardan merkez bankamızın o ay ne yapacağını bilmesini beklemek manasız.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Kapanan dükkanlar ne gösteriyor?

Bugün Hürriyet'te okuduğum bir haber (linki bu) 3600 dükkanın bulunduğu Kapalıçarşı'da 600 dükkanın kapandığını, yılsonuna kadar sayının 1500'ü bulabileceğini anlatıyordu. Bir süredir Beyoğlu ve Bağdat Caddesi gibi popüler bölgelerde ve alışveriş merkezlerinde mağazaların kapandığına dair haberler de okuyoruz. Sebep, turizmde yaşanan düşüş ve bununla da bağlantılı iç talepteki daralma. Kazançları azalan esnaf yüksek kiraları ödeyemiyor. Arka plandaki makroekonomik gelişmeler ayrı bir mevzu ama benim dikkatimi çeken mikroekonomik bir husus, kiralardaki katılık (rigidity).

Bir bölgedeki dükkan sayısı (en azından kısa dönemde) sabit olduğuna göre, dışardan bir şok gelip talebi düşürdüğünde kiraların talebi dengeleyecek şekilde azalmasını  bekleriz. Kiralar esnekse fiyat mekanizması işler, toplumun üretken bir kaynağı olan dükkanlar atıl kalmaz; hem mal sahibi, hem kiracı bundan karlı çıkar. Öte yandan, esnek değilse arz ve talep dengelenmez. Dükkanlar boş kalır; kira geliri ve mekanın yaratacağı katma değer kaybolur. Haberlerdeki gibi dükkanların boşalması, ekonomideki çabuk yavaşlamaya kiraların aynı hızda tepki veremediğini ve piyasayı dengeleyemediğini gösteriyor. Bu da yavaşlamayı şiddetlendirecek bir şey.

Kiralardaki katılığın birçok sebebi olabilir: yasal düzenlemeler, kontrat yapış şekilleri, insan psikolojisi gibi. İnternette araştırınca gördüm ki, işyeri kiraları konuta göre daha serbest belirleniyor. Konutta kira artışları kanun gereği üretici fiyat endeksi (ÜFE) enflasyonunu geçemezken, işyerleri için bu uygulama 2020'ye kadar ertelenmiş. Dolayısıyla mal sahibi için, işyerini birine ucuza kiralayıp daha sonra dilediği gibi artıramama problemi daha hafif olmalı. Ancak kontratlarda kira artışlarını döviz kuruna ya da enflasyon oranına endekslemek adet olduğundan, kira bedelini bir defa düşürmek gelecekte de nispeten düşük kalmasına sebep olabilir. Hem 2020 de aslında çok uzak değil. İşyeri sahibi o tarihten sonra, kontrat döviz üzerindense artış yapamayacak; TL üzerindense ÜFE oranında yapabilecek. Herhalde karar verirken mal sahipleri de mağazacı esnaf da bunları dikkate alıyordur.

Türkiye gayrimenkul piyasası uzmanı ekonomistler sebepleri daha doğru tespit edebilir. Ben okuduklarımdan çıkarım yaptım. Ancak şurası kesin ki, (kiralar dahil) fiyatların ekonomik konjonktürle uyumlu hareket etmemesi, kaynakların verimsiz kullanımına yol açacak ve makroekonomik döngüleri büyütebilecek önemli bir sorun. Önlem alınsın diyeceğim ama kestirmeden KHK çıkarıp tavan fiyat benzeri uygulamalara gidilmesinden endişe ediyorum. Oysa ilgili devlet kurumlarının uzmanları sorunun kaynağını etraflıca araştırsa ve bulgulara göre kiraların esnekliğini artıracak yapısal bir reform yapılsa çok hayırlı olurdu.

29 Eylül 2016 Perşembe

Demografik değişimin büyümeye etkisi

Küresel büyümedeki yavaşlama karşısında merkez bankaları talep yetersizliği tezi üzerinde durup genişlemeci para politikalarıyla ekonomileri büyütmeye çalışadursunlar, akademik düzlemde üretkenlik artışındaki düşüşe dikkat çeken ve yavaşlamanın kalıcı olabileceğini gösteren bulgular da ortaya konuyor. Bunlardan dikkatimi çekenleri zaman zaman Twitter’da paylaşıyorum. Daha önce Robert Gordon tarafından yazılan "The Rise and Fall of American Growth" adlı kitabın, William Nordhaus tarafından yapılan incelemesini (linki şurada) Twitter’da paylaşmıştım. Burada geçen yüzyıldaki büyük teknolojik atılımların ölçeğinde yeniliklerin artık olmadığı tezi savunuluyordu. Son olarak da ABD’deki demografik dönüşümün ekonomik etkileri üzerine bir paylaşım yaptım. Ama arada kaynamasına gönlüm razı gelmediğinden, daha çok kişiye ulaşması için buna burada da kısaca değinmek istedim.

Yakın zamanda NBER’da yayınlanan makale (kendisi burada, özeti burada), nüfusun yaşlanmasının üretkenlik artışı ve büyüme üzerindeki etkisine dair çarpıcı sonuçlar ortaya koymuş. ABD’de eyaletler bazındaki zengin veri setini kullanan çalışma, sadece yaşlı nüfusun payının artması yüzünden içinde bulunduğumuz dönemde ABD’nin yıllık büyüme oranının 1.2 yüzde puan gibi ciddi bir oranda düştüğünü tahmin etmiş. Bunun yaklaşık üçte ikisi üretkenlik artışındaki yavaşlamadan, geri kalanı da işgücüne katılımdaki düşüşten kaynaklanıyor.

Yaşlanmanın işgücüne katılımın azalması yoluyla büyümeyi düşüreceği zaten biliniyordu. Ama üretkenliği hem de bu boyutta etkilemesi yeni bir bulgu. Bunun sebebi ne peki? Bir defa, yaşlandıkça fiziksel ve zihinsel kapasitenin zayıflamasından kaynaklanan doğrudan bir olumsuz etki var. Buna karşın yaşlıların gençlerde olmayan tecrübe gibi bazı değerli nitelikleri de var. Üretim sürecinde iki grup birbirini tamamladığından, yaşlıların üretkenkenliğinin düşmesi ya da emekli olup işgücünden çıkması gençlerin üretkenliğini de düşürüyor. Yani gençlere etki eden (“spillover” denen) olumsuz bir dışsallık da söz konusu.

Büyümede yaşlanmaya bağlı olumsuz etkinin bu derece büyük çıkmasını şaşırtıcı. Çünkü bu eğer doğruysa, ABD gibi gelişmiş ülkelerde yaşanan büyüme sorunlarının önemli bir ölçüde hızlanan demografik dönüşüme bağlı demektir. Bu da, kısa vadede pratik bir çözümü olmadığından oldukça karamsar bir görüş.

23 Ağustos 2016 Salı

Benford kanunu, enflasyon ve büyüme

Gecmişte Yunanistan, Arjantin gibi ülkelerde, ekonomik göstergeleri daha iyi göstermek için resmi istatistiklerde oynamalar yapıldığı ortaya çıkmıştı. Bugün Çin için de verilerin gerçeği yansıtmadığı, büyüme oranlarının çok yüksek olduğu şeklinde iddialar var. Hatta geçenlerde ABD başkan adayı Trump da beğenmediği Amerikan verileri hakkında ileri geri konuşmuştu. Ülkemizde de zaman zaman böyle iddialar ortaya atılır. Kuşkuları ortadan kaldırmanın en etkili yolu istatistiklerin şeffaf şekilde üretilmesi, denetime açık olmasıdır. Örneğin, bildiğim kadarıyla Eurostat, IMF gibi kurumlar zaman zaman gelip TÜİK verilerini kontrol ediyor. Herhalde ülke içinde de resmi bir denetim mekanizması vardır. 

Denetimin haricinde, veriler analiz edilerek de bir tuhaflık olup olmadığı tesbit edilebilir. Ben de Türkiye’deki GSYH ve TÜFE verileri için böyle bir şey yaptım ve basit bir istatistiksel yöntemi bu verilere uyguladım. Sonuç ne çıktı? Verilerin bazı bileşenlerinde şüpheli bulgular olsa da, genele yansıyan ciddi bir sistematik hata veya çarpıtmanın izine rastlamadım.

Kullandığım yöntem, Benford kanunu adı verilen ve çeşitli veri setlerinde görülen bir özelliğin, söz konusu verilerde de geçerli olup olmadığının sınanmasına dayanıyor. Kısaca anlatacak olursak, birçok veri setinde sayıların ilk hanelerindeki rakamlara bakıldığında 1’den 9’a rakamların eşit dağılmadığı görülüyor. Verinin içeriğinden bağımsız olarak, ilk hanelerin üçte bire yakınında 1 rakamı bulunuyor. Rakam büyüdükçe ilk hanede bulunma sıklığı da düşüyor.

Teorik olarak ilk hanelerin dağılımının nasıl olması gerektiği aşağıda göreceğiniz grafiklerde turuncuyla gösteriliyor.  Bir veri setindeki gerçek ilk hanelerin teorik dağılımdan sapma göstermesi, ona dışardan müdahale edilmiş olabileceğine işaret ediyor. Elbette bu tek başına veriler yanlış demek ya da yanlışlığın büyük ekonomik sonuçları olduğunu söylemek için yeterli değil. Ancak bir uyarı olarak kabul edilebilir. Bu yöntemin dünyada istatistiki verilerin güvenilirliğini sınamanın dışında, iç denetim, vergi denetimi, seçim usulsüzlüklerinin saptanması gibi uygulamaları da mevcut. (Detaylı bilgi için yazının sonundaki notlara bakabilirsiniz.)

Enflasyon: Aşağıdaki grafik, TÜİK’in aylık enflasyon verilerini uygun şekilde dönüştürerek elde ettiğim ilk hane dağılımını, teorik Benford dağılımıyla karşılaştırıyor. Belli oranda sapmalar olsa da, iki dağılım ana hatlarıyla birbirine yakın görünüyor.

Daha net karar vermek için istatistiksel bir test yapmak gerekir. Aşağıdaki tabloda çeşitli enflasyon göstergeleri için hesapladığım test istatistikleri görülüyor. Burada kulladığım formül bir grup Alman akademisyenin Euro Bölgesi verileri üzerine yaptıkları çalışmadan alındı (link burada). Ki-kare (chi-square) dağılımına sahip istatistiklerden üçü hariç hepsinin, (%5 istatistiksel anlamlılık seviyesi için) 15.5 olan eşik değerin altında kaldığını görüyoruz. Yani bunlarda olağan dışı bir şey tespit etmiyoruz. Diğer üç gösterge içinde lokanta-otel grubunda nedense çok büyük bir sapma var.

Büyüme: Aynı egzersizi GSYH verileriyle tekrarladığımızda da fiyat endekslerinde gördüğümüze benzer bir sonuç elde ediyoruz. Burada da gerçek ve teorik dağılımlar paralel.

Tabloda da ana kalemler genel olarak sağlıklı görünüyor. En büyük sapmaların kamunun tüketim ve yatırım harcamalarında olması dikkat çekici. Çarpıtma dışında bunun başka ne sebebi olabilir? Tamamen spekülasyon yapıyorum; belki devletin bütçe planları masa başında yapıldığından ve kamu harcamaları o plan doğrultusunda gerçekleştiğinden, o harcamalara dair istatistikler de doğal görünmüyordur. 


Çin büyümesi: Bir de son olarak dışardan Benford kanunun tutmadığı bir örnek göstereyim. Aşağıda IMF'den aldığım Çin GSYH verilerinden elde ettiğim ilk hane dağılımı var ve teorik dağılımdan bir hayli sapmış. Zaten ki-kare istatistiği de 56 ile kritik değerin oldukça üzerinde kalmış. Bu da yine belki planlı ekonomiyle alakalıdır. Belki de iddia edildiği gibi bir istatistiklerde oynama vardır.

Notlar:
1. Konuyla ilgili Wikipedia makalesi.
2. Bu websitesinde bolca örnek var: testingbenfordslaw.com
3. Bu konuda bilimsel yayın olarak, Steven J Miller’in kitabına bakılabilir. Temel bilgi ve açıklamaların verildiği ilk bölüme erişim ücretsiz.
4. Yazıda bahsettiğim makale: Rauch, Göttsche, Brahler, and Engel, Fact and Fiction in EU-Governmental Economic Data

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Büyüme meseleleri

Son zamanlarda Türkiye ekonomisinde büyümenin yavaşladığı konuşuluyor. Ne olmuş olabilir?

Bir defa, zaten senelerdir üretkenlik artışı yok (şurada yazmıştım). Sermaye yatırımına (ki o da yavaşlıyor) ve işgücü kullanımına dayalı bir büyüme var. Oysa üretkenlik artmadan yüksek hızda, sürekli bir büyüme yakalanamaz.

İkincisi, ülkede yatırım ortamı iyi değil. Bir firma bir işe kar edecekse para yatırır. Karşılığını alacağından şüphe ederse  yatırım yapmaz. Yüksek enflasyon gibi belirsizlik yaratan ekonomik unsurlar eskiden beri vardı. Üstüne son senelerde istikrarsızlık ima eden büyük olaylar (terör, darbe teşebbüsü vs.) yaşanmakta. Devlet kurumlarına güven zedelenmiş. Huzur ve güven ortamı yok.

Üçüncüsü, dış finansmanda sorunlar var. Yapısal nedenlerle yabancı sermaye çekmeye ihtiyacımız var. Bunun da uzun vadeli ve özellikle doğrudan yatırım şeklinde olanı makbul. Lakin dünyada merkez bankalarının süper gevşek politikaları sonucu paranın bol olmasına rağmen, biz kısa vadelisini bile çekmekte zorlanıyoruz. Kredi derecelendirme kurumları not indiriyor veya indirmeye niyetleniyor. Dahası geçmişte biriken ve döviz kurunun yükselmesiyle artan borçlar, zamanında ("hedging" gibi yöntemlerle) önlem almamış firmaların üzerine yük oluyor.

Dördüncüsü, bu sene turizm çok kötü. Ortadoğu'daki istikrarsızlık ülkemize sirayet etti; şiddet ve terör olayları azdı. Üstüne bize en çok turist gönderen ülkelerden Rusya'yla aramız çok fena bozuldu; yeni yeni toparlamaya çalışıyoruz. Yetmedi tam yoğun sezona girilmişken darbe girişimi oldu. Bunlardan dolaylı-dolaysız yollardan tüm ekonomi etkileniyor.

Geçen sene ve bu sene başında petrol fiyatlarının düşmesi cebimize fazladan döviz koymuş ve bilhassa dış finansmandaki olumsuzlukları telafi etmişti (şurada yazmıştım). Belki onun talep üzerinde hala gecikmeli etkileri oluyordur, ama petrol fiyatı toparlandığından oradan artık taze bir destek de gelmez.

Bu durum karşısında devlet teşvik üstüne teşvik açıklıyor; vergi, varlık barışları yapılıyor; konut satış kampanyaları düzenleniyor; banka faizlerinin düşürülmesi için türlü tedbirler alınıyor. Oysa ekonominin öncelikli olarak istikrara, güvene, iç ve dış barışa, (başta adalet) iyi işleyen devlet mekanizmasına, etkin çalışan serbest piyasa ekonomisine ihtiyacı var sanki.

5 Ağustos 2016 Cuma

Finansal devletçilik

Ülkemizdeki finansal kaynakların (iç tasarruflar ve dış sermayenin) çoğaltılması ve kullanılmasında devletin giderek daha çok müdahil olduğunu görüyoruz. Konut ve altyapı projeleri başta olmak üzere, yatırımların finansmanında kamu bankaları eskiden beri aktif olarak kullanılırdı. Son dönemde merkez bankasının siyasi iradenin direktiflerine uyarak para politikasını gevşetmesi bunlara eklendi. Yakında banka faizlerini düşürecek ve daha çok kredi yaratacak (bankalarının zorunlu karşılık oranlarını düşürmek gibi) finansal düzenlemeler de yapılabilir. Ayrıca daha uzun vadeye dönük reformlar da yapılıyor. Tüm çalışanların bireysel emeklilik sistemine (BES) dahil edilmesi ve bir ulusal varlık fonu kurulması bunların en önemlileri.

BES'te yapılan reformla, belli bir yaşın altındakiler otomatikman sisteme dahil ediliyor. Sonra isteyen sistemde kalıyor, istemeyen birkaç ayın ardından yatırdığı parayı alıp çıkabiliyor. Dolayısıyla aslında zorlama yok; lakin ince bir manipülasyon mevcut. Burada yapılana davranışsal iktisatta "dürtme" (nudge) deniyor; dünyada da emeklilik sistemlerinde uygulanan bir şey. Mantığı şu: İnsanlar aktif bir şekilde araştırıp BES'e girmeye üşenirler ya da kaygılanıp karar alamazlar diye, ilk kararı onların adına (adeta babalık yapıp) devlet alıyor. Umuluyor ki bu defa çıkmaya üşensinler, belki devletimizin bildiği vardır desinler ve sistemde kalsınlar. Ayrıca sadece davranışsal yönlendirmeyle yetinilmiyor; maddi sübvansiyonlar uygulanarak insanlar kalmaya teşvik de ediliyor. Neticede iki amaç var. Birincisi, insanları yaşlılıkları için birikim yapmaya yönlendirmek. İkincisi, bu yolla ulusal tasarrufları artırıp ülkenin dış finansmana bağımlılığını azaltmak.

Devletin vatandaş için iyi olanı ondan iyi bilmesi ve onu yönlendirmesi düşüncesi doğrusu beni rahatsız etmiyor değil. Özellikle düşük gelirliler fazla tasarruf etmiyorlarsa, bu onların gelecek kaygıları olmamasından ziyade ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmalarından olmalı. Yine de insanlara tercih hakkı verilmesi iyi bir şey. Onlar da bi zahmet üşenmesinler, kendileri için rasyonel kararı alsınlar.

Ulusal varlık fonu ise, devlete ait (işsizlik fonu ve özelleştirme gelirleri gibi) kaynaklar toplanarak oluşturulacak bir büyük havuz. Daha sonra buna BES gibi başka kaynaklardan, iç ve dış yatırımcılardan da sermaye çekip fonun büyütülmesi planlanıyor. Burada kurulacak fonun; Norveç, Katar gibi doğal kaynak zengini ve Çin gibi ihracatçı ülkelerinkinden amaç itibariyle farklı olduğu anlaşılıyor. Mesela Katar'ın derdi, yeraltındaki doğalgazını para ediyorken çıkartıp kazandığı parayı gelecekte kullanmak üzere değerlendirmek. Bu amaçla kurulan fon dünyanın her yerinde türlü finansal ve fiziki varlıklara yatırım yapıyor. Oysa bizim devletimizin derdi, bol olan paramızı en çok getiriyi sağlayacak şekilde başka ülkelere yatırmak değil; ülkemizdeki kıt sermayeyi devletin kalkınma hedeflerini gerçekleştirmek üzere toplamak. O yüzden bizim fonumuz daha küçük ve daha çok içe dönük olacak.

Devletin fon kurmadaki amacının öncelikle (yol, köprü, kanal gibi) büyük altyapı projelerini finanse etmek olduğu söyleniyor. Bunun haricinde gerekli görüldüğünde (mesela belki döviz kurları yükseldiğinde) piyasa hareketlerine müdahale etmek de amaçlanıyor. Ayrıca stratejik yatırımlara (boru hattı, nükleer santral?) ve teknolojik faaliyetlere (risk sermayesi?) finansman sağlanacağı da söyleniyor. Bugüne kadar bu işler başka şekillerde yapılmıyor muydu? Yapılıyordu elbette. Ama belli ki, bu yöntemin hükümet için ekonomik, siyasi ve hukuki faydaları var. Mesela, bir büyük proje için sekiz bankadan parça parça kredi bulmak yerine fonlamayı hazırdaki tek kaynaktan yapmak herhalde daha kolay ve ucuzdur.

Bu fonun tasarrufları artıracağı, GSYH büyümesine her yıl yüzde 1.5 ek katkı yapacağı söyleniyor. Lakin bunu nasıl tahmin ettiler bilmiyorum. Açıkçası aklıma yatmadı ama dayandığı çalışmayı görmediğimiz için yorum yapmayacağım.

Özetlersek, devlet bir yandan dış sermaye çekerken, iç tasarrufları da artırmayı; özel yatırımı teşvik ederken, aynı zamanda kamu projelerine daha çok kaynak kullandırmayı istiyor. Bunun için kamu politikalarını aktif biçimde kullanıyor; getirilen yeni araçların da yardımıyla, finans piyasalarındaki ağırlığını giderek artırıyor. Biz iktisatçılar açısından ilginç bir deneyim. Bakalım sonu nereye varacak.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Kutu kutu enflasyon raporu

Merkez bankamızın enflasyon raporlarında en sevdiğim şey, kurumun ekonomistlerinin çalışmalarına dayanan ve kutular içinde ilgili bölümlere yerleştirilen kısa notlar. Bu hafta açıklanan raporda da güncel gelişmelerle ilgili dört kutu özellikle dikkatimi çekti. Kısaca bahsedeceğim. İlgilenenler bunları ve daha fazlasını rapordan okuyabilir. (Metin şurada)

Gıda fiyatları: Kutulardan biri, Türkiye'de gıda fiyatlarının uzun süredir genel tüketici fiyatlarından hızlı arttığını (yani gıdanın başka ürünlere göre nispeten pahalılaştığını) ve fiyatların dünya ölçülerine göre çok oynak olduğunu gösteriyor. Birincisi, genel enflasyonu hedefe düşürmek için daha fazla parasal sıkılaştırma gerektiren bir şey. İkincisiyse, enflasyonun tahmin edilmesini zorlaştırarak belirsizlik yaratıyor. Biliyoruz ki merkez bankamız çok güçlü parasal sıkılaştırma tercih etmiyor. Onun yerine, diğer ilgili kurumların da katılımıyla oluşturulan "gıda komitesi" yoluyla fiyat artışlarını sınırlayıcı ve oynaklığı azaltıcı önlemler alınmaya çalışılıyor. Aslında etkin olabilirse bu çok iyi bir şey. Genel enflasyonu düşürmeye yönelik faydalarının yanında, sorunların kaynağına inecek önlemler gıdanın nispi olarak ucuzlamasını sağlayıp özellikle dar gelirlilerin refahına katkı da yapabilir. Kutu bu çerçevede yapılan çalışmaları da anlatmış. Kırmızı et fiyatlarının, geçici de olsa ithalat yoluyla kontrol altına alınması bunlardan biri.

Turizm: Bir diğer kutuda bu sene turizmde görülen ciddi bozulmanın şimdiye kadarki makroekonomik etkileri incelenmiş. Ödemeler dengesindeki turizm gelirlerinin yılın ilk beş ayında yaklaşık yüzde 20 düştüğü ve şimdiye kadarki kaybın 1.7 milyar dolar olduğu yazılmış. Bunun doğrudan etkisinin ilk çeyrekte GSYH büyümesini yıllık 0.2, çeyreklik 0.1 puan azalttığı tahmin edilmiş. Ancak dolaylı etkileri de (mesela otellerle iş yapan firmaların kayıplarını) düşününce, toplam etki daha büyük olmalı. Normalde yıllık gelirlerin yüzde 40'ı Temmuz-Eylül döneminde elde ediliyormuş. O yüzden cari açık ve büyümedeki olumsuz etkiler asıl yılın 3. çeyreğinde belirgin olacak.

Asgari ücret zammı: Mikro bazlı verilere dayanan bu çalışmaya göre, sene başındaki asgari ücret zamlarının ardından kayıtlı istihdam artışı yavaşlamış, kayıtdışı istihdam artışı hızlanmış. Toplam istihdamda ise belirgin bir etki bulunamamış.

Para politikası-banka faizleri ilişkisi: Burada merkez bankasının son aylardaki faiz indirimlerinin kredi ve mevduat faizlerine neden çok yansımadığı açıklanmaya çalışılmış. Özetle denilmiş ki, banka faizlerini (kredi riskleri, iktisadi görünüm, bankacılıktaki yapısal meseleler gibi) merkez bankasının doğrudan kontrol edemediği bir çok etmen belirliyor ve bunlar para politikasındaki gevşemenin etkisini sınırlıyor. Yazı daha çok literatür anlattığından, hangi etmenlerin daha belirleyici olduğuna dair bulgular ortaya konmamış. Ancak firmaların borçluluğunun bankalar için kredi risklerini artırdığı, iç tasarrufların kıt olmasının mevduat toplamayı zorlaştırdığı, ekonomide büyüme görünümünün bozulduğu gibi tespitler ekonomistlerin hep yazıp çizdiği şeyler.  Kutuda yazılanlar bunlarla uyumlu.

15 Temmuz 2016 Cuma

Tasarruf ve konut yatırımı

Geçen gece Twitter'da Eksi Sözlük'ten bir yazı paylaştım (linki burada). Ev kirası boşa gidiyor düşüncesiyle ev almanın yanlış olduğunu, kirada oturmanın da avantajlarının bulunduğunu söylüyordu. Altındaki başka görüşleri de okuyunca fark ettim ki, birçok insan bunu hiç ev almayın, hatta tasarruf/yatırım yapmayın gibi anlamış. Bunun üzerine benim de şuraya iki satır yazıp iktisatçı bakışını kendimce açıklayasım geldi. Belki birilerine faydası olur.
 
Burada bilmemiz gereken, konut satan kişinin ondan uzun yıllar boyunca elde etmeyi beklediği kira gelirini iskonto ettiğidir. Yani ev sahibine, gelecekteki kira gelirlerine göre yeterince büyük bir toplu para vereceksiniz ki evini satsın. Adam buna razı oluyor, çünkü o parayı başka yatırım araçlarına koysa uzun vadede kazancının evin kira getirisini karşılayacağını düşünüyor. Sonuçta, konut satın almak gelecekteki kiraların bugünkü karşılığını peşinen ödemek olduğundan, bu suretle kiradan tasarruf etmiş olmuyoruz.

Denebilir ki, satın alırken 20-25 (İstanbul'da muhtemelen 30 kusur) senelik kirayı evin bedeli olarak ödüyoruz ama sonra mülkiyet ilelebet bizde kalıyor. Evet ama bundan da kar etmiyoruz, çünkü kira ve faiz hesabına göre evin ederi o kadar. 

Uzun vadede ev fiyatının gelecekteki kira artışlarına ve faizlere dair beklentilere bağlı olması lazım. Elbette bilhassa kısa vadede fiyatlar bunlarla uyumsuz olabilir. O durumda da ilerde düzeltme gelebilir. Dikkat! (Şimdiki değer hesabı yapmayı bilenler ev fiyatı/kira oranının reel faizle (ters orantılı) ilişkisini çıkarabilir. Hatta biraz fazlasını yapabilenler, Excel kullanarak gelecekteki faiz değişimlerinin bugünkü fiyat/kira oranını nasıl etkileyeceğini deneyerek görebilir.)

Bundan ayrı olarak, belirtmeden geçemeyeceğim, çoğu ailenin servetinin büyük kısmının oturduğu ev olması bir risk unsuru. Teşbih yerindeyse, bu tüm yumurtaları aynı sepete koymak gibi bir şey. Evin değerini düşürecek bir şey ailenin fakirleşmesine yol açabilir. Bu yüzden yeterince birikim yapıp (mevduat, BES, altın, yatırım fonu vb. araçları kullanarak) tasarrufları çeşitlendirmeden sadece konuta yatırım yapmak riskli bir tercih.

Rasyonelite bir tarafa, ev almanın psikolojik bir yönü de var. Çoğu insan için konut bir yatırım aracı değil, başını sokacak yuva. Böyle bakanlar, tüketim malı satın alır gibi, gelirlerine ve ödeyecekleri takside bakıp beğendikleri uygun bir evi alabilirler. Bunun dışında tasarruf etmekte zorlananlar için de ev almak bir motivasyon unsuru olabilir. Kenara para koymayı başaramayan ya da nakit birikimini kolayca harcayan biri, parasını eve bağlayarak yaşlılığına ve hatta çocuklarına kalacak bir birikim oluşturabilir.

Sonuç olarak, herkes kendini bilir. Hesabını kitabını yapıp ev alanlara hayırlı olsun. Ben kirada mutluyum, tasarrufumu da başka şekilde yaparım diyenler de dert etmesin, boşa harcadıkları bir şey yok.

8 Temmuz 2016 Cuma

Devrim arabaları filmindeki iktisatçıları anlamak

"Devrim arabaları", 1960'ların başındaki gerçek bir olaydan uyarlanan bir film. Zamanın rejimi tarafından yerli otomobil üretmek için bir araya getirilen; türlü zorluklar ve yokluklara rağmen vatan sevgisiyle, yılmadan, fedakarca çalışan bir grup mühendisin hikayesini anlatıyor. İdealize edilmiş ana karakterler ve bunların olağanüstü inanç ve çabası izleyicinin hem insani, hem milli duygularına hitap ediyor. Gördüğüm kadarıyla bu film bir hayli de seviliyor. Bense arka plandaki popülist iktisadi mesajlara takiliyorum. Kısaca yazayım.

Filmde otomobil üretimi projesine karşı çıkan kim varsa korkak, hain ya da satılmış olarak resmedilmiş ve takındığı olumsuz tavır bununla ilişkilendirilmiş. Fakat ben iktisatçı gözüyle bakınca farklı bir resim görüyorum. Bir defa baştan sona söylenen şey, bu yatırımın getirisinin maliyetini çıkarmayacağı; yani zarar edip kamuya yük olacağı. Şimdi bu görüş doğru ya da yanlış olabilir, ancak bu hesap kitap yaparak ortaya konur. Böyle diyen bir insana senin inancın zayıf denmez. Oysa film tam bunu yapıyor ve meseleyi inanmaya indirgiyor. Bir sinema filminden karşımıza bir fizibilite raporu çıkarmasını beklemiyorum elbette. Ama bir piston parçasının nasıl döküldüğünü en ince ayrıntısına kadar anlatan film, verdiği mesajın altını doldurmak için yatırımın niye akılcı olduğunu anlatan kaba taslak bir analiz sunmalıydı. DPT'nin tahminleri yanlış, şu fiyata yılda şu kadar araba satılabilir, o ölçekte ortalama maliyet fiyatın altında olduğundan proje karlıdır, gibi mesela.

Projenin yapılması için karlı olması şart mı? Denebilir ki başta karlı olmasa bile, zaman içinde üretim gelişir, karlı hale gelir. Ayakları üzerinde durana kadar bir süre zararına üretim yapılabilir, ürün gümrük duvarlarıyla dış rekabetten korunabilir. Hatta nette ekonomik faydası olmasa bile, kitleleri heyecanlandırıp kenetlemek için (sanki heykel yapar gibi) bir eser ortaya çıkarmak bile bir gerekçe olabilir. Lakin gözden kaçmaması gereken, bunların çok spekülatif tezler olduğudur. 1960'ların tarım toplumu koşullarında, memleketin kıt olan mali kaynaklarını, (fabrika, makina, teçhizat gibi) fiziksel ve (mühendis, teknisyen, nitelikli işçi gibi) beşeri sermayesini, gerçekten karlı olabilecek alternatifler yerine böyle gerekçelerle kullanmak mantıklı mıdır? Formel iktisat eğitimi almayanların anlamakta zorlandığı konu, ekonomide kaynakların sınırlı olduğu ve bu yüzden tercih yapmanın gerektiğidir. Yani mesele otomobil üretilsin mi meselesi değildir; onu üretmek için nelerden feragat etmek gerektiği ve buna değip değmeyeceği meselesidir. Böyle bakınca filmdeki iktisatçıların çekinceleri idrak edilebilir. Hatta bir yerde söz edildiği gibi, bir vakitler var olan uçak fabrikasının neden traktör fabrikasına çevirilmiş olabileceği de anlaşılabilir.

Ülke kaynaklarının nasıl kullanılması gerektiği konusunda herkesin farklı fikrinin olması tabiidir. Otomobil üretilmesine karşı çıkmış olmak kimseyi kötü adam yapmaz. Aslında filmde kurgu icabı kahramanlara türlü pislikler yapan bürokratlar, konu ülke kaynakları olunca onu kendi malları gibi özenle korumaya ve akılcı kullanmaya çalışan karakterler aynı zamanda. Başbakanın asıldığı ortamda, darbeyle başa geçmiş devlet başkanına karşı bunu yaptıklarına da dikkat edelim. Hani kurgu olduğunu bilmesem aferin onlara diyeceğim. İktisatçılar olarak hepimize örnek olmalı.

27 Haziran 2016 Pazartesi

Brexit notları

Birleşik Krallık'taki AB referandumu hakkında okuduklarımdan ve dinlediklerimden yararlanarak kendim için notlar çıkardım. Faydalı olabilir düşüncesiyle burada da yayınlıyorum.
 
*Ne oldu? Başbakan David Cameron partisinin içinde ve dışında AB karşıtı kesiminin güçlenmesine karşı siyasi bir hamle olarak referandum yapacağını vaat etmişti. Geçen seneki seçimleri kazanmasının ardından, çok gecikmeden vaadini yerine getirmeye kalktı. Zira kendisi her şeye rağmen AB'de kalma yanlısıydı ve (mülteciler meselesi, göç gibi) zaten yeterince çetrefilli olan sorunlar daha da büyümeden bir an önce referandumu yapmak istedi. Kendisi süreçte kalma yönünde propaganda yaptı ama başarısız oldu. Sonuçta yüzde 48'e karşı 52 oyla ayrılma yanlıları galip geldi.
 
*Bundan sonraki süreç nasıl işleyecek? İngilizler AB'yle oturup çıkış müzakereleri yapacaklar; birlikle siyasi ve ekonomik ilişkilerin nasıl devam edeceğine karar verecekler. İngilizler ayrıca AB dışındaki ülkelerle de teker teker ilişki kuracaklar. Süreç muhtemelen birkaç sene sürecek ve sancılı geçecek. Almanların daha önce borç mevzusunda Yunanistan'a yaptıkları gibi, ibret-i alem için işi yokuşa sürmeleri de pek ala mümkün. 

*Vazgeçilebilir mi? Teknik olarak referandumun bağlayıcılığı yok, sadece halkın eğilimini ortaya koyuyor. Parlamento referandum kararını geçersiz kılan bir karar alabilir ya da gelecekte konu tekrar halk oyuna sunulabilir. Ancak AB karşıtları bu kadar güçlü olduğu sürece bunun yapılması düşük ihtimal.

Bir an yeniden oylama yapıldığını ve bu sefer 52-48 kalma sonucu çıktığını düşünelim. Bu halkın yarısının AB karşıtı olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Böyle olduğu müddetçe marjinal siyasi görüşler toplumda karşılık bulacaklardır. Yarın öbür gün faşist bir parti çoğunluğu ele geçirse seçimler mi iptal edilecek? O yüzden mesele çoğunluğu ele geçirip toplumun kalanına istediğini kabul ettirmek değil, onların derdine derman olabilmek. Tabii, müzakere sürecinde AB İngilizleri memnun edecek ödünler verip onları çıkmaktan vazgeçirse başka. Ama yaparlar mı bilmiyorum. 

*Kitleler niye AB'den çıkmak istiyor? Dünyanın bir çok yerinde küreselleşmeye, uluslarüstü/uluslararası kurumlara, ulusal egemenliğin zayıflamasına tepki var. İngiltere'deki durum da böyle.

Öncelikle ekonomik gerekçeler var. Gerek mal ve hizmetlerin, gerekse sermaye ve işgücünün daha serbest dolaşmasının genel ekonomik refaha büyük faydaları var. Ancak bu faydalar toplum içinde eşit olarak dağılmıyor, hatta kimi gruplar nette zarara uğruyor; ya da en azından insanlar böyle algılıyor.

Orta yaşlı bir çalışan düşünelim. En büyük kaygısı nedir? İşini kaybedip niteliklerine uygun yeni iş bulamamak ve hayat standardının düşmesi. Çalıştığı sektör yabancılarla rekabet edemediği için yok olan, patronu üretimi Polonya'ya taşıyan, başvurduğu işe ise onun yerine Polonyalı göçmen alınan İngiliz çalışan bu durumdadır. Bu riske karşı insanları ulus devlet koruyabilir, AB koruyamaz. İnsanların siyasi ve hukuki taleplerine göre aksiyon alan kurumlar ulus devlette vardır. İngiltere gibi demokrasinin, hukukun, serbest piyasanın beşiği olan bir ülkede hayli hayli vardır. AB ise yarım yamalak devlet yapısı ve ülkeler arası çıkar çatışmalarıyla, dertlere deva olacak bir halde değil. Hatta AB kanunları bağlayıcı olduğundan, ayrılıkçı İngilizler AB'yi sorunların parçası olarak da görüyor. Dolayısıyla, risk altındaki insanlar devletlerine sarılırken; birliğin sunduğu fırsatlardan yararlanan (iş dünyası, finansçılar, azınlıklar, gençler gibi) kesimler AB'den yana tavır alıyor.

Ekonomik gerekçelerin yanında siyasi ve kültürel gerekçeler de var. En başta, göç. Göçün ekonomik sonuçlarının yanında, göçmenlerin geldikleri topluma uyum sağlamaları da büyük problem; hele ki kültürler arasında büyük fark varsa ve yabancılar kitleler halinde geliyorsa. Sonra, göçle de ilişkili olarak, artan terör tehlikesi var. AB bu konularda da İngilizlerin derdine derman olamıyor ki, onlar da başlarının çaresine bakmak istiyorlar.

*Ayrılmanın siyasi sonuçları ne olur? Birleşik Krallık bölünebilir, çünkü İskoçya ve Kuzey İrlanda AB'de kalmak istiyor. İskoçya'da iki sene önceki halk oylamasında yüzde 45'e karşı 55 oy oranıyla bağımsızlık reddedilmişti. Şimdi yeniden oylama yapabilir.

Sonuç Avrupa ve hatta dünya genelinde benzer siyasi hareketlere cesaret verecektir. Bilhassa İngiltere fazla yara almadan süreci atlatır ve düzlüğe çıkarsa, örneğini takip ederek AB'den (ya da kimi ülkeler için Euro Bölgesinden) çıkmak isteyenler olabilir. Ayrıca dünyada korumacı politikalar popülerlik kazanabilir.

*Ekonomik sonuçları ne olur? Ekonomik birlik ticaret ve finans akımlarını, doğrudan yatırımları ve işgücünün dolaşımını kolaylaştırıyordu. Şimdi İngiltere ve AB arasındaki ekonomik ilişkilerin hacminde daralma olacak. Bu iki taraf için de refah kaybı demek, ama bunun daha küçük ekonomi olan İngiltere'ye etkisi daha belirgin olur. Sonuçta etkinin büyüklüğü taraflar arasındaki müzakerelere bağlı. Türkiye, İsviçre, Norveç gibi birçok ülke AB'ye üye olmadan, onunla farklı düzeylerde ekonomik birlikler kurmuş durumda (biz dış ticarette gümlük birliğindeyiz mesela). İngiltere'yle de münasip bir formül üzerinde anlaşılabilir. Ancak bu uzun ve zorlu bir süreç olacağından, şu an çok fazla belirsizlik var. Bu da daha şimdiden olumsuz etkiler yaşanmasına yol açıyor.

Daha ilk gün sterlin dolar karşısında yüzde 10'dan fazla değer yitirdi. Bazı finans kurumları operasyonlarının bir bölümünü Kıta Avrupasına taşıyacağını duyurdu. Yatırım yapacak şirketler ekonomik durum öngörülebilir olana kadar kararlarını erteleyeceklerdir. Bunlar muhtemelen İngiltere'deki ekonomik büyümeyi yakın dönemde yavaşlatır. Bu da ticari ve finansal ilişkiler yoluyla, başta AB olmak üzere diğer ekonomilere de az ya da çok yansır. Merkez bankaları para politikalarını daha da gevşeterek, olumsuz etkileri hafifletmeye çalışırlar.  

*Bize etkisi ne olur? Finans piyasaları çalkalanıyor. Belirsizliklerin arttığını gören finansal yatırımcılar paralarını bizim gibi riskli ülkelerden çekip ABD tahvillerine, altına falan yatırıyor. Yarın öbür gün geri dönerler belki ama belirsizlik sürdükçe bu gelgitler olacaktır. Bir süre döviz kurlarında, faizlerde daha fazla oynaklık yaşanır. Ayrıca İngiltere ve diğer AB'de ekonomik yavaşlama olursa buralara ihracatımız düşer. Öte yandan büyük merkez bankaları politikalarını gevşetirlerse, kısa vadeli sıkıntılar hafifleyebilir.  Toplamda kısa vadeli etkiler çok canımızı yakar mı, yoksa bizi teğet mi geçer, doğrusu bilmiyorum.

Uzun vadedeyse, İngiltere'nin AB'den ayrılması belki tek başına çok şey fark ettirmez. Ama AB'nin veya Euro Bölgesinin dağılması, dünyada korumacılığın yükselmesi gibi aşırı noktalara gidilirse, bundan tüm dünya zarar görür. Hatta yatırım ihtiyacı tasarruflarını aşan, dış dünyaya borçlu bir ülke olduğumuzdan biz nıspeten çok bozulabiliriz.

23 Haziran 2016 Perşembe

Enflasyon tahmin aralığı

Merkez bankası üç ayda bir yayınladığı enflasyon raporunda enflasyon tahminlerini açıklıyor. Bu tahminler bir orta nokta ve etrafında bir aralık olarak sunuluyor. Mesela son raporda 2016 sonu enflasyonunun, orta noktası yüzde 7.5 olmak üzere, yüzde 70 ihtimalle 6.3-8.7 aralığında olacağı öngörüldü. Bu yazıda kısaca bunun ne anlama geldiğine değineceğim.

Tahminlere aralık verilmesinin sebebi geleceğe dair belirsizlikler. Enflasyonu önemli ölçüde belirleyen birçok etmeni merkez bankası doğrudan kontrol edemez veyahut kesin olarak öngöremez. Örneğin bundan üç ay sonra dışarda petrolün, içerde domatesin fiyatının, döviz kurlarının ve daha birçok şeyin ne olacağı bilinmez. Belirsizlik olduğundan enflasyonun ortalamada nerede olacağı kadar, bu ortalamadan ne ihtimalle ne kadar sapabileceğini tahmin etmek de önemlidir. Zira çok büyük sapmalar olasıysa, orta noktayı bilmenin fazla ehemmiyeti kalmaz. Misal, 6-9 aralığının da, 0-15 aralığının da orta noktası 7.5; ama olasılıklarının aynı olması kaydıyla, birinci tahmin diğerine göre çok daha makbuldür.

Dar aralık verebilmek güzel, lakin gerçekleşmelerin de söylenen olasılıkla aralık içinde kalması lazım. Merkez bankamızın enflasyon tahminleri son senelerde bu açıdan isabetli değil. 2011-2015 arasındaki 5 senenin ilk enflasyon raporlarına dönüp baktım. Buradaki o yıla ve gelecek yıla dair enflasyon tahminlerinden, sadece 2012 yılına dair olanlar tahmin aralığında kalmış. Oysa yüzde 70 gibi bir olasılık verilmişse, nadiren sapma olmalıydı. Bu tutarsızlık iki sebepten kaynaklanabilir. Birincisi, para politikasının önceden varsayılandan farklı olması. Burada tahmini yapan aynı zamanda para politikasını da yapan kurum olduğundan, bu ikisi arasındaki tutarsızlık doğrudan kurumun kabahatidir.

Sadece merkez bankasını değil, tahmin yapan herkesi etkileyebilecek ikinci sebep ise tahmin modelinin dışarda bıraktığı belirsizliklerdir. Ekonomik tahminler genellikle, ekonomik değişkenler arasındaki ilişkiyi gösteren denklemlerin parametrelerini var olan veriden kestirmekle (estimation) başlar; sonra bu denklemler yardımıyla değişkenlerin bilinmeyen, gelecek değerleri tahmin edilir (prediction). Belirsizlik, modele eklenen ve değerlerinin rastlantısal olarak belirlendiği varsayılan değişkenlerden gelir. Bu rastlantısal değişkenin hesaplanan standart sapması kullanılarak da tahmin aralıkları oluşturulur. Oysa gerçekte belirsizlikler bununla sınırlı kalmayabilir. Örneğin, sabit varsayılarak hesaplan parametreler (ki buna söz konusu standart sapma da dahil) gerçekte sabit olmayabilir. Kullanılan doğru tahmin modeli olmayabilir ya da geçmişi iyi açıklayan model gelecekte geçerli olmayabilir. Bu durumlarda tahminlerin bir aralık içinde kalma ihtimali verilen yüzdeden daha düşüktür; dolayısıyla büyük sapmalar modelin ima ettiğinden daha sık gerçekleşir.

17 Haziran 2016 Cuma

Kamu programları ve işgücü göstergeleri

İşgücü göstergelerinde birkaç aydır bir iyileşme göze çarpıyor. Yani istihdam ve işgücüne katılım artıyor; işsizlik azalıyor. Bunun bazı olağan sebepleri var. Bir defa son dönemde ekonomik büyüme hiç fena değildi. İkincisi, çok büyük olmasa da kamu istihdamında da bir artış var. Sonra, ekonomik gerekçeleri kenara koyup sırf istatistiksel açıdan baksak, verilerde konjonktürel dalgalanmalar olması da olağan. Kısa zaman dilimleri içinde, uzun dönemli trendi etkilemeyen iyi veya kötü veriler pek ala tesadüf edebilir. Gördüğümüz iyileşmenin bir kısmı bundan kaynaklanan geçici bir olgu olabilir.

Normalde bu kadarı işgücü gelişmelerine şöyle bir bakıp geçmeme yeterdi. Ama bilhassa genç işsizliğinde ciddi bir düşüş olduğunu fark edince biraz daha kurcalama ihtiyacı hissettim. Aradığımı Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) istatistiklerinde, aktif işgücü programlarında buldum. İnsanlara beceri kazandırma maksadını güden bu programlara katılım geçen seneden itibaren hızla tırmanmış. Bu yılın ilk beş ayı itibariyle bu programlara katılan 700 bin insan var ve geçmiş ayların verileriyle karşılaştırınca görülüyor ki bu sayı aydan aya büyüyor. Mart, Nisan, Mayıs aylarının her birinde 80 bine yakın yeni katılım hesapladım. Karşılaştırma yapmak için baktım, Mart ayı işgücü verilerinde (mevsim etkisi arındırılmış olarak) istihdam aylık 180 bin artmış. Buradan da anlaşılıyor ki programların boyutu hiç de önemsiz değil.

Ne var bu işgücü programlarının içinde? Birincisi, toplum yararına programlar. Bu, şu anda katılımın yaklaşık yarısını oluşturuyor ve buradaki artış asıl geçen sene olmuş. İŞKUR bunları, toplum yararına bir iş için işsizlerin geçici istihdam edildiği programlar olarak tanımlıyor. Ne tip işler yapıldığı konusundaysa bilgi bulamadım. İkinci grupta ise, mesleki beceri ve tecrübe kazandırmaya yönelik işgücü programları var. Bu sene katılımı hızla artan da bunlar. İçlerinde bilhassa iş başı eğitim programı öne çıkıyor. Peki ne oldu da bunlara katılım arttı? Olan şey, hükümetin gençlerin istihdamını teşvik etmeye karar vermesi. Geçen sene başlayan ve bu sene başında geliştirilen bir uygulamayla, program dahilindeki bir işletmede ilk defa ise başlayan bir çalışanın (asgari) ücretini bir yıl boyunca İSKUR ödüyor; devamında da işverene başka avantajlar sağlıyor. Firmalar maliyetsiz insan çalıştırma fikrini sevmiş olmalılar ki programa katılım son aylarda patlamış.

Peki bu programları nasıl değerlendirebiliriz? Toplum yararına program kamunun örtülü eleman alımı gibi görünüyor. Bu haliyle suistimale, popülizme çok açık bir şey gibi duruyor. İş başı eğitim programıysa daha farklı. Genç ve tecrübesiz insanların beceri kazanıp meslek öğrenmesini kolaylaştıracak bir faaliyet, üretken bireyler yetiştirerek hem çalışana, hem işverene, hem de topluma gerçek manada fayda sağlayabilir. Tabii, fayda ne kadar kalıcı olur söyleyemem. Ayrıca faydalı olması da yetmez, faydanın programın topluma maliyetini karşılaması da gerekir. Bu sağlanıyor mu onu da bilemem. Ama en azından, beşeri sermayeyi artırmak kamu kaynaklarının kullanımı için fena bir amaç değil.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Türkiye Latin Amerika’ya karşı

Geçenlerde bir vesileyle merak edip belli başlı Latin Amerika ülkelerinin ekonomik göstergelerine bakmıştım. Okurlarımızın ilgisini çeker düşüncesiyle, bir-iki tanesini aralarına Türkiye’yi de katip buraya aldım.

İlk grafik IMF verilerinden faydalanarak, ülkelerin satın alma gücü paritesine göre kişi başına yurtiçi gelirlerini karşılaştırıyor. Niçin kişi başına ve satınalma gücü paritesine göre bakıyoruz? Birincisi, nüfusun büyüklüğünün ve artışının etkisini ayırmak için. İkincisi, ölçü birimimiz olan doların alım gücü her ülkede aynı değil. Misal Türkiye’de gerçek dolar kuruna göre 10 bin dolarlık gelir, satın alma gücü paritesine göre hesaplayınca ABD’de 20 bin dolara eş bir alım gücü sağlıyor.


Buna göre bölgenin en zengin ülkesi Şili. Bu aynı zamanda verinin başlangıcı olan 1980 yılından bu yana açıkça en hızlı gelişme kaydeden ülke. Burada görünmüyor ama, özellikle Pinochet yönetiminin ayrılıp demokrasiye geçildiği 1980’lerin sonlarından itibaren ülke şahlanmış.

1980’lerin zengin ülkesi Venezuela işe daha sonra kötü bir büyüme performansıyla orta sıralara düşmüş. Venezuela dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip bir ülke ama bu onlara çok yardım etmemiş. Son senelerde petrol fiyatlarındaki düşüş sebebiyle ekonomilerinde yaşanan daralma gelecekte durumlarını kötüleştirebilir. Yine de şu resme göre Brezilya’dan daha iyi durumda görünüyorlar.

Arjantin 2000’de kriz yaşadıktan ve dış borçlarını ödeyemeyip uluslararası tahvil piyasalarıyla bağı koptuktan sonra hiç de fena büyümemiş ki, Şili’den sonra bölgenin en zengin ülkesi olmuş. Onun hemen arkasındaki Uruguay ise daha hızlı büyüyerek Arjantin’i yakalamış.

Paraguay ve bilhassa Bolivya seçtiğimiz ülkelerin en fakirleri. Bunlar 1980’de de görece fakirmişler ve ciddi bir gelişme kaydetmemişler.

Bu arada karşılaştırma yapmak için koyduğum Türkiye’nin durumu da hiç fena değil. Şili’den sonra bu grupta uzun vadeli büyüme ortalaması en yüksek olan ülke Türkiye.

GSYH bir refah ölçütü olarak problemli bir gösterge ve sadece ona bakarak bir karşılaştırma yapmak sağlıklı değil. O yüzden farklı bir kalkınma göstergesine de bakalım istedim. Bu amaçla BM’nin insani gelişmişlik endeksini aldım ve aşağıdaki grafikte gösterdim. Grafikte ülkelerin endeksteki zaman içindeki değişimleri, altında 2014 yılı itibariyle 188 ülke arasındaki konumları görülüyor.


Burada Şili ve Arjantin yine başa baş durumdalar, Uruguay onları izliyor. Türkiye ve Meksika burada Venezuela’nın ardına düşmüş, ama Türkiye’nin geldiği yere bakınca bu çok da kötü görünmüyor. 1990’da insani gelişmişlikte Paraguay ayarında, hatta daha geri bir ülkeymişiz. Paraguay şimdi 112. bizse yukarılara tırmanmışız.

Özetle Latin Amerika ülkelerinin yanında fena durmuyoruz. Tabii daha önce muhtelif seferler yaptığımız gibi Güney Kore’yle karşılaştırsak daha farklı bir resim ortaya çıkardı.